Bahadır Efsanesi 3. Bölüm
Bahadır işi bitince Akhisar’da [Kitaptaki Akhisar’ın Manisa Akhisarla bir alakası yoktur.] biraz dolaştı, şehirdeki tüm evler kerpiçten yapılmış, güzelce sıvanmışlardı, ancak badanalı değillerdi. Evlerin çevresinde genelde kerpiç duvarla yapılmış bir avlu bulunuyordu, bu avluların içinde yükselen meyve ağaçları vardı, şehirde çok sayıda çeşme vardı, çoğu sokak ise bir at arabasının rahatça geçeceği kadar genişti. Şehir duvarı çok yüksek değildi, insanların rahatlığına bakılırsa şehir hem güvenli hem de müreffeh olmalıydı ki Bahadır’ın bildiği kadarıyla öyleydi. Şehirde çok sayıda zanaatkar ve tüccar dükkanı bulunuyordu, ticaret canlıydı, bu bölgede deve ya da eşek kervanları yerine at arabası kullanımı yaygındı. Bu yüzden Akhisar’da çok sayıda araba yapan, tamir eden ya da araba işleten kişi bulunuyordu.
Bahadır gezmekten yorulunca Taşhisar’a gitmeden geceyi geçirmek için bir hana uğradı, handa güzel bir kebap yedi ardından odasına çekildi. Rahat bir uyku uyuduktan sonra sabah handaki tüccarların konuşmalarını dinleyerek tarhana çorbası, köy peyniri, yumurta, yeşil soğan ve ekmek ile ettiği sabah kahvaltısını yaptı. Tüccarlar Taşhisar’daki büyük dolu felaketinden bahsediyorlardı, ekinler yaşken yok olmuştu. Bahadır koyun sürüsünü satarak öğrenciliğini rahatça geçirecek bir parayı zaten elde etmişti fakat fırsat fırsattı ve Tahir’den çaldığı bin altın katlama fikri çok hoşuna gitti. On araba dolusu kuru meyve ve sebze, elli araba dolusu bakliyat ve tahıl aldı, kalan parası ile şehirde ne kadar boş araba varsa kiraladı. sekiz yüz altın mallara iki yüz altın araba kirasına harcamıştı.
Yola çıktılar, arabacılar ona beyim diye hitap ediyorlardı, yanında kendi iki yüz altının yanı sıra arabacılara Taş hisara varınca ödeyeceği paraları da vardı. Onun dışında her şeyi harcamıştı. Yol boyunca pek çok yeni şey öğrendi Bahadır, mesela arabalardan anlamadığını, arabanın biri yolun ortasında dingili kırıldı, tamir etmek yarım güne mal oldu. Daha sonra yük yüklemekten anlamadığını da öğrendi, çünkü yolda tepelerde, dik yokuşlarda arabalarının yarısını aşağıda bırakıyor bir arabaya iki yerine dört at bağlayıp sıra ile güç bela tırmanıyorlardı, sonra dönüp atları aşağıdaki arabalara bağlayıp onları da çekiyorlardı.
On günlük bir yolculuktan sonra Bahadır Taşhisar’a vardı. Taşhisar, Akhisar gibi bozkır iklimine sahip değildi, çok daha yeşil bir yerdi. Arazinin Akhisar gibi düz olmaması nedeniyle şehir çok daha sıkışık kurulmuştu, çoğu sokaktan at arabası geçirmek bu yüzden mümkün değildi. Şehrin merkezinde çok büyük olan Çeşmeli Medresesi bulunuyordu. Medrese bu adı medresenin yanındaki caminin çok sayıda çeşmesi olan şadırvanından almıştı. Taşhisar’da evler avluluydu ancak avlular Akhisar’a göre daha küçüktü ve hem hisar, hem dış duvarlar hem de evler gri bir taştan yapılmıştı.
Bahadır bir başka şeyi daha yanlış tahmin etmişti, daha kimsenin gıda stokunun bittiği falan yoktu, yani aldığı fiyattan malları satması dahi mümkün değildi. İkiyüz altınına veda etti ve şehrin biraz dışındaki oldukça geniş bir çiftlik evini satın aldı. Evi gıda ile doldurdu, camlarını ördürüp kilere çevirdi, tek bir odayı kendisi için ayırdı.
Artık parası olmayan bir adamdı ama Bahadırın çok miktarda değerleneceğini umduğu malı vardı.
Atına atlayıp Taşhisar’ın meşhur çeşmeli medresesine gitti. Oraya eğitim için gelen yüzlerce kişiden biriydi. Giriş sınavı için kaydını yaptırdı, neyse ki okulun ücreti azdı.
Bahadır bir eksiğini yeniden hatırladı, okumayı bilmiyordu. Çevrede bir özel hoca buldu, parası bittiğinden adama ödemeyi elma kurusu ile yaptı. Adam ona okumayı iki günde söktürdü, ardından Bahadıra hem okuması için küçük bir kitap hem de yazması için bir defter sattı. Bahadır kitabı beş defa okuyup defteri ise düzgün yazı yazma çalışmaları ile doldurdu.
Sınav zamanı geldiğinde çeşmeli medresenin bahçesinde öğrenciler sıralanmıştı, kıdemli öğrenciler kapıda durmuş aday öğrencileri birer birer içeri alıyorlardı.
Bahadır onuncu sırada içeri girdi. Karşısında üç hoca vardı ama Aksakallı, ağır sesli, kavuklu cübbeli bir hoca esas soruları soran kişiydi, diz üstü oturdu.
Hoca “İsmin nedir.” diye sordu. Bahadır “Bahadır” diye cevap verdi. Aklına öğrenciniz tarzında yalaka cevaplar vermekte geldi fakat boş bilgiçlik taslayıp kendini yakmayı riske edemezdi. Hoca “Söyle bakalım ilmin başı nedir.” Bahadır iki dakika sessizce durdu ve düşündü, onu buraya getiren neydi? Öğrenme açlığıydı. Meraktı. Bahadır cevap verdi “ Meraktır hocam.” Hoca “Niye meraktır?” Bahadır soruya verdiği cevaptan ziyade kafasını kullanma kapasitesinin ölçüldüğünü anladı. “İnsan açlık hissetmezse yemez, susamazsa su içmez, aynı şekilde ilme açlığın adı meraktır, merak olmadan ilme başlanmaz.” Bahadır Hocayı dikkatle inceledi. Adam hiç bir hissini belli etmiyordu.
Hoca İslam’ın, imanın şartlarını ve birkaç namaz duası sordu, Bahadır’a bunları küçükken eniştesi öğretmişti, rahatça cevap verdi. Ardından daha ileri konulara geçti ve Yasin okumasını istedi, Bahadır bilmediğini söyledi. Hoca bunun ardından Bahadırdan on üçle sekizi çapmasını istedi Bahadır hemen “yüz dört” dedi. Ardından Bahadırdan kırk sekizi sekize bölmesini istedi. Bahadır “Altı” dedi. Hoca ardından Bahadır’a otuz iki daha önce sordukları dışındakileri saydırdı. Ardından Bahadıra kimya için kullanılan bazı eşyaları gösterip isimlerini sordu, Bahadır bilmediğini söyledi. Gerçi amaçlarını tahmin etmişti ancak sallayarak riske girmek istemedi.
Hoca sordu, “Oğlum tahsilin nedir, bizden önce nerede tahsil gördün.” Bahadır “Görmedim hocam, ailemden ve çevremden öğrendiğim kadar biliyorum.” Hoca “Tahsilsiz biri için din bilgin iyi, matematik bilgin, sorulara cevap verme hızın ve mantığın iyi.” Hoca “Sonucu sana söyleyeyim, medresenin kafalı talebelere ihtiyacı var, adım Hakkı ve seni kendi sınıfıma talebe alacağım.” Bahadır gülümsedi.
İsmail bey dertliydi, Bahadır’ın dediği taşlık arazide yerlerde çok sayıda ceset bulunmuş, çevreye dağılan koyunlar insanların dillerine dolanmıştı. Kimse ne olduğunu bilmiyordu, görmemişti. Zaten Bahadır’ın sözleri üzerine her yere atlılar yollamış olan İsmail bey ise ne olduğunu neden olduğunu bilmediği hadise yüzünden kendini huzursuz hissediyordu. Ülkenin bu kadar iç bir bölgesinde Kızıl Kağan’ın adamlarının olduğu fikri onu hem tedirgin ediyordu. Her yerde hem Yüksekhisar muhafızlarını hem de Kızıl Kağan’ın adamlarını bulmak üzerede gözcüler çıkarmıştı, adamlarına da sadece bilmeleri gereken kadarını söylemişti. Halkı Kızıl Kağan’ın adamları ortada geziyor diye tedirgin etmeye hiç niyeti yoktu.
Önce Tahir ve iki adamının zehirlenmiş cesetleri bulundu. Ardından bir handa yaralı arkadaşları ile ilgilenen dört muhafız. Muhafızlar direnmeden Akhisar Beyi İsmail’in karşısına çıktılar. Elleri bağlanmıştı.
İsmail bey “Bu haliniz nedir?” diye ilk sorusunu sordu. Adamların hepsi yara bere içindeydi, pek çok yerleri sargılıydı. “Haydutların saldırısına uğradık beyim.” dediler. İsmail “Kimsiniz?”. Aynı adam “Bu yoldan geçen tüccarlarız mallarımızı kaybettik beyim.” İsmail bey yalan söylediğini bildiği bu adamlara; “Kılıçlarınızdaki çentiklere, bakılırsa yaman savaşmışsınız. Üstelik subaşına haber vermek yerine hancıya sessiz olması için para vermişsiniz. Bakın benle oynamayın, ne halt yediniz, kimsiniz hemen söyleyin yoksa…” Muhafızlar birbirlerine bakındılar, söyleyecek yalanları sınırlıydı. İçlerinden biri “Kaçak ipek taşımaktaydık, kanundan yardım alamazdık, zaten tüccarda değiliz. Haydutlar yörük kılığında saldırdı ve mallarımızı alıp kaçtılar beyim. Bizim başka her hangi bir suçumuz yok.” İsmail öfke ile bağırdı “Yalanlarınız yetti, kellelerini vurun, Yüksek Hisara yollayın!” Adamlar o kadar sadıktılar ki boyunlarını eğip kaderlerine razı oldular. Ama İsmail Bey adamların sadakatlerini görünce “Sizin kellelerinize yakında beyinizin kellesi de katılacak, hele sultan ne olduğun bir duysun.” Dedi, bu sefer muhafızların reisi hızla “Beyimizin size ya da sultana karşı bir kabahati yoktur, evet sizden gizli bir iş çevirdik fakat bu sadece ülkenin ikbali içindir.” İsmail bey bir kaşını kaldırdı ardından “Konuşmaya devam et.” dedi.
Bildiğiniz gibi Yüksekhisar Kızıl kağan’a komşudur, beyimiz de kızıl kağan’a karşı Gulam devleti [Gulam=Memlük (ikisi de erkek köle anlamında), bu kitapta herşey gibi devlet adları da biraz farkı. Sebebi bana tarihe tam uymama özgürlüğü sağlaması. ] Emirlerinin desteğini almak için onlar sık sık hisarımıza davet eder ziyafetler verir. Emir Tarık Belma’yı görmüş beğenmiş. Beyimizde ittifak kurmak maksadı ile kızı ile Emir Tarık’ı evlendirmeye karar verdi.” İsmail bey “Sizde kız güvende olsun diye kara yolu yerine, gemi ile Güzelce limanı üzerinden onu götürmeye karar verdiniz anlaşılan.” Muhafız evet anlamında başını salladı.
İsmail bey “Sultanlardan izin almadan kalkıp ittifak yapmak hiç akıllıca değil. Fakat Yakup’un yerinde olsam ben ne yapardım bilmiyorum.” Yüksekhisar zaman zaman Kızıl Kağan’ın yağmacılarının tacizine uğrardı, Emir Tarık gibi kızıl Kağan’ın belalısı bir adamla ittifak Yüksekhisar’a tacizleri çok azaltabilirdi.
İsmail bey “Kız nerede, kimin elinde biliyor musunuz?” Muhafızlar “Hayır beyim, bilmiyoruz. İsmail bey “ Maalesef kız, Kızıl Kağan’ın eline geçti artık ne yaparsınız bilmiyorum. Beyinize gidip durumu haber verin.” Adamlar “Bunu nereden biliyorsunuz?” İsmail bey “Biri sizi takip etmiş, neden sormayın. Bana da haberleri o getirdi. Şimdi gidin beyinize haberleri götürün.” Adamlar “Kızı kaçıranlar neredeler?” İsmail bey “Bilsem kendim o yılanların kafasını keserdim.”
Muhafızların reisi tek başına yüksek hisara doğru yola çıktı, adamlarına Yüksekhisara dönmemelerini söyledi. Adamlarının kendisi ile beraber ceza almasını istemediği belliydi. İsmail bey ise sultan Tuğrul’a durumu ayrıntıları ile anlatan bir mektup yazdı ve yolladı.
Bahadır yaz vakti derslere başlamıştı, aylar ayları kovaladı ve sonbahar geldi, Taşhisar beyi, şehri akıllı hocalarla dolu olmasına rağmen zevk sefa peşinde aptal bir adamdı. İçki sofralarından kalkmaz, şehri dolduran âlimleri dinlemek, onları meclisine çağırmak yerine şehrin şarkıcı ve boş şairleri ile gününü geçirirdi. Sultan eski Taşhisar beyi olan şimdiki beyin babasına duyduğu minnet borcu yüzünden Taşhisar beyini görevden almamıştı. Taş hisar beyi zevk sefa derdinde olduğundan dolayı ne dolu yağıp halkın tarlalarını telef edince haberi oldu ne de bir önlem aldı. Bahadır yaz aylarında Aram Alçakyan adlı bir tüccarın köylülerin az miktardaki hasadının alabildiği kadarını aldığını fark etti, pazarda hala fiyatlar artmamıştı fakat köylülerin elinde sadece kendi kışlık ihtiyaçları artı gelecek seneye kullanacakları tohumlukları kalmıştı. Aram Alçakyan insanlar kilerlerini doldurmak için alışverişe başlayacakları sonbahar ayları için hazırlanıyordu. Alabildiği kadar malı depoluyor yaz aylarında ise fiyatların normalin üstüne çıkmaması için piyasaya gerektiğinde mal veriyordu. Bahadır bu yüzden mallarını yazın iyi bir fiyata satamamıştı.
Bahadırın ambara çevirdiği evi erzakla doluydu. Bahadır derslerine giderek günlerini geçiriyordu. Fakat parası tükenmiş olduğundan almak istediği pek çok kitabı alamıyordu.
Bahadır derslerini çok güzel anlatan ve öğrenmek isteyen talebeye öğrenmesinde sonuna kadar yardımcı olan Hakkı hocayı çok seviyordu. Hakkı hoca Bahadır’a pek çok dini ilim konusunda temel dersleri vermişti. Bahadır aynı zamanda Akif hocadan kimya, astronomi ve fen, Ragıp hocadan Tıp ve ecza, Mahir hocadan ise mühendislik, matematik ve geometri dersleri alıyordu. Bu Bahadır’ın diğer öğrencilerin iki katı derse girmesi demekti fakat ilme o kadar açtı ki dersten derse koşuyordu, çoğu zaman medresenin vakfiyesinde kalıyor, orda yiyor, ödünç aldığı kitapları hiç medreseyi terk etmeden orada okuyordu.
Vakfiye fakir öğrenciler içindi Bahadır bundan dolayı kendi deposundan birkaç çuval malzemeyi vakfa bağışlamıştı ki kimsenin hakkına girmesin. Bahadır Alçakyan’ın ne yapacağını tahmin etmesine rağmen derslere daldığından planını unutmuştu.
Ekim ayında vakfiyenin hesap kitap işlerinden de sorumlu olan Matematik hocası Mahir hoca yanına gelip “Bahadır, bir anda tüm erzak fiyatlar fırladı, sen birkaç ay önce vakfa mal getirmiştin bildiğin bir yerden uygun fiyata mal bulabilir miyiz?” Diye sordu. Bahadır “Tüh, niye size söylemeyi unuttum!” dedi. Mahir hoca Bahadır’ın son birkaç aydır bulunduğu durumda yani derslere dalıp kendini unutma durumunda yılardır bulunuyordu bu yüzden Bahadır’ın tavrını garipsemedi. Bahadır açıklamaya başladı “Bu bahar sizin buraya dolu yağdı, hali ile hasat az oldu. Bu bölgeye bunu duyan pek tüccar mal getirdi fakat fiyatların artmamış olduğunu görünce ellerindeki malı aldıkları fiyattan satıp yol masraflarını zarar yazdılar ve tekrar buraya mal getirmediler. Fiyatların ekin azaldığı için artması gerekiyordu. Fakat Aram Alçakyan adlı bir tüccar zarar etmek pahasına fiyatları normal düzeyde tuttu ve pazara mal getiren köylü ve tüccar herkesin mallarını o fiyattan satın aldı. Şimdi tüm erzak onun elinde ve herkes şu aralar kilerlerini doldurmak için erzak aramaya başladı. Taş hisara bahar vakti mal getirmek bile çok zor kış olunca kimse istese bile erzak getiremez. Haliyle Alçakyan kara borsa fiyatına malları satacak ve çok iyi para kazanacak.” Mahir başını kaşıdı üzüntülü ve şaşkın bir halde “Bu vakfın fakir öğrencileri ne olacak?” diye sordu. Bahadır “Ne kadar mala ihtiyacınız var?” Mahir “Beş araba yükü tahıl, iki araba yükü bakliyat, bir araba yükü kuru meyve, sebze ve turşu yedi sekiz davar, ya da bir sığır. Bahadır 100 kişilik vakfiyeli öğrencileri 6-7 ay beslemenin bu denli çok gıda gerektireceğini biliyordu. Üstelik bu denilen miktar ancak bu yüz öğrenciyi beslemeye yeterdi, yaklaşık otuz bin kişi nüfuslu Taşhisar merkez ahalisinin ise durumu haraptı, tüm mal varlıkları karaborsacının eline düşecekti.
Bahadır düşündü, zenginler artan fiyatlarla servetlerini kaybedecek, fakirler aç kalacaktı, bir çözüm olmalıydı. Mahir hocaya döndü “Hocam, istediğiniz mal bende var fakat aklımda başka bir plan var, bu işi gelecek aya çözeceğim, o zamana kadar idare etmeniz için ise size bir araba gıda hibe edeceğim.” Mahir hoca teni güneşte yanmış, sıradan bir köylü gibi yiyen ve giyinen öğrencisine şaşkın gözlerle baktı. Nasıl olur da bir araba mal hibe edecek kadar malı olurdu bu çocuğun?
Bahadırın planı açıktı, zengin bir arkadaşından süslü elbiseleri ders anlatma karşılığı ödünç aldı onları giydi, Aram Alçakyan’ın çarşıdaki dükkânına gitti.
Bütün gıda tezgahları boştu, Aram Alçakyan’ınkiler hariç, Alçakyan’ın karşısına çıktı ve çevresine ahaliyi toplamak için bağırmaya başladı “Alçakyan, hatırlıyor musun, sen benim dayımı iflasa sürüklemiştin! Pis tefeci bende seni iflasa sürükleyeceğim.” çevre esnafı ve ahali gözlerini Bahadır’a diktiler, Alçakyan yanında silahlı korumaları ile karşısına çıktı, süslü elbiseleri içinde pis pis sırıtıp, “Hamdi’nin mi yoksa Mehmet’in mi yiğenisin bilmiyorum. Ama bana bulaşırsan dayın gibi iflas edersin.” Bahadır kahkaha attı “ Ahali benim çiftlik evimde bir kantar [Kantar: 57 kiloluk bir birim, siz büyük bir çuval gibi düşünebilirsiniz] tahıl kırk akçe, [Akçe: Bir gram civarı gümüşten yapılan küçük bir para. 120 akçe 1 altın, 40 akce 1/3 altın 80 akçe 2/3 altın ediyor.
] bir kantar bakliyat seksen akçe, bir kantar kuru sebze 120 akçe (bir altın), bir kantar kuru meyve iki altın, Alçakyan zarar etsem de malların ellerinde çürüyecek, iflas edeceksin.” bu fiyatlar Bahadır’ın malları aldığı fiyattı, tüm mallarını bu fiyattan satsa sadece mala harcadığı parayı geri alabilecekti ve araba kirasını zarar yazacaktı. Bahadırın sözü ile kalabalık bir gurup onu takip etmeye başladı, Bahadır ilk günden malının üçte birini zararına sattı. Ertesi gün ise malının yarısı bitmişti. Bahadır böyle giderse bir hafta içinde tüm malını zararına satmış olacağını biliyordu. Üçüncü gün Alçakyan Bahadır’ın fiyatının yarısına indi, vatandaşın akın akın Bahadıra gitmesi ve Bahadır’ın o fiyat üzerinden satışa devam etmesi Alçakyan’ın gözünü korkutmuştu, malların elinde çürüyecek tehdidi işe yaramıştı. Alçakyan malı elinde çürüyüp tamamen iflas etmek yerine zararının yarısını kurtarmayı kar saydı. Halbuki Bahadır blöf yapıyordu. Bahadır rakibini tuzağa düşürdüğünü fark edince fiyatları maliyetin 1/3’üne indirdi Alçakyan bir gün bile beklemeden 1/4’e indi. Bahadır’ın planında küçük bir kusur vardı, Alçakyan’ın elinde çok fazla mal vardı ve Bahadır yeterince mal satamazsa ellerindeki mallar çürüyecekti. Bahadır çaresizlik içinde fiyatı 1/5’e indirdi. Ertesi gün Alçakyan 1/10’dan mallarını satıyordu. Bahadır mal satmayı bıraktı. Mallarının yarısı duruyordu bir şekilde elindeki kalan buğdayı çürümekten kurtarmalıydı, elinde sattığı mallardan kazandığı dört yüz altın ve büyük ölçüde boş bir ev vardı, Aklına bir plan geldi.
Bahadır sonbahardaki kötü havaya rağmen rağmen çevredeki yakın köyleri dolaşıp araba araba tavuk ve horoz aldı sonrada evin her odasındaki ocakları [Burdaki ocak hem ısınma hem de yemek yapma için kullanılan bir şömine ancak kitapta zaten olmaması gereken yeterince kelime var (kara borsa gibi) şömineyi de onlar arasına ekleyip kitabın atmosferini daha da bozmak istemedim] yaktırdı ve evi ısıttı. Evin boş kısımlarını kümese çevirdi ve elindeki tahılları onlara yem yapacaktı. Bu işlerden anlayan bir köylüyü tavuklara bakmak üzere tuttu, yumurtalar satılmayacaktı, bahara kadar olabildiğince çok civciv üretilecek, kesime hazır tavuklar ise canlı olarak satılacaktı. Bahadır normalde evine çok et girmeyen fakir insanların bile Alçakyan’ın ucuz tahılları sayesinde mutfak masrafından epey tasarruf ettiklerini ve artık et alabileceklerini hesap ediyordu.
Bahadır yirmi günlük bir aranın ardından tavuk işini halledip medreseye geri döndü. Hiç bir arkadaşının onun başarılarından haberi yoktu. Bahadır çok para kazanmak yerine halkı aç kalmaktan kurtarmıştı, birkaç tüccar hariç insanların bundan haberi yoktu. Ama Bahadır içinden “Haydan gelen huya gider, dedi. Alçakyan tüm mallarını yok pahasına satmıştı, elinde geçen para ise büyük planı için aldığı borçları karşılamayacağından şimdiden iflas etmişti. Diğer şehirlerdeki alacaklıları durumu öğrenmeden elinde kalan parayla kış vakti şehirden kaçmaya karar verdi. Şehirden ayrılırken Bahadırı gördü, Bahadır kışlık köylü elbiseleri içindeydi, fakat Alçakyan onu yüzünden tanıdı ve seslendi “Çocuk beni iflas ettirdin fakat sen de iflas ettin. Kimin yeğenisin, bu yaptığına değdi mi?” Bahadır Alçakyan’a döndü, yüzünde ben de bu anı bekliyordum dercesine bir gülümseme belirdi “Alçakyan. Ben hiçbir tüccarın yeğeni değilim. Üstelik senin yirmide birin kadar bile malım yoktu. Ama seni kandırdım ki ahali aç kalmasın.” Alçakyan kafasını kaşıdı “Ama sende zarar ettin, bire dört bire beş kar edebilirdin, zengin olabilirdin. Niye böyle bir ahmaklık yaptın?” Bahadır “İyi bir din hocam var, sevap kazanmak istedim! Birde dolandırıcılara karşı bir düşmanlığım var, onları katakulliye getirmekten büyük keyif alıyorum.” Bahadır sırıttı Alçakyan ise birkaç damla göz yaşı döktü. Ardından arkasına bakmadan arabaya bağlı atlarını kırbaçlayıp uzaklaştı.
Mahir Hoca medreseye dönünce Bahadır’a teşekkür etti. Her ne kadar ahalinin haberi olmasa da Mahir hoca ve diğer hocaları Bahadır’ın servetini halka hizmet yolunda feda ettiğini biliyorlardı. Bahadır onlar tarafından kahraman gibi karşılandı hocaları Bahadır’a ucuz mal aldıkları için çokça artan o seneki vakıf bütçesinin kalanını vermeyi teklif ettiler. Bahadır reddetti. Bunu doğruluk olsun diye değil, “bir iyilik yaptım tam olsun” diyerek yaptı.
Mustafa Söylemem
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
Her ne kadar bir kitaptan alınmış olsa da hikaye gerçekten çok güzeldi. Devamını bekliyorum.
Kendi kitabımdan. YAYINLAMADIĞIM VE YARIM OLAN kendi kitabımdan. Yani başkasının işini kendi işim diye yayınlamıyorum. Yayınlamak isteyen yayınevi çıkarsa kitabı tamamlar, yayınlatırım.
Bahadır Efasanesi başka bir yazarın kitabından alıntı değildir. Bizzat yazarımızın kendi yazdığı kitabın bölümleridir.
Anladım, hikayenin bir çok yerinde kitapta şöyle böyle gibi ifadeler geçtiği için başka kitaptan alıntı zannetmiştim.
Tekrar söylüyorum hikayeniz gerçekten çok başarılı ve ben çok beğendim. Başarılar dilerim…