Bahadır Efsanesi 4. Bölüm
Bahadır ocak yanında özel bölmeler yaparak kuluçka sürecini kolaylaştırdığını fark etti, böylece daha seri tavuk üretiyordu, bunun dışında döllenmeyi hızlandırmak içinde bazı yöntemler bulmuştu. Çalışan sayısı tavuk sayısı ile artmış, beşe çıkmıştı ve iyi fiyatlara tavuk satıyorlardı. Bahadır çarşıda tavuk satmak için bir dükkân bile ayarlamıştı. Ahalinin gıdaya harcayacağı fazladan para böylece ucuza tavuk üreten ve normal fiyattan satan Bahadır’a geliyordu.
Bahadır cebi para görünce onlarca kitap almış kendi evine küçük bir kütüphane kurmuştu, üstelik kendi tasarladığı yeni yeni mühendislik icatlarını marangozlar demirciler ve dericiler gibi pek çok zanaatkâr tutarak kolayca yaptırıyordu. İyi kazanmasına rağmen kazandığı para bilimsel heveslerine gidiyordu.
Böylece bahar geldi, Karlar erir erimez Bahadır başka şehirlerden gelen tüccarlara da çok sayıda tavuk satmaya başladı. Medresede zeki Bahadır olarak bilinirken şehirde ise tavukçu Bahadır olarak tanınıyordu. Üstelik Bahadır tavukçuluk işini öyle iyi organize etmişti ki nadiren çalışanlarına yardımcı olması müdahale etmesi gerekiyordu. Para tavuktan geliyor Bahadır’ın bilimsel heveslerine gidiyordu.
Bahadır böylece on beş yaşına basmıştı. Bahadıra kalsa bu iş böylece sürüp giderdi, Bahadır parası sayesinde rahat yaşıyor, iyi yiyor, iyi giyiniyor istediği kitapları alıp hiçbir işe yaramayacak icatlar yapıyordu. Ama Bahadır’ın neden o dönemlerde kimsenin tavuk çiftliği işine girmediğini anlamasının vakti gelmişti, kapalı ortamdaki çok sayıda tavuk hastalığa davetiye çıkarmıştı. Bir anda tavuklara bir hastalık girdi, ancak bu hastalık Bahadır’ın koyunlarda şifalı otlarla tedavi ettikleri gibi değildi. Tüm tavuklar bir anda hastalandı, Bahadır’ın şifacılık yetenekleri hiç kar etmedi. Üç gün sonra tüm tavuklar ölmüştü.
Bahadır kitap almak ve saçma icatları için herkese borçlanmıştı, bu tavuklardan gelir gelirken hiç mesele değildi ancak tüm tavuklar ölünce artık Bahadır bu borçları ödeyemeyecek duruma düşmüştü. Haraç mezat yüz elli altına çiftlik evini sattı, borçlarını ödedi.
Kitaplarını satmak istemediğinden sonradan geri almak üzere medreseye verdi. Medrese vakfiyesine başvurup bu sefer gerçekten medrese vakfiyesinde kalan fakir öğrencilerden birine dönüştü.
Fakirlik Bahadır’a tokat gibi gelmişti. Zenginken nerdeyse her gün tavuk, balık ya da et yerdi, kışın kuru meyvelerden hoşaflar, şerbetler önüne gelirdi, yazınsa en güzel en tatlı meyveler. Aklına esen bir icat oldu mu şehirdeki dericiler, demirciler, marangozlar, camcılar emrindeydi. Çizimleri parası karşılığı hiç sorgulanmadan bir haftada gerçeğe dönüşürdü. Her hangi bir kitabı alması için adını duyması yerini bilmesi yeterliydi, tanıdığı kitap tüccarlarına sipariş ederdi onlarda hemen getirtirdi.
Şimdiyse vakıfta kurtlu fasulye, tatsız kabak ve yağsız pilava talim ediyordu. Vakıfta sadece haftada bir kez et çıkıyordu o da etin neresi gelirse. Tatlı ise tam bir hayaldi, eğer zenginin biri öğrenciler için tatlı bağışlarsa yerlerdi yoksa yiyemezlerdi o bağışta senede iki üç defa anca olurdu. Eskiden icatları sorgusuz yapılan Bahadır şimdilerde aklına gelen icatları çizecek kağıt bile bulamıyordu toprağın üzerine bir çubukla karalıyordu. Zenginken kağıdın bu kadar pahalı olduğundan habersizdi. Kitaplara gelince artık bir kitap hakkında bir şey duyarsa duyduğuyla kalıyordu. Eğer Taşhisar’a kitap geldiyse ne ala elindeki kitaplardan biri ile yeni kitabı takas edebiliyordu. Ama artık şehir dışına sipariş verme devri kapanmıştı. Üstelik artık özellikle kışın kitap bile okuyamıyordu çünkü gün karardığında ışık yoktu. Odun alevi ışığında kitap okunmazdı, çünkü ateş çok hareketliydi (gözlerini yorar ve bozardı), kandil olmadığından kandil de yakamazdı. Gerçi olsa da yağ da pahalıydı ve son olarak mum vakıf öğrencilerinin sadece ders çalışmak için kullandığı onlar için son derece pahalı olan bir nesneydi.
Elbette Bahadır fakirliğin iyi yönlerini de görüyordu, mesela zenginken çıkmaya başlayan göbeği geri inmişti. Diğer fakir arkadaşları gibi o da elbisesini yamayacak çaput arıyordu, sınav zamanlarında çalışmak için mum bulması gerekiyordu, kalem, mürekkep vakıfça sağlanmıyordu bunları da satın alması gerekiyordu o da haliyle alacaklarını almak için zaman zaman vakıf dışında çalışıyordu.
Elbette Bahadır’ın esnaf tanıdıkları burada ona avantaj sağlamıştı, pek çok fakir arkadaşı tatil olan cuma gününde cuma pazarında şanslı oldukları günlerde mektup yazmak, mektup okumak gibi işler yapıyorlardı. Şanssız oldukları günlerdeyse hamallık gibi işler yapıyor ve ihtiyaçları için bu yollarla para kazanıyorlardı. Bahadır cumaları demircinin yanında çalışıyordu.
Bu da aslında kaderin bir sillesiydi, demirci Cevat bir zamanlar Bahadır’ın iş kalitesinden dolayı en tercih ettiği demirciydi, Bahadır Cevat’a çok paralar kazandırmıştı. Bir zamanlar ona “hoş geldiniz şeref verdiniz beyzadem[1]” diye hitap eden Cevat şimdi Bahadır’ın adını bile anmadan “Git getir, git götür” gibi ifadelerle hitap ediyordu.
Zenginliği görmeden önce bu durum Bahadır’ın ağırına gitmezdi ama gördüğünün gerisine düşmek kime olsa koyuyordu. Bahadır yine de demirciden başkasında çalışmıyordu. Bunun sebebi demircilik sanatının büyüsüydü.
Dökme demir ile basit tarım aletleri yapılıyordu, demir eritiliyor yapılacak şeye aşağı yukarı benzeyen bir kum kalıba dökülüyordu, sonrasında tekrar ısıtarak ve dövülerek son şekillendirmesi yapılıyordu. Eğer birisi bir kılıç sipariş edecek olsa o zaman iş değişiyordu. Kılıç çeliktendi ve Taşhisar ’da demirciler arasında sadece Cevat kılıç yapardı. Bahadır çeliğin yapılışına, dövülüşüne ve kılıca dönüşmesine hayrandı. Sırf kılıç yapımını görmek için dersten kaçtığı bile olmuştu. Esasında Cevat’ın kendi çırağı vardı ama Bahadır daha özenli olduğu için kılıç işi çıktığında Cevat iş başında Bahadır’ı görmek istiyordu. Çelik yapılırken Bahadır büyük bir özveriyle kapalı fırını sürekli aynı ölçüde körüklüyordu, bu ise çeliğin kalitesini arttırıyordu. Bahadır kılıç dövülmesi esnasında kılıcın dengesi bozulmasın ağırlığı doğru yere denk gelsin diye büyük gayret gösteriyor bileylerken de keskin kısmın tam ortaya gelmesi için yine çok özeniyordu.
Bahadır yine vakıftaydı, yemek bitmişti, arkadaşlarından Ali ile beraber vakıf yakınındaki çeşmenin yolunu tutmuşlardı, Bahadırın sırtında bir küfe vardı, Ali ise iki elinde iki kulplu testi taşıyordu. Bahadır Ali’ye sordu “Ali, medreseden hangi alanda icazet (diploma gibi düşünün) alacaksın?” Medrese bir çok alanda icazet veriyordu, hendese (mühendislik) muhasebecilik, kâtiplik (yazıcılık), kadılık (hakim+kaymakam), imamlık, sübyan mektebi hocalığı (ilkokul öğretmeni), simyacılık (kimyacı), tabiplik (doktorluk), mimarlık, astronomluk, coğrafyacı-haritacılık ve daha niceleri. Elbette önce herkes temel dini ve fenni (bilimsel) ilimleri öğreniyordu. Sonrasında tüm hocalar yerine sadece kendi alanlarındaki hoca ile yola devam ediyorlardı. Ali biraz düşündü, ardından “En kolayı, en hızlısı, medreseden katip çıkmak. Zaten yazım da güzel, bir beyin yanına katip olur rahatça geçinir giderim, hem şu medrese bir an önce bitsin bir işe gireyim de fakir annemi de yanıma alıyım, onun da çilesi bitsin.” Ali döndü ve sordu “ya sen?”
Bahadır düşündü, pek çok arkadaşı bir alanda uzmanlaşma yoluna hemen girmişti ama Bahadır dersten derse koşturup yığınla alanla uzmanlaşmıştı. Hocalar onda çok cevher görüyorlardı, istediği hemen her alanda uzmanlaşabilirdi. Bahadır “Bildiğin gibi benim için en kolayı hekimlik, zaten şu gün bile şifacıdan sayılıyorum. En heves ettiğimse mimarlık, hocaların bende en büyük ikbal gördükleri mesele ise kadılık.”
Ali Bahadır’a “Kardeş bir soru sordum sen bana yarım saattir kendini övüyorsun.” dedi. Bahadır “Kusura bakma.” dedi. Çeşmenin başına geldiler. Bahadır küfenin içindeki kirli tahta tabakları çıkarmaya başladı Ali ise su doldurmaya, vakıfta bir tane aşçı vardı ve yemeği o yapıyordu fakat temizlik işleri öğrencilerdeydi, vakıfta yüz öğrenci olduğundan temizlik, bulaşıkçılık ve benzeri angarya işlerin sıraları iki haftaya bir anca geliyordu. Onu da öğrenciler haliyle pek dert etmiyorlardı.
Bahadır yazın gelmesine ilk defa bu kadar sevinmişti, medrese bir ay kadar ara verecekti, çoğu öğrenci bu bir ayda memleketlerine dönmezlerdi, çünkü yol çok uzun sürerdi ve aranın çoğu yolculuğa giderdi. Bahadır Cevat usta ile anlaşmıştı, ona bir kılıç yapacaklardı. Bahadır kılıç parasını ödemek için bir kitap bile satmıştı. Bir aylık tatilin tamamı kılıcın yapımına gitti. Ama kılıç da ne kılıçtı, tam Bahadır’ın istediği gibiydi, Cevat dımşık çeliği denen çelikten bir kılıç yapmıştı, bu kılıç kapalı bir fırına özel bir kapta konan çelik ve kömür ile yapılıyordu, bu kapalı fırında çok yüksek ısı düzenli bir biçimde verilerek içinde hem çeliğin kalitesini düşüren tüm maddelerden arındırılıyor hem de tam olması gereken sertlikte bir kılıç ortaya çıkıyordu. Bu çelik daha sonra yumurta halinde bir külçe olarak dökülüyor ve uzun ve zahmetli bir dövme sürecinden sonra kılıç haline geliyordu. Bahadır kılıç kullanmayı bilmese de yeni kılıcıyla baya gurur duyuyordu.
Medrese açıldığında tuhaf bir şey oldu, Akhisar’dan bir haberci geldi. Haberci medreseye dalıp Bahadır, Çınarlı köyünden Bahadır diye bağırmaya başladı. Bahadır haberciyi kolundan tuttu “Aradığın benim, derdin neyse dışarda görüşelim” dedi. Beraber medresenin dışına çıktılar. Haberci “Mesele nedir bilmiyorum, ama Akhisar beyi seni mümkünse güzellikle ama değilse zorla getirmemi söyledi.” Bahadır gülümsedi “Ben meselenin ne olduğunu tahmin ediyorum. Gidelim.
Bahadır yol için hazırlandı, kılıcını taktı atını kullansın diye ödünç verdiği eski bir komşusundan geri aldı (kendine yetecek parası yokken ata bakamazdı). Haberci ile beraber yola koyuldular.
[1] Beyzade: Bey oğlu demek.
Mustafa Söylemem
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ
- Bölüm İçin TIKLAYINIZ