GenesisKorku Hikayeleri

Korku Hikayeleri Yazarı Genesis’ten Yine Etkileyici Bir +18 Hikaye “UYANDIRICI”

Korku Hikayeleri Yazarı Genesis’ten Yine Etkileyici Bir +18 Hikaye “UYANDIRICI”

Daha öncede başarılı anlatım tarzı ile korku ve aşk hikayelerini zevkle okuduğumuz GENESİS’ten yeni bir hikaye daha. Sitemizin değerli yazarı GENESİS’in “UYANDIRICI” isimli yeni +18 korku hikayesini bizler çok beğendik. Her birisi bir film senaryosu olabilecek güzellikte, yazıları ile bizleri büyüleyen ve giderek takipçisi çoğalan yazarımız GENESİS’e teşekkür ederiz. Bu etkileyici hikayeyi sonuna kadar okumanızı tavsiye ediyoruz. Genesis’in diğer etkileyici yazılarına da buradan ulaşabilirsiniz.

Korku Hikayeleri Yazarı Genesis’ten Yine Etkileyici Bir +18 Hikaye “UYANDIRICI”

Toprak ana öyle vefalı bir dosttur ki insanı ne hayatta ne de ölümde yalnız bırakır; nice cansız tohuma hayat vererek, yeşil dokunuşlarıyla yaşama yaşam katar ve yine o öyle büyük bir nimettir ki hiçbir fani gözün asla görmemesi gereken nice dehşet verici şeyi bağrına basarak, sonsuza kadar orada saklar.

Çevresinde başka hiçbir yerleşim yeri olmayan bahçe evimizi köye bağlayan tek şey, yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, etrafı sık kavak ağaçlarıyla çevrili, bakımsız ve dolambaçlı bir araç yoludur. Köyden bu yola çıkan biri; verimli yeni topraklara göç etmiş sahipleri tarafından uzun yıllar önce kaderlerine terk edilmiş ve kırık camlarının ardındaki karanlık odalarında, artık unutulmuş anıların hayaletlerinin sessiz adımlarla gezindiği yıkık dökük kerpiç evlerin arasından geçerek, çevresindeki hışırtılı kavak ağaçlarının koyu gölgelerinin, üzerinde ağır ağır dans ettiği kanal yoluna ulaşır. İçinde akan bulanık suyun yosunlu yüzeyinde iri kurbağaların tuhaf seslerinin yankılandığı sulama kanalı, tıpkı dilsiz bir yol arkadaşı gibi yol boyunca, yolcuya sol tarafında eşlik eder. Çok nadir olsa da belki kimi zaman, yanından geçilen yabani vişne ağaçlarının ötesinde su yollarını değiştiren, görünmeyen bir çiftçinin küreğinin takırtıları duyulur. Altındaki çakıl taşlarını gıcırtılarla ezen adımlar ilerledikçe ağaçlar seyrelir ve bir süre sonra yerini tamamen, çok uzaklardaki dağ yamaçlarına kadar uzanan geniş buğday tarlalarının kapladığı dümdüz ovaya bırakır. Sol tarafta kalan, mavi renkli sıra dağların üzerinde hafif bir yay çizerek yükselen güneş tüm ovayı sıcak bir ışık seline boğarken; yerden yükselen enerji yansımaları, içinde yabanıl yaratıkların hışırtılar çıkararak dolaştığı ekin tarlalarının üzerindeki görüntüleri eğip bükerek dalgalandırır. İlerledikçe bir süre sonra kavak ağaçları tekrar yolun iki yanını sarmaya başlar. İçi, birbirine dolanmış böğürtlen bitkileriyle dolu olan, kuru bir dere yatağının üzerindeki köprüden geçince; evimizin, tahta malzemeden yapılmış, iki kanatlı, bahçe kapısı görünür. Gıcırtıyla açılan kapıdan içeri girince, sol tarafta sıra sıra dizilmiş, güneş ışığını yansıtan sac kapakları insanın gözlerini kamaştıran, beyaz renkli, ahşap arı kovanları ve onların gerisindeki sebze tarlaları, meyve bahçeleri göze çarpar. Sağ tarafta ise önünde eski bir su kuyusunun ve üç gövdeli bir ceviz ağacının bulunduğu, sac çatısının saçaklarında parlak tüylü kedilerin güneşlendiği, küçük bahçe evimiz görünür.

Şimdiki huzurlu günlerinin aksine Karayazı Köyü, adından da anlaşılabileceği üzere, bugün çoktan unutulmuş olan ama hala köyün bazı yaşlıları tarafından, yarım yamalak da olsa, kulaktan kulağa fısıldanan birtakım karanlık hatıraları geçmişinde barındırır. Bölgede yaşanılmış olduğu ileri sürülen, eski zamanlara ait bu söylentiler çoğunlukla cadılar ve büyülerle ilgilidir; ama yetişkinlerin, yaramazlık yapmamaları için çocuklarına anlattığı bu korku hikayeleri, bu küçük çocuklar ve yaşlılar dışında artık kimse tarafından pek ciddiye alınmaz.
Buraya gelen insanları köyün girişinde, böğürtlen çalılarının etrafını çevrelediği, oldukça eski bir mezarlık karşılar. Kuru otların ve sarı dikenlerin arasında boğulmuş birçok mezar taşının yüzeyindeki yazılar silinmiştir ve bu taşların kime ait olduğuna dair kimsenin en ufak bir fikri yoktur. Mezarlığın önünden geçip köye inen ve her iki yanını da kavak ağaçlarının çevrelediği yolda ilerleyince, altında, içi sazlarla ve böğürtlen çalılarıyla dolu olan bir derenin aktığı köprüden geçilir ve içinde köy kahvesinin de yer aldığı köy meydanına ulaşılmış olunur.

Bir zamanlar ölümün ve dehşetin kol gezdiğine inanılan bu köyün sokakları, artık çelik çomak oynayan neşeli çocukların cıvıl cıvıl sesleriyle dolup taşar ve yol kenarlarında, koyunlarını otlaklara götüren kaygısız çobanlar görülür. Kahve önündeki dut ağaçlarının gölgesinde oturan yaşlılar ise tüm gün boyunca tarım ve hava durumu hakkında konuşur; ama laf dönüp dolaşıp da evimizin kuzeydoğusundaki Dilek Dağı’nın eteklerinde bulunan tarlalara gelince, önce yüzlerindeki derin çizgilerde belli belirsiz bir endişe gezinir; sonra da laf, gayet başarılı bir şekilde değiştirilerek başka bir konuya geçilir. Çünkü bölge halkının, kötü şeyler hakkında konuşmanın kötülükleri davet edeceğine ve Dilek Dağı’nın şeytani bir mekan olduğuna dair bazı tuhaf batıl inançları vardır. Bu tepeye bu ismi verebilecek kadar bölge halkının kolektif bilincinde yer etmiş olayların, şimdilerde konu hakkında kimsenin net bir şeyler söyleyemeyeceği kadar uzun zaman önce yaşanılmış olduğuna inanılır. Aralarında ufak tefek farklılıklar olsa da söylentilerin hepsi aynı hikayeyi anlatır:

Günün birinde köye genç bir şifacı kadın gelir; fakat köylüler, bu kadının birtakım bitkileri ve duyulmamış bir dildeki duaları kullanarak, o zamanın en amansız hastalıklarını bir çırpıda tedavi etmesinden o kadar çok etkilenirler ki onun kim olduğuyla ya da nereden geldiğiyle pek ilgilenmezler; çünkü hikayenin bir diğer versiyonunda, onun insan değil, cehennemden gelmiş bir şeytan olduğundan bahsedilir. Aslında bu gizemli kadının uçabilme yeteneğine sahip olduğuna ilişkin söylentiler de oldukça gariptir; hatta öyle ki bugün bile bazı yaşlı insanlar gece saatlerinde bir kanat sesi duyduklarında gökyüzüne hala ürpertiyle bakarlar.

İnsanlar, köyde kalması için bu kadına çok dil dökerler ve Dilek Dağı’nda onun için bir kulübe inşa ederler. Günümüzde bazı kişiler bu kulübe meselesine şiddetle karşı çıkarlar ve ısrarla, bu yerin aslında doğal süreçlerle oluşmuş bir mağara olduğunu savunurlar; ama her iki görüş de bu yerin, Dilek Dağı’nda bir yer olduğunu kesin olarak ifade eder. Hikayeye göre bu yeri, şifacının ya da cehennemden gelmiş olan şeytanın kendisi seçmiştir; çünkü kendisi, insanların arasında yaşamaktan hoşlanmamaktadır. Yabancı, öncelikle kendisi için bir sunak yapılmasını ister ve insanlar, yabancının tarifleri doğrultusunda, hayvan kemiklerini birbirine sabitleyerek, görünüş itibariyle büyük bir ağacı andıran bir sunak yaparlar. Daha sonraki süreçte, hastalıklarına şifa arayanlar, dağın yamaçlarını tırmanarak esrarengiz yabancıyı ziyaret ederler ve yanlarında getirdikleri çeşitli hediyeleri ona sunarlar. Bu hediyeler genellikle kurban edilmek üzere getirilmiş olan büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar olur. Hayvanlar sunağın önünde kurban edildikten sonra etlerinden ayrılan kemikleri sunağın dallarının uçlarına sabitlenir ve böylelikle her kurbanla birlikte sunak biraz daha büyür. Kurban merasiminden sonra insanlar, gerçekleşmesini istedikleri dileklerini yazmış oldukları küçük kağıt parçalarını çaputlara sararlar ve bu bez parçalarını sunağın dallarına bağlarlar, sonra da dileklerinin gerçekleşmesini umarak evlerine dönerler. Şifacı gerçekten de hastalıkları iyileştirme konusunda yeteneklidir ve daha sonra köylüler, onun, hastalıkları iyileştirmenin çok daha ötesinde birtakım güçlere sahip olduğuna şahit olurlar; fakat köylüler ilerleyen zamanlarda daha akılalmaz ve yaratılışın doğasına aykırı isteklerde bulunmaya başlarlar ve yabancının gerçekleştirebildiği bu şeyler karşısında dehşete kapılırlar. Bir süre sonra bölgede korkunç olaylar yaşanmaya başlar ve bunlar o kadar kan dondurucu şeylerdir ki bugün bile bu konu açılacak olsa, bu hikayeleri anlatan yaşlıların gözlerinin dehşetle yuvalarından dışarı fırlamasına ve kırışık dudaklarının büzülerek, ağızlarının sımsıkı kapanmasına neden olur. Hikayeye göre bu yabancı yüzünden bu topraklar ve üzerinde yaşayan tüm canlılar lanetlenmiştir. Halk bir yaz günü dağın yamacında toplanır ve yüzeyindeki kuru otları tutuşturarak, önce yamaçlardaki korulukları, sonrasında ise tüm dağı ateşe verirler. Kimse, gözüyle görecek kadar, kadının öldüğünden emin olamamıştır; ama bu olaydan sonra köyde hayat normale dönmüştür ve o karanlık günler artık geçmişin sararmış, tozlu sayfalarında kalmıştır. İlerleyen yıllar boyunca yaşlı insanlar, geçmişte ataları tarafından işlenmiş günahların bağışlanması için camilerin avlularını doldururlar ve Yüce Yaratıcıdan af dilerler. Günümüzde gençler bu korku hikayelerinin, eski insanların safsatalarından başka bir şey olmadığını düşünürler. Bir noktada onlara hak vermek doğrudur; çünkü çoğu zaman, insanların zihinlerinde derin izler bırakacak kadar önemli olan birtakım olaylar dilden dile dolaştıkça, her anlatıcı tarafından üzerlerine yeni bir şeyler eklenir ve böylelikle orijinal hikayeler zamanla fantastik özellikler kazanarak, günümüzde efsane ve mitos olarak tanımladığımız anlatıları oluşturur.

Bugün Dilek Dağının yamaçlarındaki koruluklar, geçmişte gerçekleşmiş olduğu ileri sürülen o yangından en ufak bir iz dahi taşımamaktadır. Böyle bir yangın gerçekten yaşanılmışsa bile, zarar gören koruluklar, dağın bir yanında kıvrılarak akan nehrin üzerinde sonradan inşa edilmiş sulama barajının bölge iklimini ılımanlaştırıp, yağış miktarını arttırmasıyla yaralarını kısa sürede sarmış ve eskisinden daha gür bir bitki örtüsü haline gelmiş olmalıdır. Aslında korulukların ıssızlığı insan psikolojisi üzerinde bu kadar ürkütücü bir etki bırakmasa, barajın manzarası ve yeşil yamaçların doğal güzellikleri, kendilerine piknik alanları arayan şehirli insanları kendine çekmekte oldukça başarılıdır; ama bu insanların buraya gelişleri genellikle tek seferlik bir ziyaret olur. Dağın eteklerindeki tarlalarını işlemeye giden çiftçiler bu insanlara göre çok daha huzursuzlardır ve oradaki işlerini bir an önce tamamlayıp köylerine dönmek için ellerini çabuk tutmaya özen gösterirler; çünkü bazen korulukların içinde yankılanan tiz çığlıklar ve şeytani kahkahalar duyduklarına yemin ederler ama çoğu kişi bu durumu, çocukken ebeveynlerden dinlenen ve şimdilerde yaşlıların ağızlarında dolaşan korku hikayelerinin şartlandırdığı zihinlerdeki algı yanılsamalarına bağlar.

Yamaçlardaki korulukların birinde, hikayelerde bahsi geçene çok benzeyen bir sunak, ben kendimi bildim bileli aynı yerde duruyor; fakat bu, hikayelerde anlatılan sunağın ta kendisi mi, yoksa doğaüstü olaylara meraklı birtakım kimseler tarafından yapılmış bir taklidi mi, bu konuda kimse kesin bir şey söyleyemiyor. O kış günü onu gördüğümde bir hayli korkutmuştum ve oraya bir zorunluluktan dolayı gitmiş olmasaydım, muhtemelen oranın yakınından bile geçmezdim.

Geçen yıl arılar kış uykusundan oldukça erken uyanmıştı ve bu kesinlikle beklenmedik, sıra dışı bir durumdu; fakat toplu halde kovanlarını terk etmeleri çok daha ilginç bir olaydı. Ocak ayının sonlarına doğru, güneşli bir öğen vakti tüm arılar yuvalarından çıkıp uçmaya başladı. Kapkara bir bulut gibi havada toplanan koloniler, sığırcık ya da balık sürüleri gibi sağa sola yön değiştirerek, korkunç bir uğutuyla akıyordu. Eşime ve altı yaşındaki oğluma eve girmelerini, tüm kapı ve pencerelerin kapalı olduğundan emin olmalarını ve ben aksini söyleyene kadar dışarı çıkmamalarını tembih ettim. Sonra, benim anlam veremediğim bu doğa olayı hakkında bir fikir alabilmek için, benden daha tecrübeli bir arıcı olan, yakın arkadaşım Erhan’ı telefonla aradım ve durumu ona anlattım. Telefonu açmadan önce yorucu bir şeylerle uğraştığı, bitkin ses tonundan anlaşılan Erhan’ın duydukları karşısında yaşadığı şaşkınlık, titrek sesine yansımıştı. “Hemen geliyorum.” dedikten sonra telefonu kapattı.

Havada deli gibi dönenip duran arı bulutunun hareketlerini izlerken, bir süre sonra çıplak iğde ağaçlarının ötesindeki kanal yolunda bir traktör sesi duyuldu ve ses yaklaşıp, bahçe kapımızın önünde durdu. Kapıya vardığımda traktöründen güçlükle inmeye çalışan Erhan’ı gördüm. Ayakları yere basar basmaz, tek kelime dahi etmeden, alelacele kovanlara doğru yöneldi. Onun bu ani hareketleri havada dolaşmakta olan birkaç agresif arının dikkatini çekmiş olmalı ki aniden başına üşüştüler. Erhan ellerini başının üzerinde deli gibi sallayarak, kafasının üzerinde bir anafor gibi dönenip duran ve onu kaçacağı yere kadar kovalamakta oldukça kararlı görünen arıları savuşturmaya çalışıyordu. Erhan, zehirli iğnelerini kendisine saplamaya çalışan arılardan kurtulmak için önümde yalpalaya yalpalaya koşarken, şişman bedenini taşımakta zorlanan kısa ayakları, traktörle yeni sürülmüş tarlanın yumuşak toprağında bata çıka ilerliyor; ara sıra tökezleyip düşüyor; sonra tekrar kalkıp koşmaya devam ediyor ve o haliyle tıpkı arazide yuvarlanmakta olan bir mazot varilini andırıyordu. Kovanların önünde durduktan sonra başına, yüzüne ve ensesine öfkeyle konan arıları tokatlayarak öldürdü ve kendisini sokan arıların iğnelerini, tırnaklarıyla kazıyarak derisinden çıkardı. Eğilip, ellerini dizlerine koydu ve soluklanmaya çalıştı. Tekrar doğrulurken sol elini, sıkışan kalbinin üzerine götürdü ve bir süre öylece kaldı. Yüzünde beliren acı bir ifadeyle dudaklarını açtı ve huysuz bir çakal gibi, dişlerini gösterdi. Bir süre sonra, kalbinde hissettiği ağrı dinince, yıpranmışlığıyla ve genişliğiyle bir saman çuvalından farksız olan, gri, kumaş pantolonunun cebinden çıkardığı mendiliyle önce alnını ve kıpkırmızı olmuş tombul yanaklarını, sonra da gözünden çıkardığı çerçevesiz gözlüğünün tozlu camlarını sildi. Gözlüğü tekrar gözüne taktı ve cepheyi gözetleyen bir komutan edasıyla başını kaldırıp yukarı baktı. Daha net görebilmek için bir elini güneşe siper ederek alnına götürdü ve bir şaşkınlık ifadesi olarak, vurgulu, hatta abartılı denebilecek kadar uzun bir ıslık çaldıktan sonra şöyle dedi:

“Daha önce hiç bu kadar kalabalık olanını görmemiştim, hele ki bu mevsimde… İnanılır gibi değil. Anlaşılan burayı terk edecekler. Onları takip etmeliyiz. Haydi bir an önce boş kovanları traktöre yükleyelim.”
Erhan, anlaşıldığı kadarıyla bir zamanlar bordo ya da kırmızı olan, fakat şimdiki soluk rengi hiçbir şeye benzemeyen kirli montunu üzerinden çıkarıp, gerisindeki şeftali ağacının bir budağına astıktan sonra, birlikte, boş kovanları ve diğer arıcılık malzemelerini traktörün römorkuna taşımaya başladık. Bu esnada arı bulutu yavaş yavaş kuzeydoğu istikametine doğru kaymaya başlamıştı. Bunu fark ettiğimde “Boş ver Erhan. Baksana, çoktan yol almaya başladılar. Onlara yetişebilmemiz imkansız.” dedim.

Erhan başını kaldırıp, bizden hızla uzaklaşmakta olan arı bulutuna baktıktan sonra gayet kendinden emin bir ses tonuyla “Merak etme. Nereye gittiklerini çok iyi biliyorum. O istikamette onlar için, Dilek Dağı’nın koruluklarından daha iyi bir yer mi var? Hem sen, bu kadar çabuk pes eden bir adam olmaktan ne zaman vazgeçeceksin? Haydi biraz acele et de bir an önce bitirelim bu işi.” dedi.

Yaklaşık on beş dakika sonra malzemeleri römorka yüklemeyi tamamladık ve Erhan, bir aslanın ağzından çekilip kurtarılmış kadar yırtık olan montunu sırtına geçirirken; ben de eşime, Dilek Dağı’na gitmem gerektiğini söyledim. Sonrasında ise sürücü koltuğunu Erhan’ın tıknaz bedeninin doldurduğu traktörle, Dilek Dağı’nın ıssızlığa terk edilmiş yollarında ilerlemeye başladık. Arı bulutuyla aramızda bir hayli mesafe olmalıydı, çünkü görünürde tek bir arı bile yoktu. Adı günahkarlıklarla anılan o topraklara gitmenin iyi bir fikir olup olmadığı konusunda karar vermekte zorlandığım gibi, Erhan’ın külüstür traktörü de derin tekerlek izleriyle oyulmuş ve kuru çalıların dikenli iskeletleri tarafından kuşatılmış yollarda ilerlemekte oldukça zorlanıyordu. Batıdaki sıradağlara doğru alçalmakta olan kızıl renkli güneşin sihirli ışınlarının, Dilek Dağı’nın perili koruluklarının yeşil tonları üzerinde nasıl da büyülü bir ahenkle titreştiğini görünce, Erhan’ın aslında ne kadar zeki bir adam olduğunu bir kez daha anladım. Bölgede arılar için, o mevsimde yapraklarını dökmüş olan diğer tüm ağaçların aksine, dalları her daim yemyeşil olan Dilek Dağı’nın meşe koruluklarından daha korunaklı bir yer olamazdı herhalde. Filizlenmeyi bekleyen ekin tohumlarının toprak altında uyuduğu boş tarlaları ardımızda bıraktıkça, dağın dibinde kurulu olan barajın sularının yüzeyindeki gümüş renkli ışıltılar ve bölgeyi bir örümcek ağı gibi sarıp etrafa yayılan sulama kanalları daha net seçiliyordu. Nihayet bir süre sonra, medeniyetin izlerinin daha ileri gidemediği dağ yamacına ulaştık. Erhan traktörün kontağını kapattıktan sonra kepçe kulaklarını tıpkı avını dinleyen bir tilki gibi korulukların derinliklerine dikti.

Ben tam ağzımı açıp da “Umarım onları hava kararmadan bulabiliriz.” demeye yeltenmiştim ki Erhan bir elinin işaret parmağını dudaklarının önüne götürdü ve lafımı bitirmeme fırsat vermeden, yılan ıslığına benzer bir ses çıkararak sessiz olmamı ima etti. Erhan’ınki kadar hassas olmayan kulaklarımı bir şeyler duyabilmek için zorladım, fakat koruluğun güneş vurmayan topraklarını kendine mesken edinmiş yırtıcı hayvanların ürpertici çığlıklarından başka bir şey duyamadım. Etrafıma şaşkın şaşkın bakınırken, bir gürültüyle traktöründen atlayan Erhan’ın şişman bedeninin ağırlığının yere çarpma gümbürtüsüyle irkildim. Yerde çürümekte olan kuru yaprakların ve dalların üzerinde parmak uçlarıyla yürüyen Erhan’ı takip ederken kulaklarıma arı kolonilerinin uğultuları ilişti ve yamacı tırmandıkça seslerin şiddeti de artmaya başladı.

Bir süre sonra Erhan eliyle yaşlı meşe ağaçlarının dallarını işaret etti ve “Görüyor musun? İşte oradalar. Anlaşılan o ki geceyi burada geçirmeye karar vermişler; ama gün ışığında ne yaparlar, bilemem. Gidip traktörü buraya gelebildiği kadar yaklaştırmaya çalışalım, sonra da boş kovanları ve malzemeleri buraya taşırız.” dedi.
Erhan iyi bir arkadaştır ama yaptığı her işte çıkarını gözetmekte oldukça özenli davranır. Bana yardım etmek için yaptığı bu yorucu iş karşılığında benden bir şeyler beklediği konusunda da beni yanıltmadı. Traktörün olduğu istikamete doğru heyecanlı bir şekilde koşan Erhan, arıları bulduğumuza benden daha fazla sevinmiş gibi görünüyordu.

“Bu işi bitirdikten sonra bana üç kovan arı verirsin artık.” dedi soluk soluğa ve sözlerini laubali bir sırıtışla noktaladı.
Kaçan yirmi kovan arıma kavuşmak karşılığında üçünü gözden çıkarmak aslında pek de fena bir anlaşmaya benzemiyordu, zaten pazarlık yapacak durumda da değildim. Arazinin engebesinden dolayı traktörü ancak iki yüz metre kadar daha ilerletebildik ve geriye kalan yüz elli metrelik yol boyunca, malzemelerimizi sırtımızda taşımak zorunda kaldık. Boş kovanların ve araç gereçlerin hepsini taşıdıktan sonra açtığım malzeme sandığının içindeki en yeni ve en sağlam koruyucu maskeleri seçerek giydik. Erhan tahta merdiveni, arı topluluklarının birbirleri üzerine konarak irili ufaklı birçok arı salkımı oluşturduğu dalların birine dayadı ve merdivene tırmandı. Daha sonra kendisine bir boş kovan uzatmamı söyledi. Arıların uğultuları o kadar şiddetliydi ki bağırarak konuştuğumuz halde birbirimizi zor anlayabiliyorduk. Erhan kendisine uzattığım kovanın kapağını açarak, onu arı salkımının altına tuttu ve bir kenarını merdivenin üst basamağına, bir kenarını da en az kovanın kendisi kadar büyük olan göbeğine dayayarak sabitledi ve o an Erhan’ın işe yaramaz devasa göbeğinin aslında sandığım kadar da işe yaramaz olmadığını anladım.

Erhan “Bak görüyor musun, tüm koloni nasıl da kraliçe arının üzerine konarak ona etten bir kalkan oluşturmuş? Çünkü onlar da çok iyi biliyorlar ki kraliçe olmadan, koloni hiçbir şeydir. Kraliçe nereye, koloni oraya…” dedi ve dalı silkeleyerek arı salkımını kovanın içine çırptı. Arıların bir kısmı uçarak dağıldı, fakat büyük çoğunluğu korkunç bir uğultuyla kovanın içine döküldü.

Erhan “Kraliçenin kovanın içinde olduğundan emin olmalısın. Sonrasında işçi arılar zaten onu takip edecektir.” diyerek kovanı bana doğru uzattı. Daha sonra diğer her salkım için bu işlemi tekrarladık ve bütün arıları kovanlara çırptıktan sonra, sağa sola dağılmış olan bazı arıların da kovanda toplanması için beklemeye başladık. Erhan maskesini çıkardı ve koca bedenini, yerdeki kuru meşe yapraklarının üzerine sırt üstü devirdi. Bu, arıların bizim için artık herhangi bir tehdit oluşturmadığı anlamına geliyordu. Bu yüzden ben de maskemi çıkarak onun yanına oturdum, fakat istirahatim fazla uzun sürmedi; çünkü Erhan’ın şom ağzının sarf ettiği “Akreplere dikkat et. Bu bölgedekilerin zehirleri çok ağrılı ölümlere neden olur. Renkleri Karayazı’dakilerin aksine siyahtır ve yetişkinleri en az bir serçe kadar büyük olur. Gerçi şu anda derin bir kış uykusu çekiyor olmaları gerek ama tıpkı arıların gibi vaktinden önce uyanmış olan birkaç sersem akrep şu anda yerdeki kuru yaprakların altında, mahmur gözlerini ovuşturarak geziniyor olabilir.” demesi üzerine yerimden sıçrayarak ayağa kalktım.

Erhan ise akrepleri pek umursuyormuş gibi görünmüyordu ve bunda pek de şaşılacak bir şey yoktu; çünkü Dilek Dağı’nın dev akrepleri bile, onun patoz kayışı gibi sert derisinin altında bulunan kalın yağ tabakalarını delebilecek kadar büyük iğnelere sahip olamazdı. Erhan montunun iç cebinden çıkardığı bir poşetin düğümlü ağzını açıp, içinden aldığı kocaman bir dilim peynirli börekten bir ısırık aldı ve ağzındaki lokmayı iğrenç şapırtılar eşliğinde çiğnerken konuşmaya başladı, daha doğrusu konuşmaya çalıştı; çünkü karşısında, onu benim kadar iyi tanıyan biri olmasaydı, muhtemelen söylediklerinden tek bir kelime dahi anlamazdı.

“Şevket Amca’yı hatırlamıyor musun? Onu öldüren şey, işte bu akreplerden biriydi. O yaşını başını almış adamın, yerde, acı içinde çırpınışları gözümün önüne geliyor da ensemdeki tüylerim diken diken oluyor.” dedi; fakat göründüğü kadarıyla, anlatmaya çalıştığı hisler konusunda pek de samimi değildi; çünkü bu kelimeleri sarf ederken, peynirli böreği tutmayan sol eliyle, tüylerinin diken diken olduğunu söylediği ensesini değil, bir tümülüsü andıran göbeğini sıvazlıyordu.

“Biliyor musun?” dedi Erhan “Şevket Amca’nın ölümünün, sandığımızdan çok daha korkunç bir şekilde gerçekleşmiş olabileceğini söyleyenler de var.” diyerek sözlerine devam etti.

“Nasıl yani?” dedim.

Erhan “Yani hala hayattayken mezara konulmuş da olabilirmiş. Bilirsin, güçlü zehirler vücuda girince solunumu ve kalbi durdurarak kurbanını öldürür; fakat çok nadir de olsa bazen kalp kendi kendine tekrar atmaya başlayabilir. Anadolu’da bunun örneklerine rastlamak mümkün. Şevket Amca’nın defnedildiği gün, akşama doğru, bizim Mustafa’nın küçük oğlu, köyden birkaç çocukla birlikte böğürtlen toplamak için mezarlığa gitmiş. Söylenen o ki çocuklar Şevket Amca’nın mezarından gelen boğuk çığlıklar, uğultular ve patırtıya benzer sesler duymuşlar. Mustafa’nın oğlu koşup durumu babasına anlatmış, fakat Mustafa belki bir çocuğun söylediklerini dikkate almayacak kadar ilgisiz biri olduğundan, belki de korktuğundan dolayı bundan kimseye söz etmemiş. Üçüncü ihtimali ise düşünmek bile istemiyorum; hatırlarsan Şevket Amca ile Mustafa arasında tarla meselesi yüzünden husumet vardı. Acaba Mustafa bilerek mi bu konu hakkında kılını bile kıpırdatmadı ve bununla ilgili konuşmak için olayın üzerinden birkaç yıl gibi, Şevket Amca’nın mezarında öldüğünden emin olunabilecek kadar bir zaman geçmesini bekledi?” dedi.

“Çocukların hayal güçleri çok geniştir; bu yüzden her söylediklerini ciddiye almamak gerekiyor, hele ki bunlar hayaletler ve hortlaklarla ilgiliyse…” diye yanıt verdim.

Erhan “Zavallı adam, buraya sadece odun kesmek için gelmişti, ama yaptığı bu hatayı canıyla ödedi.” diyerek sözlerine devam etti.

“Evet, odun kesmek için pek de uygun bir yer değil. Burada insanın başına ne geleceği hiç belli olmaz.” dedim etrafa şöyle bir göz gezdirerek.

Çökmeye başlayan alacakaranlık, koruluğun uzak köşelerinde yer alan küçük detayları çoktan yutup yok etmeye başlamıştı. Aşağıdaki ovayı yol yol işleyen sulama kanallarını, üzerinde aktıkları kara topraklı tarlalardan ayırt etmek artık bir hayli güçleşmişti; ama buna rağmen, sarı ışıkları teker teker yanmaya başlayan Karayazı’nın bacalarından ağır ağır tüten dumanlar hala seçilebiliyordu. Ara sıra üstümüzden uçan alıcı kuşların kanat sesleri duyuluyordu; fakat bunlar öyle hızlı, öyle sinsi yaratıklardı ki onları uçarken görebilmek bir yana dursun, ürpertici çığlıklarının ne yönden geldiğini kestirebilmek bile mümkün değildi. Etrafta gezinen tedirgin bakışlarım, bir an ağaçların arasında gözüme çarpan kemik rengi, büyük bir objeye çivilendi. Gördüğüm o umulmadık şey karşısında öyle ürpermiştim ki Erhan’a “O beyaz şeyi sen de görüyor musun?” derken, korkudan titreyen dizlerim gibi, sesim de titriyordu.
Bunu duyan Erhan peynirli böreğinden arta kalan son parçayı da ağzına tıkıştırdı ve yattığı yerden kalkıp, yağlı ağzını montunun koluna, ellerini ise pantolonunun dizlerine sildikten sonra sinir bozucu bir kahkaha attı. Alaycı bir ses tonuyla “Bu kadar korkmana gerek yok, o şey belki de Şevket Amca’nın hayaletidir.” dedi ve ellerini ağzının iki yanına koyarak “Hey! Şevket Amca, buralarda odun kesmekten vazgeçmen için seni daha kaç akrebin sokması gerekiyor?” diye bağırdı. Sonra aklı sıra beni sakinleştirmek için pis elini omzuma koydu ve “Şaka, şaka… Seni bu kadar korkutan şey, o aptal sunak işte. Yoksa onu daha önce hiç görmemiş miydin?” dedi.

O an Erhan’ın o meymenetsiz suratının ortasına sıkı bir yumruk patlatmayı o kadar çok istedim ki bunu yapmamak için kendimi zor tuttum. Sunağa doğru yürüdükçe, şeklinin ana hatları gittikçe belirginleşiyor ve bir süredir burnuma çarpmakta olan iğrenç koku da aynı oranda keskinleşiyordu. O şey bana bir şekilde tanıdık geliyordu ve durduğu yeri de hayal meyal hatırlıyordum ya da hatırladığımı sanıyordum. Ya ben küçük bir çocukken o şeyi görmüştüm ya da çocukluğumda dinlediğim korku hikayelerinden dolayı bana tanıdık geliyordu; ama kesin olan bir şey vardı, o da o iğrenç şeyin bana kötülüğü çağrıştırdığıydı. Sanki cehenneme ait bir şeymiş gibiydi; çünkü böyle mide bulandırıcı bir yapı, insan aklının ürünü olamazdı. Topraktan çıkan ve büyükbaş hayvanlara ait olduğu anlaşılan birçok ayak kemiği, kurutulmuş hayvan bağırsaklarıyla bir araya getirilip sıkıca bağlanarak ve uçlarına başka kemikler sabitlenerek, bir buçuk metre kadar bir uzunluğa sahip olan ana gövdeyi oluşturuyordu. Gövdenin üstünde yine kemik dallar çatallaşarak ayrılıyor, uçlara doğru incelerek yayılıyor ve böylece yaklaşık üç metre uzunluğunda bir ağaç görünümünü alıyordu. Kaburga kemiklerinden oluşan uç kısımlarına, boynuzlu ve boynuzsuz olan birtakım hayvanlara ait bazı kafatasları asılmıştı. Kemiklerin ve hayvan başlarının bazıları oldukça yeni gibi görünüyordu ve çürümüş de olsa, hala üzerinde et bulunan kısımlarında yüzlerce küçük beyaz kurtçuk, kımıl kımıl oynaşıyordu. Birilerinin, böyle ucube bir eser meydana getirebilmek için bu kadar vakit ve emek harcamış olduğunu görmek çok ilginçti. Yapımında kullanılan malzemelerin ve etrafa yaydığı kötü kokunun iğrençliği bir yana dursun, batıl inancın ve kötülüğün bu denli cisimleşmiş halini görmek bile insanı huzursuz etmeye yetiyordu. Dallarına renk renk çaputlar bağlanmıştı ve bu da demek oluyordu ki burası gizli gizli dilek dileyen birileri tarafından ziyaret ediliyordu.

Kendi kendime “Kim böyle bir şeyden medet umabilecek kadar aklını kaçırmış olabilir ki?” diye mırıldandım.
Erhan “Bu çaputları köylüler bağlamış olmalı, belki bunu gören birkaç piknikçi de heveslenip dilek dilemiştir. Bak ne diyeceğim, madem buraya kadar geldik, biz de bir şeyler dileyelim. Bu yıl çok bal olmasını dileyebiliriz mesela.” dedi ve gömleğinin cebinden çıkardığı, muhtemelen arılarla ilgili notlar tutmak için kullandığı küçük bir defterin sayfalarını karıştırdıktan sonra kalemle içine bir şeyler karaladı. Defterin içinden yırtıp aldığı kağıdı birçok kez katlayarak küçülttü ve daha önce içinden börek çıkardığı poşetin yarısını yırtarak, bunu onun üzerine iyice sardı.
“Haydi sıra sende.” Dedikten sonra not defterini ve kalemi bana doğru uzattı.
Bu saçmalıktan o kadar çok bunalmıştım ki daha benim bir şey söylememe gerek kalmadan vücut dilim ve oflayışım sanırım kendimi ifade etmeme yetti; fakat Erhan “Haydi, ne kaybedersin ki? Şu kağıda istediğin bir şeyi yaz.” diyerek ısrar etti.

Bunun üzerine defterdeki boş bir sayfaya o an aklımdan geçen şeyi yazdım ve onu yırtarak katladım. Kağıdı uzattığım Erhan benim dileğimi de poşete sardı ve sonra sunağa doğru yürüdü. Sonra kısa boyuyla sunağın dallarına uzanabilmek için ayak parmakları üzerinde, ıkınarak yükseldi ve dalın birine benim dileğimi, bir diğerine ise kendi dileğini sarıp bağladı ve “Tamam, işte oldu.” dedi.

“Yoksa sen de mi bu hurafelere inanıyorsun?” dedim.

“Aslında benim de inandığım söylenemez, ama çok para kazanmanın hayalini kurmak bile beni heyecanlandırıyor.” diye yanıt verdi.

Artık hava iyiden iyiye kararmıştı, öyle ki herhangi bir ışık kaynağı olmadan on metre ötemizdeki cisimleri seçebilmemiz mümkün değildi; fakat Erhan’ın, gözlük camlarının arkasında dönen gözleri sanki karanlığın içinde bir şeyler arıyordu. Bir süre etrafa şaşkın şaşkın bakındıktan sonra kararlı adımlarla belli bir yöne doğru yürüdü ve karanlığın içinde gözden kayboldu.

Ona “Erhan” diye seslendim, “Efendim” dedi; ama “Neredesin?” sorusunu sormadan önce, elimde tutmuş olduğum el feneri yakıp, onu hışırtıların ve hafif bir şırıltının duyulduğu karanlığa tuttum ve o andan sonra da bu soruyu sormaya gerek kalmadı, çünkü Erhan o anda karşımda belirdi. El fenerinin ışığının aydınlattığı şişman bendeni yere doğru eğiliyordu. Önce dizlerini, sonra ellerini yere koydu ve başını yerdeki pınar gözesine eğip, tıpkı bir sığır gibi, ağzını suya daldırdı. İçtiği su boğazında yol alırken ortaya çıkan ses, bataklık kenarında gırtlağını balon gibi şişiren dev bir kurbağanın çıkardığı sese benziyordu ve bu ses o kadar şiddetliydi ki herhalde yutkunmakta olan bir dinozor bile onun yanında sessiz kalırdı. Erhan su içme senfonisini, çıkardığı içli bir “Ehh” sesiyle noktaladı ve başını kaldırıp, yüzünü bana döndüğünde kenarlarından sular süzülen ağzı hala, içine aynı anda iki adet peynirli börek sığabilecek kadar açıktı. Bana “Dikilme öyle karşımda, gel sen de iç.” dedikten sonra bunun iyi bir fikir olup olmayacağı konusunda bir süre düşündüm; fakat o an çok susamış olduğum ve eve ulaşmamızın bir hayli zamanımızı alacağı gibi bir gerçek vardı ortada. Pınar gözesine doğru yaklaşıp, el fenerini suya tuttuğumda gördüğüm manzara bir anlığına midemi ağzıma getirdi. O bulanık suyun üzerinde ve içinde kıpır kıpır yüzen böceklerin ocak ayında orada ne işleri olduğu sorusunu ise ne kendime ne de Erhan’a sordum; fakat Erhan kısa süre sonra “Bu yıl gerçekten de çok tuhaf şeyler oluyor. Bu aralar sıcak giden havalar, senin arıların da dahil, börtü böceği canlandırmış anlaşılan.” diyerek bu durumu kendince açıklamaya çalıştı ve “ Benim arılarım ise seninkilere göre biraz tembel olmalılar ki hala uyanamamışlar. Senin şu çalışkan arılarından alacağım üç kovan arı da benimkilere örnek olur umarım.” diye ekledi.

Ben Erhan’ı dinlerken ya da en azından dinliyormuş gibi davranırken bir elimle feneri suya tutuyordum, diğer elimle de su yüzeyinde ritmik bir şekilde kayarak hareket eden uzun bacaklı böcekleri, suyun içmeyi düşündüğüm kısmından uzaklaştırmaya çalışıyordum. Elimi suya daldırdıktan sonra elimle, bulanık suyun içinde yıldırım gibi bir hızla oradan oraya yüzen siyah kınkanatlıları öteledim ve elimi, ince su solucanlarının, üzerinde deli gibi çırpındığı çamurlu zemine fazla yaklaştırmayarak bir avuç su alarak ağzıma götürdüm; ama ağzımın içini dolduran çamur tadı ve ancak boğazımdan geçerken hissettiğim küçük çer çöp parçaları ya da el fenerinin ışığı altındaki bulanık suyun içinde o an fark edilmesi çok zor olan su böcekleri midemi ağzıma getirdi.

“Yakın zamanda arıları ilaçlamış mıydın?” dedi Erhan.

Midemin bulantısının geçmesi için bir süre başım öne eğik bir şekilde bekledikten sonra “Evet.” diye cevap verdim güçlükle, “Yaklaşık bir hafta önce kovanların içini bir parazit ilacıyla ilaçlamıştım.”

Erhan çenesini bilgece ovuşturarak “Hmm.” diye boğuk bir ses çıkardı ve çömelmiş olduğu yerden ukala bir edayla doğrulduktan sonra, kemerinin üstünden taşıp aşağı sarkan iri göbeğinin üstüne bir şaplak attı ve “Solüsyonu hazırlarken ilacın dozajını kaçırmış olmalısın ve bu da arıların rahatsız olup, kendilerine yeni yuvalar aramak amacıyla kovanlarını terk etmeleri için yeterli bir sebep.” dedi elini az önce peynirli börekle doldurmuş olduğu karnının üstünde gezdirerek. Daha sonra “Arılar son derece hassas yaratıklardır. Onlar üzerinde kullanacağın ilaçlara çok dikkat etmelisin. İşte, senin de görmüş olduğun gibi, arıcılık hata kabul etmez. Bir defasında ben de …” diyerek sözlerine devam etti, daha doğrusu devam etmeye çalıştı; çünkü son cümlesi yarım kaldı. Erhan’ın sözünü kesen şey, o anda ormanın derinliklerinde yankılanan, şeytani bir kahkahayı andıran ve insana ilk etapta bir kadına ait olması gerektiğini düşündüren, ürkütücü bir sesti. Bahse konu sesi duyar duymaz, irkilerek, olduğum yerde sıçradım; fakat bu ses Erhan’ı, benim aniden ayağa fırlayışım kadar ürkütmemiş gibi görünüyordu; çünkü en az, midesine indirmiş olduğu o peynirli böreğin üst yüzeyi kadar girintili çıkıntılı olan uğursuz yüzü korkudan ziyade şaşkınlığın ve merakın izlerini barındırıyordu.

Tekrar duyabilmeyi umduğu o sesi teşhis edebilmek için bir süre sessiz kalarak ormanın kendine has uğultusunu dinledi ve daha sonra “Bunu sen de duydun öyle değil mi?” diye fısıldadı, fakat o sesin bana yaşattığı korku ruhumu o kadar ele geçirmişti ki “Evet.” bile diyemedim.

Erhan hızlı adımlarla bana doğru yaklaşarak, elimdeki feneri bir çırpıda çekip aldı ve onu, ışığı adeta yutup yok eden karanlıklara, ağaç dallarına ve yapraklarından yoksun çalılıklara tuttuktan sonra yerden bir taş aldı ve onu az önce o garip sesin geldiği yöne doğru fırlattı. Taş yükselip önümüzdeki ağaçların karanlık dallarına doğru yöneldikten kısa süre sonra gözden kayboldu ve hemen ardından, taşın düşerkenki, dallara çarpma takırtıları duyuldu ve bu sesi, kendisini o an için göremediğimiz ama sesin tokluğundan anlaşıldığı kadarıyla çok büyük boyutlara sahip olması gereken, uçan bir yaratığın kanat çırpma sesleri izledi. Erhan’ın elindeki fenerin ışığı, bu gizemli seslerin hareketini takip etti, fakat ağaç dallarından başka bir şey görebilmek mümkün değildi. Sesler yükselip tepemizi bir kubbe gibi örten meşe ağaçlarının karanlık dallarının üzerine bir daire çizdikten sonra bizden hızla uzaklaşarak kayboldu.
Erhan’ın başı, az önce tepemizde uçan şey sanki hala oradaymış gibi, yukarı kalkmış bir şekilde kalakalmıştı ve bir süre öylece durduktan sonra, şaşkınlıktan açık kalmış ağzından şu sözler döküldü:

“Bu oldukça büyük bir kuş olmalı. Bazı kuşlar doğada duydukları sesleri çok iyi taklit ederler. Bu kuş da böyle tıpkı bir kadın gibi kahkaha atmaya başlamadan önce, bu bölgede piknik yapan ve gayet neşeli olan bir kadının kahkahalarına kulak misafiri olmuş olmalı.”

Erhan’ın elindeki feneri sert bir şekilde çekip alarak, ışığı dönüş yolu istikametine tuttum ve “Burada gereğinden çok fazla kaldık. Lütfen artık kovanları traktöre yükleyelim ve bir an önce evimize gidelim.” dedim.
Erhan “Haklısın, artık arılar kovanlarına dönmüştür. Gidip kovanları traktöre yükleyelim. Benim de bu ürkütücü yerde sabaha kadar kalmaya hiç niyetim yok.” diyerek karşılık verdi.

Geri dönüp arı kovanlarını traktörün römorkuna yüklemeye başladık; fakat o uğursuz yerden bir an önce gitmeye o kadar istekliydim ki yükleme işini ne zaman tamamladığımızı fark edemedim bile, hatta traktörün tekerleğinin üstündeki oturağa nasıl oturduğumu hatırladığım bile söylenemez. Erhan aceleyle traktöre bindi ve bir çırpıda kontağı çalıştırdı. Traktör bayır aşağı sarsılarak ilerlerken, o meşum koruluğun içinden çıkarak, ürkütücü Dilek Dağı’nı ardımızda bırakmaya başladığımızın ferahlığını kalbimde hissetmeye başladım. Normalde çenesi susmak bilmeyen Erhan yol boyunca sus pustu. Saatime bakmak aklıma gelmemişti, fakat vakit bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Turuncu bir ateş topu gibi, etrafını gri bir ışıkla aydınlatan dolunay, doğudaki dağların ardından başını çıkarmıştı. Gecenin beraberinde getirdiği amansız soğuk içimi titretirken, ay ışığının aydınlattığı boş ekin tarlalarının ve köyümüze doğru kıvrılarak uzayan yolun üzerine vuran alıç ağaçlarının ve böğürtlen çalılarının uzun gölgeleri de sanki aynı soğuğun etkisiyle titreşiyordu. Traktörün motorunun gürültüsü ve onun peşinden çektiği römorkun mekanik tangırtıları, gecenin sessizliğinin üzerini bir çarşaf gibi örtüyordu. Evimizin bahçe kapısından içeri girer girmez, römorkta yüklü olan arı kovanlarını bahçeye indirmeye başladık. Kucaklayacak taşıdığım kovanların içindeki arıların vızıltıları, bahar aylarında şiddetle akan bir derenin uğultusunu andırıyordu ve onları taşırken, yaşadıkları sarsıntılara göre, bu uğultuların şiddeti artıp azalıyordu. Erhan, biz kovanları römorktan indirirken, içlerinden en ağır olan üç tanesini kendine ayırıp, onları römorkta bıraktı ve biz indirme işlemini tamamladıktan sonra traktörüne atlayarak evinin yolunu tuttu. Kendimi, sanki üzerime dünyalar çökmüş gibi ağırlaşmış ve yorulmuş hissediyordum; hatta o an ayakta duracak halim bile yoktu desem abartmış sayılmam. Eve girdiğimde eşim ve oğlum koyun koyuna uyuyorlardı. Masum bir melek gibi çoktan tatlı rüyalara dalmış olan oğlumun omzundan kaymış yorganını tekrar üzerine örttükten sonra onun pembe yanağına bir öpücük kondurdum ve yatağa girerek yanlarına uzandım. O kadar bitkin bir haldeydim ki başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalmış olmalıyım. Uykumda duyduğum, ipeksi tonuyla insanın içini huzurla dolduran bir sesle, “Uyan!” diyen bir kadın sesiyle ve aynı anda omzumda hissettiğim bir elin beni sarsmasıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda etraf zifiri karanlıktı. O kadar yorgun bir şekilde uykuya dalmışken, henüz güneş doğmadan uyanmış olmamı garip karşılamıştım; fakat kısa süre sonra ortada çok daha büyük bir garipliğin olduğunu fark ettim: Vakit her ne kadar gece saatleri olsa da ortalığın bu kadar zifiri karanlık olması normal miydi? Hayır, kesinlikle değildi; yıldızlar, gök kubbede tutturulmuş oldukları yerlerinden kopup birer birer yeryüzüne dökülmediyseler; ay, uzayın sonsuz karanlığında dolaşarak, gezegenlerin arasında kıvrılıp süzülen dev bir ejderha tarafından yutulmadıysa ya da en basitinden, bahçemizdeki aydınlatma direğinin lambasının projektörünün ampulü patlamadıysa tabi ki… Eğer bunların hepsi aynı zaman diliminde gerçekleşmediyse, içlerinden biri bu koyu karanlığı bir nebze de olsa yumuşatmalıydı. Ben tüm bunları düşünürken, yatmakta olduğum yerin pek de konforlu bir yatak olmadığını fark ettim, hatta öyle ki bunun bir yatak olduğundan bile şüphe etmeye başladım; ama o an için emin olduğum bir şey vardı, o da ıslak denebilecek kadar nemli bir yerde yatıyor olduğumdu. Sanki etrafta, normalde olması gereken miktarda oksijen yok gibiydi ve bu nedenle hızlı hızlı soluk alıp veriyordum. Yoğun bir toprak kokusunun genzimi yaktığını hissettiğimde, ellerimi, üzerinde yatıyor olduğum sert zeminde gezdirmek istedim; fakat kollarımı sarmış olan ve bir çarşaf olduğunu düşündüğüm bir kumaş, kollarımı istediğim gibi hareket ettirmeme engel oluyordu. Kısa süre sonra bu kumaşın sadece kollarımı değil, başım da dahil, tüm vücudumu kaplıyor olduğunu fark ettim. Toprak kokusuna karışmış olan ağır bir küf kokusu, vücudumu saran kumaşın çürük olması gerektiği konusunda beni yanıltmadı; çünkü kumaş, onu tırnaklarımla delmeye çalıştığımda beni çok da fazla uğraştırmadan yırtıldı. Gece boyunca uyurken yatakta biraz fazla sağa sola dönerim; ama üzerinde uyuduğum çarşafın bedenime bu denli dolanması için, uyurken, kafese kapatılmış vahşi bir hayvan gibi hareket etmiş olmalıydım. Vücudumu saran kumaşı tamamen yırttıktan sonra eşime seslenmeye çalıştım; fakat çenemi sabitlemiş olan bir ip ya da herhangi bir bağ buna engel oluyordu. Ellerimi yüzüme götürdüğümde, alt çenemim bir bez parçasıyla başımın üzerinden sıkıca bağlanmış olduğunu fark ettim ve bu yeni keşfettiğim şey bir hayli paniklememe neden oldu; çünkü bildiğim kadarıyla bu, çenelerinin sarkıp korkunç bir görüntü oluşturmaması için ölülere yapılan bir uygulamaydı; ama yine de bağırmamam için çenemin birileri tarafından bağlanmış olması için dua etmeye başladım; çünkü diğer türlüsü, bundan çok daha korkunç bir durum içinde bulunduğum anlamına geliyordu. Çenemi başıma bağlayan bezi başımdan sıyırarak çıkardım ve ardından, eşimin adıyla seslendim; fakat bu ses öyle boğuk bir ses olarak yankılandı ki ağzımdan çıkan sözcüğü kendim bile anlamakta güçlük çektim. Seslenişlerime cevap alamayınca avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım; fakat boğuk yankılar nedeniyle üst üste binen sesler bir yardım çığlığından ziyade vahşi bir hayvanın kükreyişini andırıyordu. Üzerinde yatmakta olduğum zemini yokladığımda avuç içlerim nemli toprakla buluştu ve ellerimi yanlara doğru ilerlettiğimde her iki yanımda da sert topraktan duvarlar olduğunu fark ettim. O an anladığım kadarıyla yaklaşık bir metre eni olan bir çukurun içindeyim. Ayağa kalkmak için yattığım yerden doğrulmaya çalıştığım esnada, alnımın sert bir nesneye çarpmasıyla birlikte başım tekrar, üzerinde yattığım toprak zemine düştü. Ellerimle, içinde olduğum çukurun üzerini kapatan nesneyi incelediğimde, bunun tahta bir malzeme olduğunu fark ettim. Aslında tahtalar demek daha doğru olur; çünkü çukurun üzeri birden fazla tahtanın yan yana dizilmesiyle kapatılmıştı ve bunlar belirli bir eğimle, sol tarafa doğru daralan bir açıyla yerleştirilmişti; bunun da tek bir anlamı olabilirdi, o da bir mezarın içinde olduğumdu. Uyumadan ya da bilincimi kaybetmeden önce neler yaşadığımı hatırlayabilmek için hafızamı zorlamaya çalıştım. Hatırladığım kadarıyla son olarak Erhan’la birlikte Dilek Dağı’ndan dönmüştük ve arı kovanlarını römorktan indirdikten sonra yatağa girip uykuya dalmıştım. Ama hayır! Puslu hatıralarımın arasında, o ana kadar bir rüya olduğundan hiç şüphe etmediğim birtakım şeyler daha hatırlıyordum: O uykudan sonra sabah uyandığımı ve ilk iş olarak arıların bakımını yapmaya başladığımı… Üzerimdeki koruyucu giysiyle, arı kovanlarının kapaklarını teker teker açıp, kolonilerin durumlarını kontrol ediyordum ve arılar o zamana dek hiç olmadıkları kadar agresif davranışlar sergiliyordu; öyle ki kovan kapaklarını açarken çıkardığım her takırtıyla birlikte koloniler bir çağlayan gibi gürlüyor, kovanlarından çıkan arılar kara bir bulut gibi etrafımı sarıyor ve başımın etrafında dönenip duran her arı, iğnesindeki zehrini damarlarıma enjekte edebilmek için kendisini yüzümün az ötesindeki görüş teline çılgınca vuruyordu. Bir ara eğilirken koruyucu giysimin kumaşı, arkamdaki şeftali ağacının budağına takılmıştı ve sonrasında bir yırtılma sesi duymuştum. Daha sonra ise koruyucu giysimin içine, bir teknenin dibindeki delikten dolan sular gibi dolmaya başlayan arıların bana saldırmaya başladığını ve sonrasında ise dayanılmaz acılar hissettiğimi hatırlıyordum. “Belki de gerçek olan şey, bir rüya olarak hatırladığım bu anılarımdı; belki de asıl rüya olan şey, Erhan’la birlikte Dilek Dağı’na gittiğimdi.” diye düşündüm. Vücuduma saplanan binlerce arı iğnesinin zehri solunum ve dolaşım sistemimi felç etmiş ve kalbimi durdurmuş olmalıydı. Ölmüş olduğum düşünülerek, köylüler tarafından bir mezara defnedildikten sonra arı zehirlerinin zamanla zayıflamasıyla birlikte, bu mezar çukurunun içinde kalbimin tekrar çalışmaya başlamış olması, o an için aklıma gelen tek ihtimaldi. Aslında maruz kaldığım zehir türünün arı zehri olması dışında, başıma gelen şey, Şevket Amca’nın başına geldiği düşünülen şeyle birebir aynıydı. Fakat Şevket Amca’yla aynı kaderi paylaşmaya hiç niyetim yoktu; bu yüzden, diri diri gömülmüş olduğum o mezardan çıkabilmenin bir yolunu aramaya başladım. Aslında mevsim bahar ya da yaz ayları olsaydı, belki mezarlığa böğürtlen toplamak için gelen köylü çocuklara sesimi duyurabilirdim. Şevket Amca, sesini duyan çocuklar sayesinde az daha kurtulacaktı; ama son anda şansı yaver gitmemişti. Benim işim ise Şevket Amca’dan daha zordu; çünkü mevsim kış aylarıydı ve bu aylarda mezarlığa pek gelen olmazdı. Önce ellerimle, mezarın üzerini örten tahtaları itmeye çalıştım, fakat tahtaların üzerindeki toprak, elimle kaldıramayacağım kadar ağırdı. Mezarın sağ tarafında tahtaların yüksekliği zeminden yaklaşık olarak bir buçuk metreydi ve bu yükseklik de tahtaları ayaklarımla itebilmem için yeterli bir yükseklikti. Ayaklarımı mezarın sağ duvarına doğru iyice yanaştırdım ve dizlerimi karnıma doğru çektim. Daha sonra ayak tabanlarımı, tahtaların eğimli yüzeyinde milimetrik adımlar atarak, zemine doksan derece gelecek bir açıyla sabitledim ve ayaklarımla, tahtalara var gücümle yüklendim. Başta bunun da tahtaları hareket ettirme konusunda pek bir faydası olmadı; ama bu hareketi art arda tekrarlayınca tahtaların az da olsa yerinden oynadığını fark ettim. Her yüklenişimde biraz daha hareket eden tahtaların arasından akan ince toprak üzerime ve yüzüme dökülüyor ve zaten oksijenin az olduğu ortamda nefes almamı daha da zorlaşıyordu. Bir ara yüzümde, yukarıdan dökülen toprağın hareketinden başka bir hareketlilik daha fark ettim ve bu hareketlilik bende sanki binlerce küçük bacağın ve duyarganın yüzümde gezindiği hissini uyandırdı. Yaşadığım ani panikle birlikte, yüzümde gezindiğini hissettiğim şeyleri ellerimle bir çırpıda yüzümden süpürdüm. O küçük yaratıkların tam olarak ne olduklarını anlayamamıştım; fakat kıpır kıpır hareket eden ince, uzun ve yumuşak bedenlerinden, tenimin üzerinde gezinen küçük ayaklarından ve acı veren küçük ısırıklarından anlaşıldığı kadarıyla kırkayak ya da çıyan olmalıydılar. Yaşamış olduğum bu kısa süreli panik hali bile bana epey oksijen sarf ettirmiş olmalıydı; çünkü bir an için kendimi boğuluyormuş gibi hissetmiştim. Soluk alışlarımı tekrar eski düzene sokabilmek için bir süre beklemem gerekti ve biraz sakinleştikten sonra kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Oradan çıkabilmek için fazla vaktimin olmadığını çok iyi biliyorum ve bu yüzden ayaklarımla, mezarın üzerini örten tahtaları itmeye devam ettim. O şekilde ne kadar uğraştığımı bilmiyorum fakat bir süre sonra tahtalar kütürdeyerek kırılmaya başladı. Ayaklarıma, hissedilebilir ölçüde bir ağırlığın binmeye başladığı esnada, ayağımı geri çektiğimde mezarın üzerime çökeceğini tahmin etmek benim için hiç de zor olmamıştı. Az sonra gerçekleşeceğini düşündüğüm çöküş esnasında başımın yüzeye mümkün olduğunca yakın olması için, ayaklarım yardımıyla üzerimde tuttuğum kırık tahtaları ellerimle sabitlemeye çalıştım. Tahtalardaki en ufak bir hareketlilik bile, üzerinde bulunan toprağın çatlaklardan ve tahta aralarından içeriye akmasına neden oluyordu. Elimle tahtalara destek verdikten sonra ayaklarımı indirdim ve mezar içerisinde iki büklüm olarak dizlerimi yere koydum. Almış olduğum bu yeni pozisyonda artık kırık tahtaları ellerimden ziyade omuzlarım destekliyordu. Tüm gücümle dizlerimin üzerinde doğrulmaya çalışırken bacak kaslarım, bağlı oldukları kemiklerimden ayrılıyormuş gibi hissettim ve yukarıdan akan toprak başımdan aşağı dökülürken artık ayak tabanlarımı zemine basabilecek kadar doğrulmuş olduğumu fark ettim. Mukavemet gösterdiğim toprak yığınının ağırlığının mümkün olabildiğince hafiflemesi için; yukarıdan dökülen toprak, mezarın zemin seviyesini yükselttikçe, ayaklarımı yeni oluşan seviyenin üzerine basıyor ve bu sayede mezarın içinde kademeli olarak yükselerek, ellerimle desteklediğim tahtaları biraz daha yukarı itiyordum; fakat mezarın üzerindeki toprağın tüm ağırlığıyla, ani olarak üzerime çökmemesi için mümkün olduğunca yavaş ve dikkatli hareket ediyordum. Bir süre sonra, ellerimle desteklediğim ağırlığın bir miktar hafiflemiş olduğunu fark ettiğim anda derin bir nefes alarak, tüm gücümle, ellerimle desteklediğim tahtaları yukarı ittim ve üzerimdeki toprak büyük bir gürültüyle bir anda mezarın içini doldurdu. Başım da dahil tüm vücudum mezarın içine dolan toprağın altında kaldığı için ne nefes alabiliyordum ne de vücudumu hareket ettirebiliyordum; ama ellerim vücudumdan bir hayli yukarıda bulunuyordu ve bu nedenden dolayı ellerimi hareket ettirmemin, vücudumun diğer kısımlarını hareket ettirmekten daha kolay olacağını düşündüm. Kollarım dirseklerimden hafif bir şekilde bükülmüş olsa da göçük sırasında ellerim yukarı doğru uzanan bir pozisyonda kalmıştı. En azından toprak içinde nefes alabileceğim bir baca açabilmek için, yüzeye daha yakın olan sağ elimle yukarı doğru uzanmaya çalıştım. Bunu yapmak epey güç gerektiriyordu ama parmaklarımla toprağı kazıdığımda, elimi toprak içinde daha kolay hareket ettirebildiğimi fark ettim ve bir süre sonra parmak uçlarım ılık bir hava akımıyla temas ettiğinde ellerimin toprak yüzeyine ulaşmış olduğunu anladım. Yaşamak için hala bir umudum olduğunu öğrenmek bana diğer elimi de mezardan dışarı çıkarabilmem için ihtiyacım olan gücü fazlasıyla verdi ve bunu başardığımda, her iki elimi de kullanarak başımın üstündeki toprak yığınını etrafa ötelemeye başladım. Mezarın üzerinde açtığım çukur yavaşça genişleyip derinleşiyordu; fakat oksijensizlikten dolayı bilincimi kaybetmeye başladığımı hissediyordum. Burun deliklerimi dolduran ve dudaklarıma baskı yapan nemli toprak, soluk alma refleksiyle açtığım ağzımdan içeri dolup, damağımda acı bir çamur tadı bırakıyordu. O an kollarımı olabildiğince iki yana açarak çenemi yukarı kaldırınca, yüzümün toprak yüzeyine çıktığını hissettim ve ağzımdaki çamuru tükürerek derin bir nefes aldım. Uzun bir süreden sonra ciğerlerime yeniden dolan temiz hava, sanki tüm damarlarımda dolaşarak bedenimi yavaşça uyuşturuyor ve beynimde karıncalanmalara neden oluyor gibiydi. Hala toprak seviyesinde olan gözlerimi açtığımda, kollarımın ve yüzümün, mezarın üzerinde açılmış olan ve tıpkı bir koni gibi, yukarı bakan kısmı gittikçe genişleyen bir çukurun içinde olduğu fark ettim; ama vücudumun diğer kısımları hala toprak altındaydı. Karanlık gökyüzünde sadece birkaç parlak yıldız görünüyordu ve ay ışığının vurduğu, şeffaf denebilecek kadar ince bulut süprüntüleri, gökyüzüne rastgele saçılmış gümüş tozları gibi parlıyordu. Kollarımı çukurun dışına doğru uzattım ve ellerimle yumuşak toprağı kavrayarak, vücudumu toprağın içinden çıkarmak için güç uygulamaya başladım. Başımı dışarı çıkarmayı başardıktan sonra, işin geri kalan kısmı benim için çok daha kolay oldu ve çok geçmeden, mezardan dışarı sürünerek çıktım. Uyuşma ve karıncalanma hissi vücudumun her yanını sarmıştı ve ağır ağır hareket eden bedenim, uzun süre hareketsiz ve oksijensiz kalmaktan epeyce etkilenmiş gibiydi. Ayağa güçlükle doğruluktan sonra yalın ayaklarımı yeşil otların üzerinde sürüyerek ve sendeleyerek yürümeye başladım. Mezarlığın çevresini saran böğürtlen çalıları, yeni açmış çiçekleriyle yer yer beyazlara bürünmüştü ve mezarlığın önünden geçip köye inen yolun her iki yanını da saran kavak ağaçlarının yapraklarını hışırdatan ılık bir esinti, çıplak bedenimi okşuyordu. Ağustos böceklerinin çağıltısı ve köyün girişindeki köprünün altından geçen derenin içinde yankılanan kurbağa sesleri, sanırım sırf yaşamın zengin çeşitliliğini ve döngüsel bir süreklilik içinde olduğunu insana hatırlattığı için, bana bir süredir özlemini çektiğim huzuru vermeye başlamıştı bile; fakat doğayı kısa sürede sarmış olan tüm bu canlılık beni oldukça şaşırtmıştı; ama arılarım da dahil, bazı böcek türlerinin ocak ayında kış uykularından uyanmış olmaları da daha önce Erhan’la birlikte bizzat şahit olduğumuz başka bir gariplikti ve en az bunun kadar eşine ender rastlanan bir olaydı. Mezarlığın paslı, demir parmaklıklı kapısını açıp köye doğru yürümeye başladım ve köprüye yaklaştığımda köy meydanındaki kahve önünde oturan insanların, bana tanıdık gelen seslerini duydum; zaten kahvede oturan ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen insanlar hep aynı kişiler olurdu; hatta öyle ki bu kişilerin masalardaki oturma düzenleri bile kolay kolay değişmezdi.
Köy meydanına ulaştığımda, kahvenin önünde bulunan masalardan bana en yakın olanının başında her zamanki gibi Hasan Amca oturuyordu ve onun karşısında, tahta taburelerinde oturarak kendisini pür dikkat dinleyen Sedat ve Tahir’e, buğday hasadıyla ilgili tüyolar veriyordu. Yüzünde, günün çay satışlarından oldukça memnunmuş gibi mutlu bir ifade bulunan Kahveci Ahmet, elinde taşıdığı yuvarlak metal tepsinin üzerinde duran dolu çay bardaklarından birini; kahve kapısının hemen önündeki beton merdivenin sağ tarafında oturarak, sırtını, açık mavi renkli sıvası; isimleri telaffuz edilmekte zorlanılan ülkelerin siyasi haritalarını andıran şekillerde dökülmüş tuğla duvara yaslamış olan ve elindeki tesbihi agresif bir şekilde şakırdatarak çeken İbrahim’e servis ediyordu. Onların hemen sol tarafındaki masada karşılıklı oturmakta olan Tarık ve Murat, traktörlerinin motor güçleri hakkında konuşuyorlardı ve onların bu sıkıcı sohbetlerine, önlerindeki masanın üzerinde duran çaylarını karıştırmalarından kaynaklanan şıkırtılar eşlik ediyordu. Ayak seslerimi ilk fark eden kişi olan Hasan Amca beni gördüğünde gözleri, sanki kuvvetli bir el tarafından gırtlağı sıkılıyormuşçasına yuvalarından fırladı ve o an ağzına götürmekte olduğu çay bardağı, nasırlı parmaklarının arasından kayıp düşerek yerde parçalandı. Sanki bağırmaya çalışıyormuş ya da boğuluyormuş gibi, ağzını hızlı hızlı açıp kapatıyordu ama anlamsız iniltiler dışında herhangi bir şey söyleyemiyordu. Kırılan çay bardağının şıngırtısı ve Hasan Amca’nın anormal davranışları, diğerlerinin dikkatini çekti ve gözlerinin, benim bulunduğum yöne çevrilmesine neden oldu. Bir anda kopmaya başlayan histerik çığlıklar gecenin dingin dokusunu; hatta belki de o an orada bulunan ve yaşadıkları dehşetin etkisiyle, oturdukları taburelerinden düşen insanlara ait birkaç kulak zarını yırtarak parçaladı. Hasan Amca benden uzaklaşabilmek için, bir elinin avuç içini yüzüne siper ederek, düşmüş olduğu yerde sırt üstü sürünmeye çalışıyordu; ama aslında olduğu yerde boş yere çırpınmaktan başka bir şey yapmıyordu. Onun yaşlı bedenine göre oldukça atik olan Sedat ve Tahir düşmüş oldukları yerden, sanki zeminde bulunan bir yay tarafından havaya fırlatılmışlar gibi sıçrayarak doğruldular ve hızla, kahvenin arkasındaki ağaçlık bölgeye doğru kaçışmaya başladılar. Tarık koşarken masalara çarpıp düşüyor, az önce ayaklarına takılmış olan taburelerle birlikte yerde yuvarlanıyor, sonra ayağa kalkıp yalpalayarak koşmaya devam ediyordu. Murat ise dört nala koşan Arap atları gibi yerdeki tozu toprağı havaya kaldırarak oradan uzaklaşırken, ayakları yerle temas etmiyormuş gibi görünüyordu. Tam onlara seslenmek için ağzımı açtığım esnada başıma aldığım acı verici güçlü bir darbeyle sarsıldım ve hemen ardından, İbrahim’in ve Kahveci Ahmet’in yerden kaptıkları yumruk büyüklüğündeki taşları acımasızca art arda bana doğru savurmakta olduklarını gördüm. Bu taşlardan birkaç tanesi, yüzüme siper ettiğim kollarıma isabet etti; birkaç tanesi ise kulaklarımda ıslık sesleri bırakarak, başımı ıskaladı. Aslında İbrahim ve Ahmet’in yaşadıkları panik yüzlerinden okunuyordu ve gözlerindeki ifade, nefretten ziyade köşeye sıkıştırıldığında pençeleriyle kendini korumaya çalışan bir kedininkine benziyordu; ama hal böyleyken bile o an kalbimde alevlenen öfkeyle birlikte, onların başlarını koparıp gövdelerinden ayırmak için büyük bir istek duydum ve eğer tam onların üzerine nefretle atılacağım esnada arkamdan gelen silah takırtılarını duymuş olmasaydım, sanırım bunu gerçekleştirecektim. Bağırışları duyarak evlerinden dışarı çıkan köylülerden oluşan bir kalabalık hızla bana doğru yaklaşırken, var gücümle koştum ve kendimi, kahvenin hemen sağ tarafındaki derenin içindeki sazlığa attım. Yalın ayaklarımla, zemindeki balçığın içinde bata çıka ilerlerken; kendime yol açmak için ellerimle yardığım sazların jilet gibi keskin yaprakları önce kollarıma, sonra da çıplak vücuduma kesikler atıyor; böğürtlen çalıları, kancalı dikenlerini bacaklarıma geçirerek, hızımı yavaşlatıyordu.

Köyün çevresini dolanan dere yatağı içinde ilerledikçe kalabalığın gürültüsü gitgide zayıfladı ve bir süre sonra yerini tamamen ağustos böceklerinin, kurbağaların ve gece kuşlarının seslerine bıraktı. Köyden bahçe evimize giden yol üzerinde bulunan köprüye yaklaştığımda dere yatağından çıktım ve eve doğru yürümeye başladım. Ay gökyüzünde batıya doğru iyice alçalmıştı ve gümüş renkli ışığı, yol boyundaki ağaçların ve bodur çalıların gölgelerini uzatıyordu. Ne evimizin pencerelerinden herhangi bir ışık sızıyordu ne de bahçemizdeki aydınlatma direğinin projektörü yanıyordu. Evimizin tamamen karanlıklar içinde olması sık rastlanan bir görüntü değildi; ama ara sıra arıza yapan projektörümüz yine yapacağını yapmış gibi görünüyordu ve eşim de tamir işlerinden hiç anlamazdı. Hayatımı kaybettiğimi sanmaları, eşimi ve oğlumu çok üzmüş olmalıydı. Ailemi o kadar çok özlemiştim ki bir an önce eve ulaşmak ve onları, uyudukları yataklarından kaldırıp, ikisine de sımsıkı sarılmak için koşmaya başladım ve kısa süre sonra ulaştığım kilitli bahçe kapımızın üzerine tırmanarak diğer tarafa atladım. Bahçedeki meyve ağaçları tamamen kurumuştu ve evin çevresi de dahil, her yeri yabani otlar sarmıştı. Üstelik arı kovanları da ortalıkta görünmüyordu. Evimizin pencerelerinden perdelerin sökülmüş olduğunu fark ettiğimde pencerelerden birine doğru koştum ve camın dış yüzeyini kaplamış olan toz tabakasını elimle sıyırıp içeri baktığımda evin içinin bomboş olduğunu gördüm. Ben defnedildikten sonra eşim evi terk edip başka bir yere taşınmış olmalıydı. O an için en mantıklı şey, birilerinin telefonunu kullanarak, eşimin akrabalarıyla konuşmak gibi görünüyordu; ama öncelikle üzerime giyebileceğim bir şeyler bulmalıydım. Belki civardaki tarlalarda, üzerine eski bir gömlek ve yırtık bir pantolon giydirilmiş bir korkuluğa rastlayıp, ondan kıyafetlerini ödünç alabilirdim; zaten giysilerini ona iade etmesem bile, birkaç avuç samandan oluşan beyninde bunun bilgisini tutamazdı. Aslında belki Erhan bana yardım edebilirdi, karşılığında benden birkaç kovan arı daha almak koşuluyla tabi ki… Çünkü ne de olsa Erhan karşılıksız hiçbir şey yapmazdı ve eğer işin ucunda küçük de olsa bir çıkarı varsa, gerçek bir hortlakla bile pazarlık yapabilirdi; ama onun evi köyün ortasındaydı ve köylüler beni linç etmek için yanıp tutuşurken köye geri dönmek büyük bir aptallıktan başka bir şey olmazdı. Eşimin nereye gitmiş olabileceği konusunda tahminler yürütmeye çalışırken köylülerin telaşlı seslerini duydum. Geriye dönüp baktığımda, köyü evimize bağlayan yol istikametinde, birçok el feneri ışığının sağı solu tarayarak yaklaşmakta olduğunu gördüm. Anlaşıldığı kadarıyla, bir hortlak olmadığımı bu insanlara ispat etmeye çalışmak, sandığımdan çok daha zor olacaktı ve bana savurdukları taşlar ve arkamdan sıktıkları kurşunlar göz önünde bulundurulursa, bunu denemeye çalışırken bu defa hayatımı gerçekten kaybedebilirdim. Köylüler her yeri didik didik arayarak beni bulmaya çalışıyordu ve beni bulduklarında yapacakları ilk şey, içinden binbir güçlükle çıkmış olduğum o iğrenç mezara beni tekrar, ama bu defa sonsuza dek sokmak olacak gibi görünüyordu. Aslında çocukluklarından itibaren korku hikayeleri dinlemiş ve hurafelerle büyümüş olan bu insanların, elleriyle toprağa gömdükleri birini karşılarında gördüklerinde böylesine, çılgınca denebilecek kadar agresif davranışlar sergilemeleri çok da anormal karşılanmaması gereken bir durumdu; ama bu, onlardan kaçmam gerektiği gerçeğini değiştirmezdi ve onlara izimi kaybettirebileceğim en iyi yer Dilek Dağı’ydı. Vakit kaybetmeden bahçe kapısının üzerinden atladım ve Dilek Dağı’na doğru koşmaya başladım. Oraya ulaşmak için traktör yolunu kullanacak kadar zamanım yoktu ve bu yüzden onun yerine daha kısa zamanda katedebileceğim tarla yollarını tercih ettim. Tarlalarda ekinler diz boyu kalkmıştı ve nadasa bırakılmış arazileri yabani otlar bürümüştü. Dilek Dağı’na doğru ilerlerken, köylülere takip edebilecekleri izler bırakmamak için ekinleri ezmemeye mümkün olduğunca özen gösteriyordum. Ay tamamen batmıştı ve gecenin karanlığı cisimlerin şekillerini çarpıtıyordu. Vücudumdaki uyuşukluk ve karıncalanma hisleri zaman zaman artarak iğneleyici bir etkiye bürünüyordu ve yavaş yavaş tüm bedenime yayılan dayanılmaz kaşıntılara da bakılacak olursa, sinsi tatarcık sinekleri çıplak bedenimden faydalanmayı çok iyi biliyor gibiydi. Başımda hissediyor olduğum kaşıntıyı bir nebze de olsa yok edebilmek için, saçımın içine dolmuş olan toprağı elimle çırptım fakat bunun pek de beklediğim ölçüde bir faydası olmadığını fark ettim. Özellikle de havadaki esintiler yok olduğunda, ara sıra burnuma iğrenç bir koku çalınıyor ve bu koku, mezardan çıktığımdan beri duyduğum açlık hissinin de etkisiyle, midemi ağzıma getiriyordu. Yürüdükçe, Dilek Dağı’nın yanındaki sulama barajından doğup, ölü topraklara hayat vermek için arazi üzerinde bir damar ağı gibi yayılan su kanallarının aralarındaki açılar daralıyor; adı oldu olası kötülükle anılan o dağdaki ürkütücü koruluğa yaklaşıyordum. Dağın yamacındaki araziye ulaştığımda, içinde ilerlediğim yabani bitki örtüsünün boyu göğüs hizama kadar ulaşıyordu; fakat bu toprakların doğanın ellerine terk edilmelerinin nedeni nadasa bırakılmış olmaları değildi. Bu topraklar, köylülerin işlemek için üzerinde iki defa düşündüğü ve genellikle ikincisinde vazgeçtiği topraklardı ve beni bulma pahasına bile olsa, köy ahalisi içinde, bu topraklara adım atabilecek kadar cesur olan çok az insan tanıyordum. Otları yararak, yamaç boyunca tırmandım ve koruluğa ulaşarak, meşe ağaçlarının zifiri karanlık gölgeleri atında el yordamıyla bir süre ilerledim. Koruluk içinde yeteri kadar ilerlemiş olduğuma kanaat getirdiğimde durdum ve eğilerek ellerimle zemini yokladım. Ellerimin, oldukça düz bir zeminde bulunan yumuşak meşe yapraklarının ve ıslak çayırların üzerinde gezindiğini hissettiğimde, buranın dinlenmek için uygun bir yer olduğunu düşündüm ve yere yavaşça uzandım. Dinlemeye çok ihtiyacım vardı ama bitkinliğim fiziksel yorgunluktan ziyade açlıktandı; öyle ki mideme artık kramplar girmeye başlamıştı. Meşe yapraklarının üzerinde kıvrılıp yattıktan kısa süre sonra; vücudumdaki iğnelenme hislerine, dayanılmaz kaşıntılara, hatta ve hatta dönüp dolaşıp burnuma çalınan o iğrenç kokuya rağmen bir süre sonra uykuya dalmış olmalıyım. Yaban bülbüllerinin cıvıl cıvıl sesleriyle uyandığımda, tepemdeki meşe dallarının arasından yüzüme vuran sıcak güneş ışığı hüzmeleri gözlerimi kamaştırıyordu; ama bir süre sonra, beni uyandıran seslerin sadece kuş sesleri olmadığını fark ettim. Neşeli bir çocuğa ait olması gereken sesler duyuyordum; kadifemsi bir kadın sesi “Güneş gözlüğünü arabanın torpido gözüne koymuştum hayatım.” diyordu ve bu sese karşılık veren bir erkek sesi “Tamam canım, kırmızı sepeti de getiriyorum.” diyordu; bunların dışında kısa süreli şırıltılar duyuluyordu ve bunu, çay karıştırırken cam bardağın iç yüzeyine vuran metal kaşığın sesleri izliyordu. O iğrenç koku hala burnumdaydı; ama oldukça etkileyici bir bayan parfümü, bu pis kokuyu bastırıyordu. Ancak bu parfüm kokusundan çok daha güzel ve etkileyici bir koku daha vardı, o da ten kokusuydu. Yattığım yerden doğruldum ve gözlerimi kapatıp, bu hoş kokuyu olabildiğince içime çektim; yüzümü, göğsümü ve sırtımı tüm gücümle yırtarcasına kaşıdım; gözlerimi açtım ve sonra da seslerin ve kokunun geldiği yönü tayin edebilmek için etrafıma bakındım. Seslerin ve kokunun kaynağı, dağın baraja bakan yamacındaymış gibiydi. Çayır, kekik ve yabani çiçeklerin kokuları arasında, bunların hepsinden çok daha güzel olan kokuyu, o ten kokusunu takip ederek ve sesleri dinleyerek, dağın diğer yamacına doğru ilerlemeye başladım. Yürürken, çayırlardan havalanıp başıma üşüşen ve bana bir hayli rahatsızlık veren kara ve yeşil renkli sinekleri kendimden uzaklaştırabilmek için yoğun bir çaba sarf ediyordum. Koruluğun bittiği yerde, bir meşe ağacının dallarının arkasına gizlenerek, etraftı izledim. Bulutsuz gökyüzü masmaviydi ve onunla aynı renk olan barajın kıpırtılı suları, o an tam tepede olan güneşin altın renkli ışınlarıyla ışıl ışıldı. Kıyıdaki kumul yaklaşık yirmi metre sonra yerini, tüm yamacı sarmış olan çayırlara bırakıyordu. Çayırları, kıyıya paralel uzanan bir araç yolu ikiye ayırıyordu ve bu toprak yol üzerinde, beyaz renkli, bagaj kapısı açık, steyşın vagon bir araç park halindeydi. Aracın beş on metre berisinde; üzerine sarı bir tişört ve gri renkli bir şort giydirilmiş, aşağı yukarı üç yaşında olan bir erkek çocuğu, kırmızı renkli plastik topuyla oynuyordu. Onun üç dört metre karşısında bulunan ve anlaşıldığı kadarıyla çocuğun babası olan, beyaz tişörtlü, mavi kot pantolonlu, siyah güneş gözlüklü, esmer bir adam; çocuğun beyaz spor ayakkabılı ayaklarıyla tekmeleyerek yerde yuvarladığı topu elleriyle yakalıyor ve sonra onu tekrar çocuğun ayaklarının önüne atıyordu. Yemyeşil çayırlar, onların berisinde, otların içinde açan sümbüllerle yer yer morarmış; gelinciklerle kısım kısım kırmızı bir renge bürünmüş; beyaz taç yapraklı sarı papatyalarla öbek öbek ağarmıştı. Adam ve çocuğun yaklaşık elli metre berisindeki ve benim yirmi metre ötemdeki çayırların üzerine serilmiş olan kırmızı renkli ve beyaz kare desenli bir kilimin üzerinde, otuzlu yaşlarında, son derece çekici bir kadın oturuyordu. Gözleri en az üzerinde oturduğu çayırlar kadar yeşildi ve ucu kalkık küçük burnunun üzerindeki çiller, göz altlarına kadar yayılıp orada kayboluyordu. Başındaki beyaz renkli disket şapkanın altından uzayan kumral saçları; üzerindeki krem rengi, gül kurusu ve yeşil tonlarında olan çiçekli elbisenin açıkta bıraktığı beyaz tenli omuzlarına dökülüyordu. O, zarif elleriyle, hemen yanında duran kırmızı renkli piknik sepetinden çıkardığı bir kalıp keki dilimlerken; ağzımın, karşımda birileri bir parça limonu ısırıyormuşçasına sulandığını hissettim; ama ağzımı sulandıran şey o dilim dilim kek parçaları değil, kadının ince boynundan yayılan ve beni oraya çeken ten kokusuydu. O an onu daha yakından koklayabilmek için dayanılmaz bir istek duydum. Mezardan çıktığımdan beri hissediyor olduğum açlık duygusu, o an doruk noktasına ulaşmıştı. Ona daha fazla yaklaşabileceğim doğru açıyı yakalayabilmek için ya da tamamen içgüdüsel davranış olarak, meşe dallarının arkasında hızlı hızlı, bir o yana bir bu yana hareket ediyordum ve bunu yaparken, istem dışı bir şekilde gözlerimi ondan ayıramıyordum. O an kendimi, aldığı kan kokusuyla çılgına dönmüş olan aç bir kurt gibi hissediyordum. Kadın elindeki kek tabağını kilimin üzerine koyduktan sonra, piknik sepetinin yanında duran termosu alıp, onunla üç bardak çay doldurdu ve arabanın yanında oğluyla top oynamakta olan eşine “Hayatım, haydi gelin artık.” diye seslendi.

Bunun üzerine adam başını yamaca doğru kaldırıp “Tamam hayatım, geliyoruz.” diye yanıt verdi; ama çocukla bir süre daha top oynayacağı her halinden belliydi. Vücuduma konmak için başımda dönenip duran sinek bulutunu ellerimle savuşturup, yüzümü ve sırtımı kaşıdıktan sonra, eğilerek meşe dallarının arkasından çıktım. Ellerimin ve dizlerimin üzerinde emekleyerek ve vücudumu yere olabildiğince yaklaştırarak, ona doğru ilerlemeye başladım. Beni fark ettirecek herhangi bir ses çıkarmamak için, santim santim denebilecek kadar yavaş ilerliyordum. Ses çıkarmamaya o kadar çok özen gösteriyordum ki emekleyişim, içinde ilerlediğim otların arasındaki sarı renkli çiçeklerden polen toplayan bal arılarının ürkerek uçmalarından kaynaklanan vızıltılardan başka bir ses çıkarmıyordu. Ona arkasından yaklaşırken, onun görüş açısının dışında kalmaya dikkat ediyordum; başını sağa sola çevirip, yeşil bakışlarını etrafta gezdirdiğinde, bir süre hareketsiz kalarak bekliyordum ve o tekrar bir şeylerle meşgul olmaya başlayınca, ilerlemeye, kaldığım yerden devam ediyordum. Ben ona doğru yaklaşırken, kadın elindeki çay bardağını yavaşça kilimin üzerine indirdi ve piknik sepetinin hemen yanında duran beyaz renkli deri çantasını alıp dizlerinin üzerine koydu. Bir süre içini karıştırdığı çantayı, içinden kırmızı renkli bir oje şişesi çıkardıktan sonra tekrar eski yerine koydu. Şişenin kapağını açarken, elbisesinin eteğinin diz üstüne kadar örttüğü bacaklarını topladı ve dizlerini karnına yaklaştırarak, çıplak ayaklarını kendine doğru çekti. Dalgalı saçlarını eliyle omzunun arkasına attıktan sonra, oje fırçasını özenle ayak tırnaklarına sürmeye başladı. Ara sıra havayı koklar gibi yapıp, yüzünü ekşitiyor; etrafına bakınıyor; sonra tırnaklarını boyamaya, kaldığı yerden devam ediyordu. Baraj yönünden esen her ılık esintiyle birlikte, onun ten kokusunu daha yoğun bir şekilde hissediyorum ve bu da ona olan iştahımı daha da kabartıyordu. Ona bir kol mesafesi kadar yaklaştığımda, birden bir eliyle ağzını ve burnunu kapattı ve birkaç defa öğürdü. O an teninin kokusunu olabildiğince içime çekmek, dudaklarımı boynunun üzerinde gezdirmek ve dişlerimi boynuna saplayarak, beyaz teninin altında hafifçe kabaran yeşilimsi damarlarını parçalamak için karşı konulmaz bir arzuyla yanıp tutuşuyordum. Başını geriye çevirdiğinde bana bakan gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu ve güzel yüzü tarifsiz bir dehşetle çarpıldı. Kulakları yırtan tiz çığlığı yeşil yamaçta yankılanırken, içgüdüsel bir davranışla sonuna kadar açılan çenem, onun zarif boynunu kavrayarak hızla kapandı ve dişlerim ipeksi tenini delerek boynuna saplandı. Delinen derisinden ağzımın içine süzülen kanı damağımda metalik bir tat bıraktığında, sımsıkı kapanmış olan çenemi açmadan, başımı hızla geriye doğru çektim ve böylelikle boynundan koparak ağzımın içinde kalan parçayı çiğnemeden, bir çırpıda yuttum. Aniden yere yığılan bedeni titreyerek can çekişirken, az önceki çığlığı, gırtlaktan gelen sert hırıltılara dönüşmüştü. Dişlerimin, boynunda açtığı çukurdan fışkıran sıcak kan, yüzümü yıkayıp boynumdan aşağı süzülüyordu. Ağzımı boynundaki yaraya dayayıp, tazyikle akan kanı içerken; esmer adamın hızla yamaçtan yukarı doğru koştuğunu gördüm. Beni fark ettiğinde önce aniden durdu ve ardından avazı çıktığı kadar bağırdı; olduğu yerde zıplayıp dururken, elleriyle başını dövdü ve saçlarını yolmaya çalıştı. Sonra bir süre ne yapacağını bilemez şekilde etrafa bakındı ve cesaretini toplayarak, temkinli adımlarla bana yaklaşmaya başladı; fakat ben başımı, yerdeki cesedin boynundan kaldırıp ona doğrulttuğumda ve dişlerimi tehditkar bir ifadeyle gösterip, vahşi bir köpek gibi hırladığımda geriye doğru sıçradı. Bana doğru bir adım daha atıp atmamak konusunda kararsız kalmış gibi, ileri ve geri birkaç adım atarak yerinde saydı. Bir süre sonra, gerisindeki çimlerin üzerinde, kendini yerden yere atarak ağlayan çocuğa dönüp baktı ve hızla ona doğru koşmaya başladı. Çocuğu bir çırpıda kaptığı gibi, toprak yolda park halinde beklemekte olan aracın içine atladı ve hemen sonra araç, ardında kocaman bir toz bulutu bırakarak gözden kayboldu. Aslında adam o an orayı terk etmekle çok doğru bir karar vermişti; aksi halde kadınla aynı kaderi paylaşması işten bile değildi; fakat adamın birileriyle geri dönebileceği ya da oraya başka piknikçilerin de gelebileceği, en aptal beynin bile aklından kolaylıkla geçebilecek ihtimallerdi. Bu yüzden cesedi, sadece üç tırnağının ojeli olduğu ayaklarından tutarak koruluğun içine doğru sürüklemeye başladım. O, yerde sürüklenirken, kanla ıslanmış saçları; yerdeki çeri çöpü topluyor; temas ettiği toprak parçacıklarını yakalayarak, saç tellerinin arasında çamurlaştırıyordu. Tamamen kan kırmızısına boyanmış olan elbisesinin eteği, yerde sürüklenmenin etkisiyle, belinin üzerine kadar sıyrılmıştı. Koruluğun içine girdikten sonra onu, arazinin çukurlaştığı bir yere bıraktım. Ailemi bulabilmek için köylülerden, hatta belki de tanımadığım insanlardan da kaçmam gerektiğini; ne olursa olsun hayatta kalmam gerektiğini; hayatta kalabilmek için de bir şeyler yemem gerektiğini düşündüm ve elimi çabuk tutarak, hissediyor olduğum dayanılmaz açlığımı; önümde yerde yatan ve o an benim için tek besin kaynağı olduğunu düşündüğüm cesedin boyun ve yanaklarındaki etleri kemirerek hafiflettim ve onun göbek hizasına kadar inip, dişlerimle kavradığım bağırsaklarını söküp çıkardığımda yeterince doymuş olduğumu hissettim. Ondan geriye kalan kısımlara daha sonra ihtiyacım olabileceğini düşünerek ya da tamamen, köpeklerin artık kemikleri topağa gömmelerine benzer bir dürtüyle, parçalanmış cesedin üzerini meşe yapraklarıyla kapattım. Artık kendimi eskisine nazaran daha güçlü hissediyordum. Tam oradan ayrılacağım esnada, dev bir kuşa ait olması gerektiğini düşündüğüm bir kanat sesi duydum ve ben daha başımı kaldırıp yukarı bakmaya fırsat bulamadan, kocaman bir gölgenin üzerimden geçip gittiği hissine kapıldım; ama koruluğun alıcı kuşları, o an için ilgileneceğim son şeydi. Karayazı’ya en yakın köy olan Alaca’ya gitmek için Dilek Dağı’nın güney yamacına doğru yürümeye başladım. Alaca’ya ulaşabilmek için Karayazı’nın doğusunda kalan ekin tarlalarını ve işlenmemiş arazileri katetmem gerekiyordu. Alaca köyündeki insanlar beni tanımadıkları için bir hortlak olduğumu düşünmezlerdi ve bu durumda da bana yardım etmemelerini ya da beni linç edip öldürmeye çalışmalarını gerektirecek bir neden bulamazlardı. Gerçi Dilek Dağı’na gelebilecek olan şehirli piknikçiler için de aynı şey geçerliydi ama dağın baraja bakan yamacında, pek istemeyerek de olsa canavarca bir cinayet işlemiştim ve herhangi bir konuyla ilgili olarak buralarda kimseye güvenemezdim. Aklım bu düşüncelerle meşgulken bir kadın kahkahası duyar gibi oldum ve sesin geldiğini sandığım yöne doğru yürümeye başladım. Dağın diğer bölümlerine göre bu istikamette ağaçların çok daha sık olduğu hemen fark ediliyordu, arazi ise ilerledikçe yerini kayalık bir yapıya bırakıyor gibiydi. Bir süre sonra kahkaha sesini tekrar duydum ve sesin, birbirlerine yaslanmış olan birkaç dev kayanın arasında bulunan bir mağaranın içinde yankılandığını fark ettim. Mağaranın girişi yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğindeydi ve devamı, dağın derinliklerine doğru ilerliyor gibiydi. Tavanından şıpır şıpır sular damlayan ve duvarları yosun bağlamış olan mağaranın çamurlu zemininde ilerlerken, mağaranın giriş bölümünü aydınlatan gün ışığı gittikçe zayıfladı ve bir süre sonra yerini tamamen derin bir karanlığa bıraktı. Karanlığın içinde, ellerimle ıslak duvarları yoklayarak ilerlemeye devam ettim; çünkü kaynağını bulmaya çalıştığım ses, Dilek Dağı’nda Erhan’la birlikte duyduğumuz sese çok benziyordu ve bunun, o zaman sandığımız gibi, bir kuş sesi olmadığı çok barizdi; çünkü, sesi bu kadar yakından duymak koşuluyla, en dikkatsiz kulaklara sahip biri bile bu sesin dokusunda şeytani bir kötülük barındırdığına yemin edebilirdi. Bir ara karanlığın içinde zayıf, turuncu renkli bir ışık görür gibi oldum. O an, kalın uçlu turuncu bir kalem tarafından karanlığın üzerine çizilmiş dik bir dikdörtgene bakıyor gibiydim. Biraz daha ilerleyince bunun, çevresinden zayıf bir ışık sızdıran bir kapı olduğunu fark ettim. Kapının önüne ulaştığımda o ses tekrar, belli belirsiz duyulmaya başladı ama bu sefer monoton bir şekilde bir şeyler söylüyordu gibiydi. Ahşap kapının yüzeyi kabartmalarla süslenmişti; fakat kapıdan sızan ışık, bu şekilleri, tam olarak neye benzedikleri ya da ne anlattıkları konusunda bilgi edinilebilecek kadar iyi aydınlatmıyordu. Kulpunu indirip, kapıyı, ardını görebileceğim kadar yavaşça aralarken kapı gıcırdamaktan ziyade adeta çatırdıyordu. Kapı, insan ya da hayvan kemiklerinin etrafa rastgele saçılmış olduğu, boş bir koridora açılmıştı. Koridor boyunca, çıplak ayaklarımın sessiz adımlarıyla yürüdüm. Ses artık, bilinmeyen bir dilde okunan bir dua ya da ilahi olduğunu tahmin edebileceğim kadar yakından geliyordu. Koridorun sonu, sol tarafta kalan bir odaya açılıyordu. Duvarın köşesine ulaştığımda durdum ve başımı uzatarak odanın içinde göz gezdirdim. Odanın sağ tarafındaki duvar boyunca uzanan ahşap masanın üzeri; içleri kırmızı, yeşil ve mavi renkte sıvılarla dolu olan şişelerle; hayvan ya da insana ait birtakım kanlı iç organların konulmuş olduğu bakır kap kacaklarla; çeşitli yabani otların taze ve kurutulmuş demetleriyle ve birtakım kemik parçalarıyla doluydu. Karşımdaki duvarda ise tahta raflarına çeşitli kalınlıklarda kitaplar dizilmiş bir kitaplık vardı. Geçtiğimiz birkaç yüzyıldan kalma oldukları kolaylıkla tahmin edilebilen kitapların bazıları kapaksızdı ve sadece, bir şekilde birbirine tutturulmuş, yıpranmış sarı sayfalardan ibaretti; diğerlerinin koyu renkli deri ciltlerinin sırtlarında ise birtakım tuhaf simgeler ve bilinmeyen ya da unutulmuş bir dile ait olduğunu tahmin ettiğim bir alfabeyle yazılmış kelimeler göze çarpıyordu. Sol taraftaki duvara yakın bir yerde bulunan küçük bir çukurun içinde bir odun ateşi yanıyordu ve havaya, çıtırtılarla kıvılcımlar savuran bu ateşin dans eden alevleri, titreşen kırmızı bir ışıkla odanın içini aydınlatıyordu. Ateş çukurunun çevresine belirli aralıklarla sabitlenmiş olan üç adet metal çubuğun diğer uçları yerden yaklaşık bir buçuk metre yukarıda birleşiyor ve birleştikleri noktadan aşağı sarkan zincirin ucundaki bir kanca, içinde bir şeylerin fokurdayarak kaynadığı, dış yüzeyi ise isle simsiyah olmuş metal bir kazanın kulpunu askıda tutuyordu. Kazanın içinde kabarcıklar çıkararak kaynayan, koyu kıvamlı, rengi yeşile çalan garip sıvıyı; ateşin önünde duran bir kadın, elindeki uzun saplı, tahta bir kaşıkla ağır ağır karıştırıyordu ve bunu yaparken sürekli olarak bir şeyler mırıldanıyordu. Çıkardığı o tuhaf ve ürkütücü seslere kelime denilebilirse eğer, bu kelimeler kimi zaman, yemek yerken boğazına bir şey takılmış birinin gırtlağından çıkan sesleri, kimi zaman ise susuzluktan damağı kurumuş birinin çıkardığı ağız şapırtılarını andırıyordu; ama mekandan ve içindeki nesnelerin sıra dışılığından, kadının garip görünüşünden ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla bunlar uğursuz bir dile ait büyülü sözcüklerdi. Kadının tuhaf görünüşü ise kıyafetlerinin tuhaflığından kaynaklanmıyordu, çünkü üzerinde herhangi bir kıyafet yoktu. Çırılçıplak vücudu, o anki bakış açımla profilden görünüyordu. Keçi kılını andıran, simsiyah ve aşırı derecede kabarık saçlarının bir bölümü omuzlarının önüne uzanıp göğüs uçlarını kapatıyor; geri kalan kısmı ise kalçalarının üzerine dökülüp baldırlarına kadar uzanıyordu. Teni anormal derecede, hatta şeffaf denebilecek kadar beyazdı; öyle ki derisinin altındaki kas grupları ve tüm vücudunu bir ağ gibi saran siyah renkli damar ağı bile belli belirsiz seçilebiliyordu. Oldukça kemikli olduğu fark edilen elleri, uzun ve siyah tırnaklara sahipti, hatta sadece ellerini gören bir kişi, bunların pençe olduğunu sanabilirdi. Ayak parmakları anormal derecede, en az ayak tabanlarının uzunluğu kadar uzundu ve bunlar da tıpkı el parmakları gibi; uzun, siyah, keskin ve uçları kıvrımlı tırnaklara sahipti; ama tüm bunlardan çok daha tuhaf olanı ise topuklarının olması gereken yerlerde birer adet uzun ve keskin tırnaklı ayak parmağının daha olmasıydı. Görüldüğü kadarıyla bu ayaklar düz bir zeminde yürümek için değil de sanki kuşlar gibi, ağaç dallarına ya da benzer yerlere tünemek için yaratılmış gibiydi. Yüzüne bakılırsa yirmili yaşlarındaymış gibi görünüyordu. İri gözleri parlak sarı renkteydi ve karşısında yanan ateşin turuncu ışığıyla, sarı ampullü bir çift el feneri gibi parlıyordu. İnce ve biçimli kaşları, gür ve kabarık saçları gibi siyahtı. Geniş alnının üzerinden, tıpkı boynuzu andıran bir çift küçük kemik çıkıvermişti. Elmacık kemikleri oldukça belirgindi ve iri bir çenesi vardı. Ağzı genişti ve rengi mora çalan dolgun dudaklarının arasından taşan bir çift köpek dişi, üsttekine oranla daha kalın olan alt dudağının üstüne biniyordu. Küçük burnunun sırt kısmı, yumuşak bir içbükey kavisle kıvrılıp, dar burun delikleri ve kalkık bir burun ucuyla sona eriyordu. Avını dinleyen yırtıcı bir hayvanınki gibi birbirinden bağımsız olarak sağa sola hareket eden kocaman kulak kepçeleri, saçlarının içinden çıkıyor ve sivri uçları, başının yaklaşık bir karış üstüne kadar yükseliyordu.

Sol kulak kepçesini, sanki üzerine konan bir sineği kendinden uzaklaştırmak ya da üzerinde gezinen bir paraziti düşürmek istermişçesine titreterek silkeledi ve ardından her iki kulak kepçesini de bulunduğum yöne doğru döndürdü ve dudaklarından dökülen büyülü sözcükleri söylemeyi aniden kesti. Başını hızla bana doğru çevirince irkilerek geri sıçradım. Parlak sarı renkli gözlerini gözlerime diktiğinde, başını, sanki yüzünün önünde beni görmesini engelleyen görünmez bir nesne varmışçasına, belirli bir düzenden yoksun olarak ani ve sert hareketlerle sağa sola eğiyordu.

“Merhaba.” dediğinde, bu sesin beni mezarda uyandıran sesle aynı ses olduğunu fark ettim; fakat beni ona cevap veremeyecek kadar korkutan şey, dudaklarını kımıldatmadan, benimle beynimin içinde konuşuyor olmasıydı. Bana doğru, hızlı, ama peş peşe olmayan birkaç adım atarak yaklaştı ve yaklaşık üç metre ötemde durdu. Sanki ani bir hareketimle birlikte, üzerime atılacakmış gibi yavaşça başını aşağıya doğru eğerken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. İyice eğildikten sonra durdu. Sırtını kaplayan kabarık saçlarının altında bir hareketlilik olmaya başladı ve her geçen saniye şiddeti biraz daha arttı. Kısa süre sonra, siyah saçlarının altından bir şey ya da bir şeyler çıkmaya başlıyormuş gibi oldu ve hemen ardından, saçlarının arasında; uçlarında, her biri bir kancaya benzeyen sivri uçlu kemik çıktılar bulunan, iki adet, dirsek benzeri organ belirdi. Sımsıkı bükülmüş bu garip, iri kemikli dirseklerin açıları, yavaşça bir miktar açılarak daraldı ve sonra, kabarık saçlarının altında saklı duran yaklaşık iki metre uzunluğundaki yarı şeffaf deri kanatları; korkunç bir hızla, tıpkı rüzgarın fora edilmiş bir yelkeni dövmesi gibi güçlü bir ses çıkararak açtı. O an vücudumdaki tüm tüylerimin, tehlike karşısında kabarmış bir kedininki gibi, diken diken olduğunu olduğu hissettim ve geriye doğru sıçrayarak, sırt üstü yere düştüm. Sonra kendimi, ters dönmüş bir kaplumbağanın kendini düzeltmesi gibi, beceriksizce yüz üstü döndürdüm ve ayağa kalkarak var gücümle, orayı terk etmek için koşmaya başladım. O kadar çok korkmuştum ki mağaranın dışına nasıl çıktığımı anlayamamıştım bile. Nefesim kesiliyor gibiydi ama yine de hiç durmadan, dağdan aşağı doğru koştum ve sonunda iyice bitkin düştüğüm bir yerde tökezleyerek, yüz üstü yere düştüm. Yerde hareketsiz bir şekilde yatarken, yakınlardan bir yerden su şırıltıları duyar gibi oldum ve sesin geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladım. Bir süre sonra karşımda, Dilek Dağı’na Erhan’la birlikte geldiğimizde su içtiğimiz pınarı gördüm. Artmış olan su miktarı pınarın göletini bir hayli genişletmiş ve derinleştirmişti. Eskiye nazaran oldukça berrak olan göletin kenarına konmuş arılar, uzattıkları minik hortumlarıyla su içiyordu. Biraz su içmek ve mezardan çıktığımdan beri dayanılmaz bir şekilde kaşınan yüzümü, göğsümü ve sırtımı yıkamak için göletin üzerine doğru eğildiğimde; kalbimi durdurtacak, bana aklımı kaçırtacak ve dünyaya gözlerimi açtığım güne lanet ettirtecek kadar korkunç bir görüntüyle karşı karşıya geldim. Suyun yüzeyine vuran yansımamda; siyaha çalan mor bir renk almış olan tenimi; çürümenin etkisiyle kısmen koparak dökülmüş ve altındaki kemiklerin beyazlığı yer yer açığa çıkmış yanaklarımı; ucu düşmüş burnumu; feri sönmüş gözlerimin griliğini; parçalanıp dağılmanın etkisiyle yüzüme, sırıtıyormuşum gibi bir ifade yerleştirmiş olan dudaklarımı ve yüzümdeki çürümüş etlerin arasında kımıl kımıl oynaşan beyaz renkli kurtçukları görünce; Erhan’la birlikte Dilek Dağı’na geldiğim o gün, o uğursuz sunağın kemikten dallarına bağladığımız o ufak kağıtlardan birinin üzerine “Ölümsüz olmayı diliyorum.” yazısını yazdığımı hatırladım.

GENESİS

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

15 Yorum

  1. Genenis selamlar hocam,
    uzun zamandır yoktum.hikayelerin çok iyi başarılarının devamını dilerim .
    ,

  2. GENESİS Sayende aç kaldım. Öğle yemeğime mani oldun :)
    Ama gerçekten yazıya başlayınca bitirmeden yerimden kalkamadım. Yine muhteşem bir yazı. Ne diyeyim giderek kendini geliştiriyorsun.. Bana sadece tebrik etmek düşüyor.

  3. merhaba hikayenizi nefes nefese okudum sürekliyici,akıcı bakış acısı farklı ancak son öldürme o bölüm daha sonra olması gereken bir eylemmiş gibi gözüküyordu ama buna rağmen beğendim devamını bekliyorum saygılar

  4. Sen nasıl bi kralsın. Yine mükemmel bir sonla biten hikaye. Usta yönetmenler gibi sen de finali öyle bir biçimde bağlıyorsun ki tadından yenmiyor. Umarım çalışmaların devam eder ve profesyonelliğe adım atarsın.

  5. Teşekkür ederim yorumlarınızla bana destek olduğunuz için. İyi ki varsınız. Sizler olmasaydınız muhtemelen bu hikayeler de olmayacaktı.

  6. Çok güzel tebrik ederim.
    Fakat şu kadını öldürme olayı olmasaydı daha iyiydi :)
    Üşenmeden okudum. Okuduğum ilk uzun hikayeydi ve sürükledi.
    Teşekkürler.

      1. Yeni hikayelerinizi bekliyorum. Başarılarınızın devamını dilerim.
        Hergün siteyi takip ettiğim için sıklıkla gelirse sevinirim :)

        1. Sizin, siteyi uzun süredir takip ettiğinizi ve iyi bir okur olduğunuzu, sitedeki hikayelere yaptığınız yorumlardan biliyorum. Bu yüzden de yorumlarınız benim için çok değerli. Çok teşekkür ederim. Fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim.

          1. Genesis gerçekten güzel bir hikaye olmuş . Senin hikayelerini çok beğeniyorum çabucak yenisinin gelmesini diliyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu