Korku Hikayesi “Hayaletin Sırrı” 3. Kitap 5. Bölüm
“Yerin Altındaki”
Korku Hikayesi; Eyalet’te nadiren deprem olurdu. Ve çok uzun yıllardır şiddetli bir deprem olmamıştı. Yine de ev öyle çok sallanıyordu ki endişelenmeye başlamıştım. Apar topar kıyafetlerimi giydim; çizmeleri ayağıma geçirdiğim gibi aşağıya indim.
İlk fark ettiğim şey kilerin kapısının açık olduğuydu. Alt kattan belli belirsiz sesler geliyordu. Birkaç basamak indim. Gümbürtü burada çok daha fazlaydı ve insandan çok hayvanı andıran tiz bir çığlık duydum. Hemen ardındansa demir kapının kapanıp anahtar deliğinde kilidin döndüğünü duydum. Basamakların sonunda titrek bir mum ışığı görebiliyordum ve ayak sesleri yaklaşmaya başladı. Yaklaşanın kim olduğunu düşünürken bir an için korktuysam da çok geçmeden Hayalet’i gördüm.
Yüzünde şaşkın bir ifadeyle bana baktı. Bu saatte neden hala uyanıksın? diye çıkıştı. Hemen yatağına dön!
Bir çığlık duyduğumu sandım. Bu gürültü nedir? Deprem mi oluyor?
Hayır evlat, deprem değil. Endişelenmeni gerektirecek bir şey de yok! Şu anda senin sorularını yanıtlamaktan çok daha önemli şeyler var. Birkaç dakikaya kalmaz ses kesilir. Şimdi odana dönsen iyi olur, sabah her şeyi anlatırım, diyerek beni basamaklardan yukarı doğru ittirip kapıyı arkamdan kilitledi.
Ses tonundan konuyu uzatmanın anlamsız olduğunu anlamıştım. Bu yüzden odama çıktım, ama hala evin neden sallandığını merak ediyordum.
Neyse ki ev yerle bir olmadı ve tıpkı Hayalet’in söylediği gibi her şey normale döndü. Yeniden uykuya dalabildiysem de şafaktan bir saat önce uyanıp mutfağa indim. Meg sallanır sandalyesinde uykudaydı. Onun bütün geceyi orada mı geçirdiğini yoksa sesler başlayınca mı odasından çıkıp geldiğini bilmiyordum. Tam olarak horlama denmese de nefes verirken ıslığa benzer bir ses çıkarıyordu.
Fazla gürültü yapmayıp onu uyandırmamaya gayret ederek ateşe biraz daha kömür attım. Çok geçmeden ateş harlandı. Ben de şöminenin yanındaki taburelerden birine oturup Latince fiillere çalışmaya başladım. Yanımda iki defter vardı. Biri Hayalet’in öcüler ve diğer hayaletlik işleriyle ilgili anlattığı her şeyi içeriyordu; diğeriyse Latince derslerim içindi. Annem bana Yunanca öğrettiğinden vaktimi o dil için harcamama gerek yoktu. Fakat Latince başıma belaydı ve özellikle de fiiller çok sorun oluyordu. Hayalet’in kitaplarının çoğu Latince olduğundan bir an önce öğrenebilmem için çok çalışmalıydım.
Öncelikle Hayalet’in kafama kazıdığı ilk fiille başladım. Latince kelimeleri belirli bir düzen içinde öğrenmem gerektiğini söyledi. Bu önemli, çünkü söylemek istediğin şeye göre her kelimenin sonu farklı.
Hayalet’in de söylediği gibi kelimeleri yüksek sesle tekrar etmek de işe yarıyordu. Meg’i uyandırmak istemediğimden fısıltıyla mırıldanıyordum. Amo, amas, amat dedim defterime bakmadan. Bunları seviyorum, seviyorsun, seviyor (kişi ya da hayvan), anlamına geliyordu.
Bir zamanlar ben de birini sevmiştim, diye bir ses geldi sallanır sandalyeden, oysa şimdi kim olduğunu bile anımsamıyorum.
Öyle şaşırmıştım ki neredeyse defterimle birlikte yere yuvarlanacaktım. Meg bana değil, ateşe bakıyordu; yüzündeyse şaşkınlıkla karışık bir keder vardı.
Günaydın Meg! dedim zorla da olsa gülümseyerek. Umarım iyi uyumuşsundur.
Çok düşüncelisin Billy, diye yanıtladı Meg, ama hiç iyi uyuyamadım. Çok gürültü vardı ve gece boyunca bir şey anımsamaya çalıştıysam da kafamın içinde kaçıp durdu. Çok hızlı ve kaygan bir düşünce, bir türlü yakalayamıyorum. Kolay pes etmem ama. Hatırlayana kadar burada, ateşin karşısında oturacağım.
Bunları duyunca paniğe kapıldım. Ya Meg kim olduğunu anımsarsa? Ya bir Lamia cadısı olduğunun farkına varırsa?.. Çok geç olmadan bir şeyler yapmalıydım.
Endişelenme Meg, dedim, defterimi bırakıp ayağa kalkarak. Sana içecek sıcak bir şeyler hazırlayayım.
Aceleyle bakır çaydanlığı suyla doldurup babamın deyişiyle ‘ateş altını ısıtsın’ diye şöminedeki kancaya astım. Sonra temiz bir bardak alıp misafir odasına geçtim. Büfeden kahverengi şişeyi alıp içindeki karışımdan bardağın dibine biraz boşalttım. O da bitince tekrar mutfağa geçip suyun kaynamasını bekledim, bardağı ağzına kadar doldurup Hayalet’in tembih ettiği gibi iyice karıştırdım.
Bitki çayın hazır Meg. Eklemlerinin esnek, kemiklerinin kuvvetli olmasını sağlar.
Teşekkürler Billy, dedi gülümseyerek. Bardağı alıp içine üfledikten sonra bakışlarını alevlerden ayırmadan yavaşça yudumlamaya başladı.
Çok lezzetli, dedi bir süre sonra. Sen gerçekten nazik bir çocuksun. Bu tam da sabah sabah yaşlı kemiklerimi hareketlendirmek için gereken şeydi.
Böyle söylemesi beni üzmüştü. Bir tarafım yaptığım şeyden hoşnut değildi. Neredeyse bütün gece uyumayıp bir şeyler anımsamaya çalışmıştı ve şimdi bu içecek hafızasını daha da kötüleştirecekti. Öne eğilmiş çayını yudumlarken dün geceden beri aklımı kurcalayan bir şeye daha yakından bakmak için arkasına geçtim. Elbisesinin boyun kısmından eteğine kadar uzanan on üç beyaz düğmeye dikkatlice baktım. Tamamen olmasa da yeterince emindim. Düğmelerin her biri kemikten yapılmıştı. Meg, kemik büyüsü yapan bir cadı değil, Eyalet’e özgü olmayan bir Lamia cadısıydı. Gelgelelim bu düğmeleri aklımdan çıkaramıyordum. Acaba geçmişte öldürdüğü kurbanlarına mı aittiler? Üstelik tüm bu düğmelerin altında, elbisesinin içinde, sırtı boyunca uzanan yeşil pullar olduğunu biliyordum.
Çok geçmeden arka kapı çalındı. Rahatsız gecenin ardından ustam hala uyuyor olduğu için kapıyı ben açtım. Kafasında oldukça tuhaf, kulaklıklı, deri kasket olan bir adam duruyordu karşımda. Sağ elinde bir fener vardı; sol eliyle yön verdiği midillinin sırtına öyle fazla sayıda çuval yüklenmişti ki nasıl olup da bacaklarının iki büklüm olmadığına şaşıp kalmıştım.
Merhaba genç adam. Bay Gregory’nin siparişlerini gelirdim, diyerek gülümsedi. Sen yeni çırak olmalısın. İyi çocuktu şu Billy. Başına gelenleri duyduğuma üzüldüm.
Adım Tom, diyerek kendimi tanıttım.
Pekala Tom, nasılsın bakalım? Benim adım Shanks. Rica etsem ustana bir miktar ilave erzak getirdiğimi ve hava iyice kötüleşene kadar her hafta bunu ikiye katlayacağımı iletir misin? Kış zorlu olacağa benziyor ve kar yağmaya başladıktan sonra uzun bir süre buraya gelemeyebilirim.
Başımı sallayarak gülümsedikten sonra yukarı baktım. Hava hala karanlıktı, ama yavaş yavaş aydınlanan gökyüzünün batıdan gelen gri bulutlarla kaplı olduğunu görebiliyordum. Tam o sırada Meg, yanıma, kapı eşiğine geldi. Arkamda öylece duruyordu. Shanks’in onu gördüğüne şüphe yoktu, çünkü gözleri az daha yuvalarından fırlayacakmış gibi irileşti ve hızlıca geriye doğru iki adım atarken az daha midilliye çarpacaktı.
Korkmuş olduğu çok açıktı, ancak Meg arkasını dönüp içeri gittikten sonra biraz sakinleşti. Ben de çuvalları indirmesine yardımcı oldum. Biz çuvalları indirirken Hayalet gelip ona parasını ödedi. Shanks gitmek üzere arkasına dönünce Hayalet peşinden gitti. Konuşmaya başladılar, ama söylediklerini tam olarak duyamayacak kadar uzaktaydım. Yine de Meg hakkında konuştuklarını biliyordum. İki kez adının telaffuz edildiğini duymuştum.
Shanks’in, Bize bu konunun kapandığını söylemiştin! dediğini açık seçik duydum. Hayalet’in buna yanıtıysa şöyle oldu: Onu yeterince zararsız hale getirdim, endişelenecek bir şey yok. İşimi iyi bilirim, sende kendi işine bak. Eğer başına bela açmak istemiyorsan bundan kimseye söz etmezsin!
Ustam bana doğru yürürken pek mutlu görünmüyordu. Meg’e bitki çayını verdin mi? diye sordu şüpheli bir şekilde.
Uyanır uyanmaz söylediğinizi harfiyen yaptım, diye yanıtladım.
Dışarı çıktı mı?
Hayır, ama kapıya gelip arkamda durdu. Shanks onu görünce epey korkmuş gibiydi.
Onu görmesi kötü olmuş, dedi Hayalet. Genellikle başkalarına bu şekilde görünmez. En azından son yıllarda böyleydi. Belki de dozunu arttırmamız gerekiyor. Evlat, sana dün gece de bahsettiğim gibi Meg, Eyalet’te epey sorun yarattı. Halk ondan korkuyordu; hala da korkuyor. Şimdiye kadar onun bir evde özgürce yaşadığından haberleri yoktu. Eğer bu duyulursa asla sonu gelmez. Buranın halkı çok inatçıdır. Bir kez bir şey duymaya görsünler, kolay kolay vazgeçmezler. Ama Shanks ağzını sıkı tutacaktır. Ona epey para veriyorum.
Shanks bakkal mı? diye sordum.
Hayır evlat, o buranın marangozu ve cenaze levazımatçısı. Adlington’da yaşayıp buralara kadar gelmeye cesaret edebilen tek kişi o. Ben de ona getir götür yapması için para veriyorum.
Çuvalları içeri taşıdıktan sonra Hayalet, içlerinde en büyük olanını açıp Meg’e kahvaltı için gerekenleri verdi.
Dana jambon, Hayalet’in evcil öcüsünün en özel kahvaltılarda hazırladığından bile daha güzeldi ve Meg yanında haşlanmış patates ve taze yumurtadan, peynirli omlet de yapmıştı. Yani Hayalet, Meg’in iyi bir aşçı olduğunu söylerken hiç de abartmamıştı. Aç kurtlar gibi kahvaltı ederken dün geceki tuhaf seslerin ne olduğunu sordum.
Şimdilik endişe edecek bir şey değil, diye yanıtladı Hayalet, patatesinden bir lokma daha alırken. Bu ev ley hatları (Dünyayı çepeçevre saran manyetik alan çizgilerine verilen ad) üzerine inşa edildiğinden ara sıra bazı sorunlar olması normaldir. Kimi zaman binlerce kilometre ötedeki depremler, bir dizi ley hattında bozulmalara yol açabilir. Ve öcüler yıllardır mutlu bir şekilde yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kalabilir. Dün gece de altımızdan bir öcü geçti. Kilere inip her şeyin yolunda ve sağlam olup olmadığına bakmam gerekti.
Chipenden’dayken Hayalet bana ley hatlarından bahsetmişti. Bunlar yerin altındaki güç hatlarıydı ve öcüler tarafından bir yerden bir yere hızlıca gidebilmek için bir tür yol gibi kullanılabiliyordu.
Bu arada ileride sorunlar yaşayabileceğimiz anlamına da gelebilir, diye konuşmasına devam etti. Öcüler yeni bir yerde yaşamaya başladıklarında çoğu zaman bazı oyunlar oynarlar; bunlar bazen tehlikeli olabilir. Bu da bizim çalışmamız gerekeceği anlamına gelir. Bu sözlerimi unutma evlat, bu hafta bitmeden bir öcüyle uğraşmak zorunda kalabiliriz.
Kahvaltıdan sonra Latince dersim için Hayalet’in çalışma odasına geçtik. Odada düz arkalıklı birkaç ahşap sandalye, büyükçe bir masa, üç ayaklı ahşap bir tabure ve bir sürü koyu renkli, yüksek kitaplık vardı. Tahta zemini çıplaktı. İçerisi serindi. Bir gece önceki ateşten geriye yalnızca şöminedeki küller kalmıştı.
Otursana evlat. Sandalyeler serttir, ama çalışacak adamı rahat ettirmeye gelmez. Uyuyup kalmanı istemem, dedi Hayalet sert sert bakarak.
Etraftaki kitaplıkları inceledim. Pencereden sızan gri ışık ve birkaç mumla aydınlatılan oda oldukça loştu, bu nedenle o ana dek rafların boş olduğunu fark edememiştim.
Kitaplar nerede? diye sordum.
Chipenden’da tabii ki de. Başka nerede olacaktı ki evlat? Bu soğuk ve nemli yerde kitap saklamak pek mantıklı değil. Kitaplar böyle ortamlardan hoşlanmaz, hayır. Yanımızda getirdiklerimizle idare etmemiz gerekiyor. Hem kim bilir, belki buradayken biz de birkaç tane yazabiliriz. Kitapları sadece okuyup, yazma işini sürekli başkalarına bırakamazsın.
Hayalet’in yanında epey kitap getirdiğini biliyordum, hatta bu yüzden çantası çok ağırlaşmıştı. Oysa ben defterlerimden başka bir şey getirmemiştim. Sonraki bir saat boyunca Latince fiil çekimleriyle cebelleştim. Oldukça zorlu bir çalışmaydı ve Hayalet ara verip dinlenmeyi önerdiğinde çok sevinmiştim. Ancak, dinlenmekten kastının ne olduğunu henüz bilmiyordum. Ahşap tabureyi kapıya en yakın kitaplığın yanına sürükledi. Sonra tabureye çıkıp parmaklarıyla kitaplığın en üst rafını yoklamaya başladı.
Ciddi bir yüz ifadesiyle, Pekala evlat, dedi elindeki anahtarı havaya kaldırarak. Daha fazla erteleyemeyiz. Aşağı inip kilere bakalım. Ama önce gidip Meg’in nasıl olduğunu bir görelim. Onun aşağı indiğimizi bilmesini istemiyorum. Bu onu endişelendirebilir. O basamaklardan hiç mi hiç hoşlanmıyor!
Bu sözler beni hem heyecanlandırmış hem de endişelendirmişti. Kiler basamaklarının ucunda ne olduğunu çok merak ediyordum, diğer taraftan aşağı inmenin pek hoş bir deneyim olmayacağını da biliyordum.
Meg hala mutfaktaydı. Bulaşıkları yıkamış, ateşin önünde uyukluyordu.
Şimdilik mutlu, dedi Hayalet. İksir hafızasını etkilediği kadar uykusunu da getiriyor.
Taş basamaklardan aşağıya inmeden önce her ikimiz de birer mum yakmıştık. Hayalet önden gidiyordu. Bu kez çevreme daha çok dikkat ederek evin alt kısmını da hafızama yerleştirmeye çalıştım. Şimdiye dek birçok kilere inmiştim ama bunun, içlerinde en korkunç ve tuhafı olacağını hissediyordum.
Hayalet demir kapıyı açtıktan sonra dönüp yavaşça omzuma vurdu. Meg çalışma odama nadiren girer, ama her ne olursa olsun anahtarı ele geçirmesine asla izin verme.
Hayalet’in kapıyı arkamızdan kilitlemesini izlerken başımı salladım. Sonra aşağıya baktım. Basamaklar neden bu kadar geniş? diye sordum yeniden.
Öyle olmalılar evlat. Bu basamaklardan birçok şey indirilip çıkarılıyor. Çalışanların geniş bir alana ihtiyaçları var.
Çalışanlar mı?
Demircilerle taş ustaları tabii ki de: işimizi yaparken ihtiyaç duyduğumuz insanlar!
Hemen önünde, merdivenleri inen Hayalet’in mum ışığında duvara yansıyan titrek gölgesini görebiliyordum ve çizmelerimizin taş basamaklarda çıkardığı gürültüye rağmen çok aşağılardan gelen belli belirsiz sesler duymaya başladım: Önce bir uğultu, sonra uzaktan gelen belli belirsiz bir öksürük sesi.
Aşağıda kesinlikle biri ya da bir şey vardı!
Yerin altı, dört katlıydı. İlk iki katta kayaya gömülü bir kapıdan başka bir şey yoktu, ancak üçüncü kata geldiğimizde bir gün önce gördüğüm üç kapıyla karşılaştım.
Ortadaki, senin de bildiğin gibi ben yokken Meg’in yaşadığı yer, dedi Hayalet.
Şimdiyse ona üst katta, Hayalet’inkine yakın bir oda verilmişti, herhalde Hayalet onu gözünün önünden ayırmak istemiyordu. Tabii dün geceye bakılacak olursa, Meg ateşin yanındaki sallanan sandalyede uyumayı yeğliyordu.
Diğerlerini pek fazla kullanmıyorum, diye devam etti Hayalet, fakat hazırlıklar yapılırken cadıları kilitli tutmak için çok işe yarayabilirler.
Yani çukur hazırlanırken mi?
Evet evlat, sen de fark etmişsindir ki burası Chipenden gibi değil. Bahçe gibi bir lüksüm olmadığından kilerle idare etmem gerekiyor.
Dördüncü ve en alt katlar kilerdi. Henüz son köşeyi dönüp kileri görmeden duyduğum seslerden ötürü ellerim titreyince Hayalet’in taşıdığım mumun duvara yansıttığı gölgesi de dört dönmeye başlamıştı. Fısıltılar, iniltiler ve en kötüsü de belli belirsiz eşelenme sesleri duyuyordum. Yedinci oğlun yedinci oğlu olduğumdan çoğu insanın duyamayacağı şeyler duyabiliyordum, ancak buna bir türlü alışamamıştım. Yalnızca bazı günler başkalarına göre daha cesur olduğumu söyleyebilirim. Hayalet oldukça sakin görünüyordu, ama tabii o tüm hayatı boyunca bu işi yapmıştı.
Kiler düşündüğümden çok daha büyüktü, hatta öyle büyüktü ki alanı, evin zemin katından daha büyük. Duvarların birinden su sızdığını ve hemen üstündeki alçak tavanın nemlenmiş olduğunu görünce nehrin kenarında mı yoksa hemen altında mı olduğumuzu merak ettim.
Tavanın kuru kalan kısmını kaplamış olan örümcek ağları öyle kalın ve karmaşıktı ki bir örümcek ordusu tarafından yapılmış olmalıydı. Ve eğer tüm bu ağları yalnızca birkaç örümcek ördüyse de onlarla karşılaşmak istemiyordum.
Yere bakmak zorunda kalacağım anı geciktirmek için sürekli olarak tavan ve duvarları inceliyordum. Fakat birkaç saniye sonra Hayalet’in bakışlarını üzerimde hissedince başka çarem kalmadığını anlayıp kendimi aşağıya bakmaya zorladım.
Hayalet’in Chipenden’daki bahçelerinden ikisinde neler olduğunu biliyordum. Bunun da farksız olacağını sanıyordum, ama oradaki mezar ve çukurlar ara sıra güneşin ışıyarak toprağı gölgelendirdiği ağaçların arasına dağılmışken burada, dört duvar ve alçak, örümcek ağlarıyla çevrili tavanın arasında kendimi kapana kıstırılmış gibi hissediyordum.
Her biri mezar taşlarıyla işaretlenmiş toplam dokuz cadı mezarı vardı, hemen önlerindeyse daha ufak taşlarla çevrili iki metre yüksekliğinde bir toprak yığını. Bu taşlara, toprağı çevreleyen on üç kalın demir çubuk cıvatalarla tutturulmuştu. Bu çubukların amacı ölü cadıların toprağı eşeleyerek dışarı çıkmalarına engel olmaktı.
Kilerin duvarlarından birine boylu boyunca çok daha ağır, büyük taşlar yerleştirilmişti. Bunlardan üç tane vardı ve her biri taş ustası tarafından aynı şekilde işaretlenmişti:
Yunan alfabesindeki beta harfi, bu işaretlerden anlayanlara burada öcülerin tutulduğunu ifade ediyordu. Sağ alt köşedeki Latin rakamlarıyla yazılmış I ise bu öcülerin birinci derece, yani göz açıp kapayıncaya kadar insan öldürebilecek kadar tehlikeli olduklarını belirtiyordu. Bunlar daha önce görmediğim şeyler değildi ve Hayalet işinde iyi olduğundan buradaki öcülerden korkmamızı gerektirecek bir durum yoktu.
Aşağıda iki canlı cadı da var, dedi Hayalet, işte ilki, tüyerek yüzeye çıkmasını engellemek için on üç demir çubukla çevrelenmiş karanlık, kare şeklinde bir çukuru işaret etti. Köşedeki taşa baksana.
İşte o an gözüme daha önce Chipenden’da dahi fark etmediğim bir şey takıldı. Hayalet daha iyi görebilmem için elindeki mumu yaklaştırdı. Öcü taşlarındakilerden çok daha ufak bir işaretin altında cadının ismi yazılıydı:
Bu işaret, Yunan alfabesindeki sigma, çünkü cadıları, sihirbaz anlamında kullanılan ‘S’ harfi altında sınıflandırırız. O kadar çok sayıda farklı türleri vardır ki tam olarak sınıflandırabilmek çok güçtür, dedi Hayalet. Cadıların karakter yapıları zaman içinde öcülerinkinden bile daha fazla değişebilir. Bu nedenle geçmişlerine atıfta bulunulması gerekir. Bağlı ya da serbest olan her birinin geçmişi Chipenden’daki kütüphanede kayıtlıdır.
Bunun Meg için geçerli olmadığını biliyordum. Hayalet’ in kütüphanesinde onunla ilgili çok az şey kayıtlıydı, fakat yine de sesimi çıkarmadım. Bir anda çukurun karanlığından belli belirsiz bir hareketlenme duyup geriledim.
Bessy birinci derece bir cadı mı? diye endişeli bir şekilde sordum, çünkü onların insanları öldürebilecek kadar tehlikeli olduklarını biliyordum. Kayanın üzerinde bu işaretlenmemiş.
Kilerdeki cadılarla öcülerin hepsi birinci derecedir, diye yanıtladı Hayalet. Hepsini ben bağladığımdan taş ustasının her biri için aynı işareti kazımakla uğraşmasına gerek yoktu. Korkacak bir şey yok evlat. Yaşlı Bessy uzun süredir burada yatıyor. Onu rahatsız ettik ve uykusunda hareket etmiş olmalı, hepsi bu. Şimdi gelip şuraya baksana.
Bu da ilkinden farksız bir cadı çukuruydu, fakat aniden soğuktan titremeye başladım. Bu çukurda her ne varsa, nemli ve soğuk toprakta uyurken biraz rahat edebilmek için sağa sola dönen Bessy’den çok daha tehlikeli olduğunu hissediyordum.
Daha yakından bakabilirsin evlat. Böylece neyle karşı karşıya olduğumuzu iyice görmüş olursun. Mumu yaklaştırıp bak, ama dikkat et de ayakların fazla yaklaşmasın!
Her ne kadar bunu yapmak istemesem de Hayalet’in sesi oldukça sertti. Yani bu bir emirdi. Çukura bakmak eğitimimin bir parçası olduğundan başka seçeneğim yoktu.
Ayaklarımı demir çubuklara yaklaştırmamaya özen göstererek yavaşça öne eğildim, mumu havaya kaldırıp titrek sarı ışığının yardımıyla çukurun karanlığına baktım. Tam o anda aşağıdan bir ses geldi ve ne olduğunu anlayamadığım bir şey hızla hareket ederek karanlık köşelerden birine saklanıverdi. Sesi, sanki bir anda çukurun duvarından tırmanıp dışarı çıkıverecekmiş gibi canlı geliyordu!
Mumu çubukların üzerinden tutup iyice bak! diye emretti Hayalet.
Söylediğini yapıp kolumu öne doğru uzattım. Başlangıçta yalnızca vahşice bana bakan iki iri göz görebildim. Daha dikkatli bakınca karman çorman olmuş kalın telli, kirli saçların çevrelediği kara kuru bir yüzle üzeri pullarla kaplı kısa bir vücut seçebildim. Koldan çok bacağa benzeyen dört tane uzvu vardı ve her birinin ucunda uzun, keskin pençelerle sonlanan iri eller olduğunu gördüm.
İrkildim ve ellerim öyle şiddetli titremeye başladı ki neredeyse mumu demir çubukların arasından aşağıya düşürecektim. Hızlıca gerilerken sendeleyince Hayalet omzumdan yakalayıverdi.
Pek hoş bir görüntü değil ha evlat, diyerek başını iki yana salladı. Bu bir Lamia cadısı. Yirmi yıl kadar önce onu buraya kapattığımda insana benziyordu. Şimdi yine vahşileşti. Bir Lamia cadısını çukura kapatırsan işte böyle olur. İnsanlardan uzaklaştıkça değişime uğrar. Ve bunca yıl sonra bile hala çok güçlü. İşte basamaklardaki demir kapı bu yüzden var. Çukurdan kaçmayı başarabilse bile kapı onu bir süre yavaşlatacaktır.
Hepsi bu kadar da değil evlat. Sıradan bir cadı çukuru onun için yeterli olmaz. Bu çukurun kenarlarında ve tabanında da toprağa gömülü demir çubuklar var. Yani tam anlamıyla bir kafesin içinde. Kafesin dışında da tuz ve demir katmanı var. Şu gördüğün pençeli dört eliyle toprağı çok hızlı eşebilir. Onu durdurmanın tek yolu bu! Her neyse, onun kim olduğunu biliyor musun?
Bu tuhaf bir soruydu. Aşağı bakıp kayanın üstünde yazılı ismi okudum:
Hayalet, jetonum düşerken yüzümün aldığı ifadeyi görmüş olmalıydı; çünkü başımı kaldırdığımda gülümsüyordu. Evet evlat. Bu Meg’in kız kardeşi.
Meg onun burada olduğunu biliyor mu? diye sordum.
Bir zamanlar biliyordu evlat, fakat şimdi anımsamıyor. Ve bizim de böyle kalmasını sağlamamız gerekiyor. Şimdi buraya gel, sana başka bir şey daha göstereceğim.
Kayaların arasından geçerek kilerdeki en kuru yer olan karşı köşeye yürüdü; burada tavanda hemen hiç örümcek ağı yoktu. Kullanıma hazır, açık bir çukurdu ve kapağı da hemen yanında kapatılmayı bekliyordu.
İşte o an bir cadı çukurunun kapağının nasıl yapılması gerektiğini gördüm. Dıştaki kayalar bir kare oluşturacak şekilde birbirine çimentolanmıştı ve sağlamlaştırmak için de uçtan uca uzun cıvatalar takılıydı. On üç demir çubuk da aynı zamanda birer cıvataydı ve vidalar kullanılarak kayaya tutturulmuşlardı. Yapı gayet zekice tasarlanmıştı ve bunu yapmak için, taş ustasıyla demircinin çok becerikli olmaları gerekliydi. Bir anda gördüklerim karşısında ağzım açılıp uzun bir süre de öyle kaldığından Hayalet bunu fark etti. Bu kez işaret yoktu, gelgelelim bize en yakın köşe taşının üzerine bir isim kazılıydı:
MEG SKELTON
Sence hangisi daha iyi bir yol evlat? diye sordu Hayalet. Bitki çayı mı, yoksa bu mu? Çünkü birinden biri olmak zorunda.
Bitki çayı, dedim neredeyse fısıltıyla.
Doğru. İşte şimdi neden her sabah ona çayını vermeyi unutmaman gerektiğini biliyorsun. Eğer unutursan her şeyi anımsamaya başlar ve onu buraya kapatmayı hiç istemiyorum.
O an aklıma takılan bir soru vardı ancak Hayalet’in buna sinirleneceğini bildiğimden sormadım. Neden cadılardan biri için iyi olan bir şeyin diğerleri için de iyi olmadığını merak ediyordum. Yine de söylenmeye pek hakkım yoktu. Alice’in bir keresinde karanlığa ne kadar yaklaştığını asla unutamayacaktım. O kadar çok yaklaşmıştı ki Hayalet en iyi çözümün onu bir çukura kapatmak olduğunu düşünmüştü. Bundan vazgeçmesinin tek nedeniyse ona Meg’i anımsatmamdı.
O gece uyumakta güçlük çektim. Gördüklerim ve nasıl bir yerde yaşadığımın farkına varmış olmak sürekli aklımı kurcalıyordu. Oldukça korkutucu şeylerle karşılaşmıştım; ama kilerinde cadı mezarları, tutsak öcüler ve canlı cadılar olan bir evde yaşamak uyumamı zorlaştırıyordu. En sonunda sessizce aşağı inmeye karar verdim. Defterlerimi mutfakta bırakmıştım ve Latince notlarıma göz atmak istiyordum. Yarım saat boyunca sıkıcı fiil çekimlerine bakmanın kolayca uyumamı sağlayacağına emindim.
Basamaklardan henüz inmemiştim ki şaşırtıcı bazı sesler duydum. Mutfakta sessizce ağlayan biri vardı ve Hayalet’in fısıltıyla konuştuğunu duyabiliyordum. Mutfak kapısına gelince içeri girmedim; kapı aralıktı ve gördüklerim donup kalmama yetmişti.
Meg ateşin yanındaki sallanan sandalyesinde oturuyordu. Başını ellerinin arasına almış, omuzlarını titrete titrete ağlıyordu. Hayalet ise üzerine doğru eğilmiş, saçlarını okşayarak usulca konuşuyordu. Mum ışığının aydınlattığı, hafifçe bana dönük olan yüzünde daha önce hiç görmediğim bir ifade vardı. Yüzünde, abim Jack’in karısı Ellie’ye baktığında o kocaman, pürüzlü yüzünde oluşan yumuşak ifadeye benzer bir ifade vardı. Ben şaşkınlık içinde onları izlerken ustamın sol gözünden bir damla yaş süzülüverdi. Daha fazla gözetlemiş olmamak için yatağıma geri döndüm
Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 1. Kitap “Hayaletin Çırağı”
Wardstone Günlükleri – 2. Kitap “Hayaletin Laneti”
Wardstone Günlükleri – 3. Kitap “Hayaletin Sırrı”
Hikayenin Bölümleri
hikaye, hikaye oku, hikayeler, korku hikayesi, hayalet, Hayaletin Laneti serisi, Hayaletin Laneti PDF, Hayaletin Çırağı, Hayaletin Çırağı Serisi, Hayaletin Sırrı, Hayaletin Çırağı Oku, Wardstone Günlükleri serisi, Wardstone Günlükleri 1, Wardstone Günlükleri 3, Wardstone Günlükleri Serisi PDF indir, Wardstone Günlükleri serisi fiyat, Hayaletin Laneti PDF, Starblade Günlükleri, Wardstone Günlükleri konusu,