Fedakârlığın Ödülü
Hikaye Oku: Ayla dul kaldığında, şimdilerde birçok kadının yeni evleneceği yaşlardaydı. Elif ve Mustafa adında iki çocuğu vardı. Muzaffer Bey’in ölümü ani olmuştu; çamaşırlar kururken, çocuklar suçiçeği çıkarırken, pirinçlerin taşları ayıklanırken, dolmalık biberler doldurulurken, akşam için pişirilen yemeğin altı kısılırken ya da balkondaki tozlar süpürülürken. Camgüzeli saksısına su verilirken ve daha yapılacak bir sürü iş varken, bulaşıklar yarım kalmışken, Ayla’nın ellerinden köpükler akarken, çocuklar büyüyecekken, okulları bitecekken, sırası gelen evlenecekken birden bire gündeme gelip kurulmuştu ölüm. Ecel, Muzaffer Beyin iki kaşının ortasına oturmuş ve oradan bütün ahaliye sayısız derslerinden birini daha vermişti ansızın.
Mevsim sıcak, ölüm ise soğuktu. Sessiz mizacı, sakin kişiliği olan Ayla, kanepede hareketsiz duran eşinin öldüğünü anladığında çığlık çığlığa bağırmaya başlamıştı. Kocasını şiddetle sallamış, yüzüne bir bardak su dökmüştü. Ama nafile. Ölüm, yakalarına yapışmış bırakmamıştı. Saati gelen herkes gibi Muzaffer Bey de dünyada alacağı nefeslerin sayısını tamamlamıştı. Önceden hasta olmadığı, her hangi bir şikâyeti bulunmadığı için Ayla bu kadar şaşırmıştı belki de. Kocaman açtığı gözlerinde hayretler yanıp sönerken sesini duyanlar yanına gelmişti. Aynı şaşkınlığı yaşayan komşularından metanet tavsiyeleri almaktan başka çaresi yoktu. Terzi Muzaffer Bey, bir gün sonra küçük atölyesine gidememiş, boynuna mezurasını asamamış, kara makasını bir daha kullanamamıştı. Ayla Hanım ise gencecik yaşta yalnız kalmıştı.
Tülbent dolabını açınca iğde kokusu havalandı odanın ortalarına doğru. Cam sürgüsünü açarken duyduğu hüzün çok büyüktü. Özel günler için ütülenip katlanmış yazmaların içinden mevlitlerde takılması uygun olan örtüsünü çıkardı. İğne oyasından güllerini elleriyle gezindi, çeyizi için hazırladığı bu yarım kanat mevlit örtüsünü işlerken kurduğu hayallere için için ağladı. Oğlunun sünnetinde, kızının düğününde, komşuların okuma davetlerinde takınmayı umduğu örtüyü; Muzaffer Bey’in ölümünü takip eden kırkıncı günde takacak olması çok ağırına gitmişti.
Tüm komşuları, artık atlattıkları üzüntüyü o gün tekrar takınarak Muzaffer Bey’in ruhuna okunacak Yasin’i dinlemeye gelmişlerdi. İçeriden gelen mevlidin sesi acıklı etkiler bırakıyordu dinleyenlerde. Beyaz başörtüsü ile kalabalıkta oturan en mahzun kişiydi Ayla. Biraz ayrılığa, biraz yoksulluğa en çok da kendine ağlıyordu sessizce. Çocuklarını teselli edecek cümlelerinin olmayışına ağlıyordu. Onların hiçbir şeyi anlamayan gözlerine, yetim kalışlarına ağlıyordu. Söylediği kelimeler, evlatlarının kulaklarından kalplerine bir ağrı kesici gibi yayılıyordu zaman zaman.
Herkesin sevip saydığı bir kadındı Ayla. Çocuklarıyla kıt kanaat geçinecekti. Eşinin mesleğini evinden sürdürerek hayata tutunacaktı. Çocuklarını büyütecek, yaşamına hüzünlü fakat onurlu bir şekilde devam edecekti. Elbette zaman zaman türlü zorluklar çıkacaktı karşılarına. Ama bir yandan da zaman ilerleyecek ve bütün yaraların üzerine üfleyecek, kanattığı acıların tesellisini verecekti.
Ayla atölyeyi kapatarak kumaş toplarını ve diğer malzemeleri evin bir odasına dizmişti. Böylece masrafları azaltmıştı. Yarım kalan işleri bitirmek ve yeni siparişleri almakla işe koyuldu. Uykusundan çokça fedakârlık etmesi gerekmişti. İster istemez zor ve dar bir koridora girmişti. İşlerini yoluna koydukça genişleyen, ferahlayan bir girdapta savrulmadan ilerlemeye çalışıyordu.
Yıllar birbirini kovalarken Ayla’nın bu mücadelesini hafifletecek teklifler gelmeye başladı. Onun rahat ettirecek talipleri oldu. Ama Ayla, hiçbir evlenme teklifini kabul etmedi. Arabulucu kadınları nazikçe geri çevirdi. Kendisini çocuklarına adadı. Kumaş biçerek, teyel sökerek, dikiş dikerek, ütü yaparak faturalarını ödedi. Evinin ihtiyacını gördü. Çocukları büyüdü. Kızı hemşire oldu, oğlu öğretmen. Onun en büyük mutluluğu yavrularının kendilerini kurtarmaları oldu. Ekmeklerini kazandılar. Tam Ayla’nın yükünü hafifletecekleri sırada evlenip gittiler. Babadan kalma arazi düğün ve çeyiz eksiklerini tamamlamaları için satıldı. Ellerinde avuçlarında ne varsa okumak, mezun olmak, yuva kurmak için kullanılmıştı.
İnsanın ihtiyaçları belirliyordu, yoksul olup olmadığını. Ayla’nın bu fani dünyadan, çocuklarının huzurundan başka bir isteği kalmamıştı. O yüzden onun gözlerinde yokluk, fakirlik hiçbir zaman seğirmedi bile.
İnsanların hayata tutunmak için şeref, onur, dostluk, iffet, sadakat, komşuluk, namus, vefa, sevgi, samimiyet gibi çok büyük nedenlerinin olduğu zamanlarda yaşamak; yeni elbiselere, yeni eşyalara harcamak için banknotlara ihtiyaç duymamak demekti. Elinde bulunanlarla yetinmek, olana şükretmek, olmayana sabretmek olağandı. İnsanların kapılarını kilitlemeye gerek duymadığı, terekte duran tabakların birbirinin aynı olmadığı, sofraya illaki takım kaşık çatalların dizilmediği, kızartma kokularının tüm balkonlardan taştığı, cacık yapılırken salatalığın en taze kısmının, eteğinde yemek hazır mı diye bekleyen çocuğa verildiği yaz akşamları, birbirini tekrar ediyordu. Bir kap yemeğin komşuya da gönderildiği, sokakta turfanda meyve yenilmediği, yemek vakti geldiğinde bahçede oynayan çocukların başka bir bahaneyle ya da işaret diliyle eve çağırıldığı zamanlarla beraber akıyordu vakitler. Dün doğan bebeler liseye başlıyor, lise talebeleri çoluk çocuğa karışıyor, anne olanlar nine oluyor ve âdeta zaman alaycı çalımlar atarak insanlarla dalgasını geçiyordu.
Ayla elindeki eteğin teyellerini sökerken uyuyakalmıştı yine. Bazen zil bazen de telefon sesi onu kendisine getirirdi. Bu sefer “Huuuu!” diye seslenen Fatmaana Teyze’ydi, gürültülü nefesiyle oflaya puflaya içeri girdi. Ayla hemen toparlandı. Misafirini karşıladı. Uzun zamandır uğramayan misafirini içeri buyur etti. Fatmaana Teyze mahallenin büyüklerindendi. Kızı Elif’in kısmetine de o ön ayak olmuştu. Oğlu Mustafa, eşini kendisi bulup getirince Fatmaana Teyze, mahallede söz verdiği kızlara biraz mahcup olmuştu ama Mustafa’nın düğününde el çırpmayı, oynayanları seyretmeyi, evlenecek yaşa gelmiş kızları arşivlemeyi, gelini baştan aşağı tedirgin edecek kadar süzmeyi ihmal etmemişti. Elbette her şey kısmetti. Bunu en iyi bilenlerden birisi Fatmaana Teyze’ydi. Kimi zaman ödüllere boğulan bu kadın, kimi zaman da hakaretlere uğrayabiliyordu. O bölgenin aracılık işlerini yapan yaşlı kadın, getirdiği haberin kişisini anlatırken öyle ballandırıyordu ki gülümserken gerilerde bulunan altın dişi ışıldıyordu. Hele de “Sen bu işi yap, dile benden ne dilersen.” diye gelen teklifleri daha bir iştiyakla anlatıyordu. Altın dişi ve gülümsemesiyle, hiç bitmeyen kelimeleriyle ardı arkası kesilmeyen cümleleriyle bu sefer diyecekleri Ayla içindi. Eşini uzun zaman önce kaybetmiş, hâli vakti yerinde, emekli, çocuklarını evlendirmiş olan Hacı Muhittin Bey’den haber getirmişti. Bu talibine de diğerleri gibi hiç sıcak bakmadı Ayla.
“Kız etme bir düşün.” dediyse de laf dinletemedi, Fatmaana Teyze.
“Bak çocukların seninle işi bitti. Bu yalnızlık çekilir mi? Çok pişman olursun.” dedi ama nafile. “Kız gezersiniz, çok iyi anlaşırsınız, ikinizin derdi de yalnızlık, birbirinize çare olursunuz işte ne güzel. Bırak artık, milletin teyellerini sökmekten usanmadın mı?” dedi demesine ama Ayla, olur demedi yine.
Çok yakında oğlunun çocuğu olacaktı. Gelini de öğretmendi. Çocuğa bakmak konusunu kendisine vazife edinmişti. Hatta torun heyecanı ile aşırı gönüllüydü. Kızının çocuğu olduğunda yine bakacak birisine ihtiyaç olacaktı. Ayla evlenmeyi, hele bu saatten sonra hiç istemedi. Omuzlarına dökülen saçları seyrelmiş, rengini yorgun bir griliğe terk etmişti. Ela gözlerinde ışık azalmış, göz altları torbalanmıştı. Alnında, çene altında yılların imzaları, acılarının hatırası çizgiler çoğalmıştı. Yazmayla örttüğü saçlarını sıkıca toplarken aynada kendini izledi. Muzaffer Bey’in eşi olduğu günlerde sahip olduğu güzellik, kaybolmuştu sanki. Üzerinde bulunan elbisenin renkleri gibi solup gitmişti gençliği de. Aynada kararlılıkla süzdü kendisini. Söz verdi bir defa daha. “Yok, evlenmeyeceğim.” diye fısıldadı aynadaki yorgun sureti sanki dert arkadaşı bir başka kimseymiş gibi.
Kısa bir zaman sonra ismini Muzaffer Efe koydukları torunu dünyaya geldi. Dünyalarına bir heyecan, tatlı bir telaş katılmıştı böylece. İsminin de etkisiyle bu bebek Ayla’nın uzun zamandır yaşadığı en büyük teselliydi. Gelinin soğuk davranışlarının, çalımlı konuşmalarının baskılayamayacağı bir sevinçti bu. Gecesini gündüzünü vereceği bir mutluluğun kıyısında bulmuştu kendisini. Ayla günlerin geçtiğini Muzaffer Efe’nin girdiği yaşlarla anlamaya başladı. Üç aylık, dokuz aylık, iki yaşında… Zaman artık hesabını minik torunu üzerinden işletmeye başlamıştı. Okuldan dönen gelin; çocuğunu en iyi şekilde bakılmış, evini toparlanmış, yemeğini hazırlanmış olarak buluyor ama teşekkür bile etmiyordu. Güler yüz göstermeyi bile çok görüyordu kayınvalidesine. Bütün bu kırıcı tavırları, torunuyla geçirdiği mutlu saatlerin bedeli olarak gören Ayla, aldırış etmemeye çalışıyordu. Lakin bir gün gelinini ve oğlunu tartışırlarken duyduklarına çok kırılmıştı.
Gelini, “Eve geldiğimde gitmiş olmasını istiyorum, karşılaşmak bile istemiyorum.” diye bağırıyordu Mustafa’ya.
Bir an kendisinden bahsedildiğine inanamadı. Onca iyiliği dokunduğu, emek verdiği, sevgi gösterdiği birinden böyle incitici sözler duymayacağına emindi. Ama sözler bizzat Ayla’yı işaret ediyordu. Oğlu, annesini savunmak yerine karısını sakinleştirmeye çalışıyor ve “Tamam konuşurum biz gelmeden evine geçer.” gibi cevaplarla eşini yatıştırmaya uğraşıyordu. Fenalaşır gibi olmuştu Ayla. Bu duydukları karşısında sitem edecek, hesap soracak gücü kendinde bulamamıştı. Sessizce ayrıldı evlerinden. Çok sonra anlayacaklardı duyduğunu, kırıldığını, çekip gittiğini. Kendi evine doğru geçerken ne kötülük yapmış olabileceğini düşünmedi bile. Emindi, sevgisinden, emeğinden… İyilikten başka verdiği hiçbir şey yoktu evlatlarına. Belki de Muzaffer Bey’in ölümünden daha çok canını acıtmıştı duydukları. Taziyesiz, kefensiz, salasız, kabirsiz bir şekilde ölmüş; diri diri toprağa girmişti sanki.
Aynanın karşısında, yaşlılığın alametlerinin sardığı yüzünü elleriyle yokladı. Bunun için miydi bütün bunlar? Derken yalnızlığın içinde kaybolan günlerini, yoksulluk içinde geçirdiği ay sonlarını, uykusuz gecelerini, iğne batan, bobin saran ellerini, sürekli makine sesiyle inleyen beynini, sayıları silinmiş mezurasını, dikiş kutusunda eskiyen yüksüğünü, gıcırdayan ütü masasını, ağrıların sardığı eklemlerini düşündü. Ellerini hayretle ağzına götürdü ve sessizce ağladı. Çok kırılmıştı. İstenmediğini hoyratça duymak zoruna gitmişti. Sevilmemek ağır gelmişti Ayla’ya.
Her şeyin tesellisi derdi ile birlikte yaratılıyordu bu dünyada. Derde düçar olan devasını da kendi elleriyle dertop edebiliyordu. Ayla gençliklerine mi verdi; duyduklarını yanlış yorumladığına mı inandı bilinmez bu keskin acının da üstesinden gelmeyi başardı bir şekilde. Engin anne yüreği kim bilir hangi bahaneyle affetti evladını. Kurşun gibi dertlerin ağırlığı altında ezilirken kuş gibi hafiflemenin yolunu nasıl buldu bilemeyiz. Başına gelen bütün sıkıntılar gibi bu da bir imtihandı. Oğluna hiç ilenmedi. Ona kötü bir son dilemedi. Yaptığı fedakârlıkları başlarına kalkmadan devam etti annelik serüvenine. Mustafa da anlayacaktı bir gün hatasını; ama aklı başına geldiğinde boynuna sarılıp af dileyeceği bir anne bulacak mıydı orasını kimseler bilemeyecekti…
Yazan Betül Şatır