Dehşet Hikayesi “HORLA”
8 Mayıs. Ne hoş bir gün! Bütün sabahı evimin önündeki çimenlerin üzerinde, hepsini gölgelendiren kocaman çınar ağacının altında yatarak geçirdim. Taşranın bu kısmından hoşlanıyorum ve burada yaşamayı seviyorum, çünkü buraya eski ilişkilerle, insanı atalarının doğup büyüdüğü topraklara bağlayan, onu o yerin yiyecekleri, yerel ifadeleri, köylülerin o özel şiveleri, toprağın kokusu, köyler ve atmosferin kendisinin yanı sıra fikirlerine ve âdetlerine bağlayan o derin ve hassas köklerle bağlıydım.
İçinde büyüdüğüm evimi seviyorum. Pencerelerimden, bahçemin yanında, anayolun diğer tarafında akan Seine’i görebiliyorum, Rouen ve Le Havre a giden ve oraya buraya yol alan sandallarla kaplı büyük ve geniş Seine’i.
Solda, aşağıya doğru, sivri, Gotik kulelerinin altındaki mavi çatılarıyla o büyük kasaba Rouen, vardır. Bunlar ince veya kalın, katedralin kulesinin idaresi altında ve güzel sabahlarda mavi gökyüzünde sesleri duyulan, tatlı ve hafif demir çınlamalarını evime kadar gönderen sayısız çanlarla doludur,- esintinin benim yönüme sürüklediği o madeni şarkı, rüzgârın daha kuvvetli veya daha hafif olmasına bağlı olarak, bir kuvvetlenir, bir zayıflar.
Ne kadar nefis bir sabahtı.
Saat on birde, bir sinek büyüklüğünde ve arada bir yoğun dumanını salarken puflayan bir buharlı römorkörle çekilen uzun bir tekne katarı kapımın önünden geçti.
Kırmızı bayrakları havada dalgalanan iki İngiliz uskunasını muhteşem bir Brezilya üç direklisi izledi,- mükemmel bir beyazlıktaydı, harika bir şekilde temizdi ve parlıyordu. Onu selamladım, nedenini bilmiyorum, sadece aracın görüntüsü bana zevk vermişti.
12 Mayıs. Son birkaç gündür hafif ateşim var ve kendimi hasta hissediyorum, daha doğrusu keyfim yok.
Mutluluğumuzu hayal kırıklığına, özgüvenimizi çekingenliğe dönüştüren o gizemli etkiler nereden gelir? İnsan neredeyse havanın, görünmez havanın varlıklarına tahammül etmek zorunda olduğumuz bilinmeyen Güçlerle dolu olduğunu söyleyebilir. En iyi ruh haliyle, şarkı söyleme isteğiyle uyanıyorum. Neden? Suyun kenarına gidiyorum ve aniden, kısa bir mesafe yürüdükten sonra, mahvolmuş bir halde, sanki orada beni bir felaket bekliyormuş gibi eve dönüyorum. Neden? Tenimin üzerinden geçerken sinirlerimi bozan ve beni keyifsizleştiren bir soğuk ürperti mi? Fazlasıyla değişken olan bulutların şekli, göğün rengi veya etraftaki nesnelerin rengi mi gözlerimin önünden geçerken beni huzursuzlaştıran? Kim bilir? Bizi çevreleyen her şey, bakmadan gördüğümüz her şey, hissetmeden dokunduğumuz her şey, açıkça ayırt etmeden karşılaştığımız her şeyin biz ve hislerimiz ve onlar sayesinde, fikirlerimiz ve yüreklerimiz üzerinde hızlı, şaşırtıcı ve açıklanamaz bir etkisi vardır.
Ne de engindir Görünmezin sırrı! Sefil duyularımızla anlayamayız bunu, çok küçüğü veya çok büyüğü, çok yakımızda veya çok uzağımızda olanları —ne bir yıldızda yaşayanları ne de bir su damlasını— algılayamayan gözlerimizle,- havanın titreşimlerini yüksek sesli notalarla bize ilettikleri için bizi kandıran kulaklarımızla algılayamayız. Bu titreşimleri sese dönüştürme mucizesini gerçekleştiren ve bu dönüşümle müziği doğuran, doğanın sessiz kıpırtılarını müziksel hale getirenler perilerdir… bir köpeğinkinden daha az keskin olan koku duyumuzla. . .bir şarabın yaşını zorlukla ayırt edebilen tat duyumuzla algılayamayız bunu!
Ah! Bir de lehimize başka mucizeler yaratacak başka organlarımız olsaydı, etrafımızda ne çok sayıda yeni şey keşfedebilirdik!
16 Mayıs. Hastayım! Kesinlikle! Geçen ay o kadar iyiydim ki! Ateşim var, korkunç derecede ateşim var veya bedenim kadar zihnime de acı çektiren ateşli bir takatsizlik halindeyim. İçimde sürekli olarak bu korkunç, tehdit edici tehlike hissi, gelecek olan bir felaketin veya yaklaşan ölümün algısı var,- şüphe yok, hâlâ bilinmeyen, ette ve kanda filizlenen bir hastalığın önsezisini duyuyorum.
17 Mayıs. Doktoruma danışmaktan yeni döndüm, çünkü artık uyuyamıyorum. Nabzımın hızlandığını, gözbebeklerimin büyüdüğünü, sinirlerimin fazla yıpranmış olduğunu, ama korkulacak belirtiler bulunmadığını söyledi. Bir duş ve potasyum bromür kürü uygulamalıymışım.
25 Mayıs. Değişiklik yok! Durumum gerçekten çok özel. Akşam olduğunda, içimi anlaşılmaz bir huzursuzluk kaplıyor, sanki gece tehditkar bir yaratık gizliyormuş gibi. Aceleyle akşam yemeğini yiyorum, sonra okumaya çalışıyorum, ama sözcükleri anlamıyorum ve harfleri nadiren ayırt edebiliyorum. Sonra misafir odamda bir aşağı bir yukarı, şaşkın ve karşı konulmaz bir korkuyla, uyku ve yatak korkusuyla canım sıkkın bir şekilde yürüyorum.
Saat on civarında odama gidiyorum. İçeri girer girmez kapıyı iki kere kilitleyip, sürgülüyorum,- korkuyorum… neden? Şimdiye kadar hiçbir şeyden korkmamıştım… Dolaplarımı açıyorum ve yatağımın altına bakıyorum,- dinliyorum… neyi? Basit bir huzursuzluk hissinin, artmış veya azalmış dolaşımın, belki de bir sinir lifinin hassaslığının, hafif bir kan toplanmasının, yaşayan makinelerimizin hassas işleyişindeki ufak bir rahatsızlığın insanların en kaygısızını bir melankoliğe dönüştürmesi ne tuhaf. Sonra yatağa giriyorum ve bir adamın celladı beklemesi gibi uykuyu bekliyorum. Gelişini dehşetle bekliyorum, kalbim çarpıyor ve bacaklarım titriyor, bütün vücudum çarşafların sıcaklığı altında ürperirken, ta ki sanki birisinin boğulmak için durgun bir su havuzuna dalması gibi, birdenbire uykuya dalana dek. Gelişini daha önce hissettiğim gibi hissetmiyorum bana yakın olan ve izleyen, beni başımdan yakalayıp gözlerimi kapatacak ve yok edecek bu hain uykunun.
Uyuyorum… uzun bir süre… belki iki veya üç saat… sonra bir rüya… hayır… bir kabus üzerime çöküyor. Yatakta olduğumu ve uyuduğumu hissediyorum.. . hissediyor ve biliyorum… ve ayrıca birisinin bana yaklaştığını, bana baktığını, bana dokunduğunu, yatağıma çıktığını, göğsüme diz çöktüğünü, boynumu ellerinin arasına aldığını ve sıktığını hissediyorum… beni boğmak için bütün gücüyle sıktığını.
Rüyalarımızda bizi donduran o korkunç güçsüzlük hissiyle bağlanmış şekilde karşı koyuyorum,- bağırmaya çalışıyorum, ama bağıramıyorum,- kıpırdamak istiyorum, ama kıpırdayamıyorum,- en vahşi çabalarla ve hızla soluyarak dönmeye ve beni ezip boğan bu varlığı üzerimden atmaya çalışıyorum… yapamıyorum!
Sonra aniden uyanıyorum, titreyerek ve terden sırılsıklam. Bir mum yakıyor ve yalnız olduğumu anlıyorum ve her gece gelen bu krizden sonra, sonunda uykuya dalıyor ve sabaha kadar sakin bir şekilde uyukluyorum.
2 Haziran. Durumum kötüleşti. Benim neyim var? Brom bana iyi gelmiyor ve duşların etkisi yok. Bazen kendimi tamamen yormak için, zaten bitkin olduğum halde, Roumane ormanında yürüyüşe çıkıyorum. Başlangıçta aydınlıkla ve otlarla yaprakların kokusuyla dolmuş yumuşak havanın damarlarıma yeni kan aşılayacağını ve kalbime taze enerji vereceğini düşünüyordum. Geniş bir av yoluna saptım, sonra gökyüzüyle arama koyu yeşil, neredeyse siyah, bir çatı yerleştiren iki aşırı yüksek ağaç sırası arasındaki dar bir patikadan La Bouille’e doğru döndüm.
İçimden bir ürperti geçti, soğuk değildi, ama bir ıstırap ürpertisiydi ve ormanda tek başıma olmaktan huzursuz, mutlak yalnızlıktan, aptalca ve nedensiz korkar halde adımlarımı hızlandırdım. Aniden sanki izleniyormuşum, sanki birisi topuklarımda, yakın, çok yakınımda, bana dokunacak kadar yakınımda yürüyormuş gibi hissettim.
Aniden arkama döndüm, ama yalnızdım. Arkamda düz geniş patikadan başka bir şey görmedim, boş ve yüksek ağaçlarla sınırlanmış, korkunç derecede boş,- o patika önümde de uzaklarda gözden kaybolana dek uzuyordu ve aynı şekilde görünüyordu… korkunç!
Gözlerimi kapadım. Neden? Sonra bir topuğumun üzerinde çok hızlı bir şekilde dönmeye başladım, bir topaç gibi. Neredeyse düşüyordum ve gözlerimi açtım,- ağaçlar etrafımda dans ediyor ve toprak kabarıyordu,- oturmak zorunda kaldım. Sonra, ah! Nasıl gelmiş olduğumu hatırlamıyordum. Ne garip bir fikir! Ne tuhaf, tuhaf bir düşünce! En ufak bir fikrim yoktu. Sağa doğru yürüdüm ve beni ormanın ortasına getirmiş olan yola geri döndüm.
3 Haziran. Korkunç bir gece geçirdim. Birkaç haftalığına buradan uzaklaşacağım, çünkü hiç kuşkum yok ki bir yolculuk beni kendime getirecektir.
2 Temmuz. Oldukça iyileşmiş olarak geri döndüm ve üstelik çok zevkli bir yolculuk yaptım. Daha önce görmemiş olduğum Saint Michel Dağı’na gittim. Ne manzara! Hele benim yaptığım gibi günün sonuna Avanches’tan gelindiğinde! Kasaba bir tepede bulunuyordu ve kentin ucundaki halk bahçesine götürüldüm. Bir hayret çığlığı attım. Olağanüstü büyük bir kumsal önümde, siste gözden kaybolan iki tepenin arasında, gözlerimin ulaşabildiğince uzanıyordu ve bu uçsuz bucaksız sarı kumsalın ortasında, berrak, altın rengi gökyüzünün altında, kumların içinden koyu renkli ve sivri, belirgin bir tepe yükseliyordu. Güneş yeni kaybolmuştu ve hâlâ alev alev yanan göğün altında, tepesinde fantastik bir abide taşıyan o fantastik kayanın hatları görünüyordu.
Gündoğumunda oraya gittim. Bir gece önce olduğu gibi deniz çekilmişti ve o harika manastırın yaklaşırken önümde yükseldiğini gördüm. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra büyük kilisenin hakim olduğu küçük kasabayı destekleyen devasa taş kütlesine ulaştım. Dik ve dar bir sokağı tırmanarak, bir kasaba kadar büyük, kemerli çatılar altına gömülmüş gibi görünen odalar ve zarif sütunlarla desteklenen azametli koridorlarla dolu, dünya üzerinde Tanrı için inşa edilmiş olan en muhteşem Gotik binaya girdim.
Bir dantel parçası kadar hafif, kulelerle, tuhaf başlarını canavar figürleri, fantastik hayvanlar, canavarımsı çiçeklerle gündüz mavi, gece siyah gökyüzüne öfkeyle diken ve incecik oyulmuş kemerlerle birleştirilmiş spiral merdivenli narin çan kuleleriyle kaplı o devasa granit mücevhere girdim.
Tepeye ulaştığımda, bana eşlik eden keşişe şöyle dedim: “Peder, burada ne kadar mutlu olmalısınız!” O da yanıtladı: “Burası çok rüzgârlı, mösyö”,- ve böyle- ce, kumların üzerinden geçen ve onu çelik bir zırhla kaplayan gelgiti seyrederken konuşmaya başladık.
Keşiş bana öyküler, oraya ait olan bütün eski öyküleri, efsaneler, sadece efsaneleri, anlattı.
Bunlardan birisi beni kuvvetle etkiledi. Dağda oturan taşralılar geceleri kumlarda konuşan sesler ve sonra meleyen iki keçinin duyulduğunu söylüyorlarmış, biri güçlü, diğeri zayıf bir sesle. Şüpheci kişiler bunun arada bir melemeyi, arada bir insan inlemelerini andıran deniz kuşlarının sesi olduğunu öne sürüyorlarmış,- ama gece geç dönen balıkçılar gelgitin arasında, kasabanın etrafındaki kumlarda yaşlı bir çobanın gezindiğini gördüklerine yemin ediyorlarmış. Başı tamamen peleriniyle örtülüymüş ve arkasından ikisi de uzun beyaz tüylü ve sürekli olarak konuşup, bilinmeyen bir dilde kavga eden erkek yüzlü bir teke ile kadın yüzlü bir dişi keçi geliyormuş. Sonra birden susuyor ve bütün güçleriyle melemeye başlıyorlarmış.
“Buna inanıyor musunuz?” diye sordum keşişe. “Bir fikrim yok,” diye yanıtladı ve ben devam ettim: “Bu dünyada bizim dışımızda başka varlıklar varsa, nasıl oluyor da bunu uzun zaman öncesinden beri fark etmedik veya neden onları siz görmediniz?” Yanıt verdi: “Var olanların yüz binde birini görüyor muyuz? Buraya bakın,- işte rüzgâr, ki doğadaki en güçlü kuvvettir, insanları yere yıkar, binaları uçurur, ağaçları kökünden söker, denizi su dağları gibi kabartır, uçurumları parçalar ve büyük gemileri kayalara fırlatır,- öldüren, fısıldayan, iç çeken, kükreyen rüzgâr… hiç gördünüz mü veya görebilir misiniz? Buna rağmen, yine de vardır.”
Bu basit mantık yürütme karşısında sustum. Bu adam bir filozoftu veya belki de bir aptal,- hangisi olduğunu kesin olarak söyleyemezdim, o yüzden dilimi tuttum. Dedikleri sık sık benim aklıma da gelmişti.
3 Temmuz. Uykum berbattı,- kesinlikle burada hummalı bir etki var, çünkü arabacım da benimle aynı şekilde ıstırap çekiyor. Dün eve geri döndüğümde, belirgin solgunluğunun farkına vardım ve ona sordum: “Sorunun nedir, Jean?”
“Sorun hiç dinlenememem, gecelerim gündüzlerime karışıyor. Ayrılışınızdan beri,
mösyö, üzerimde bir büyü var.”
Gerçi diğer hizmetkarların hepsi iyi, ama ben yeni bir saldırıya uğramaktan çok
korkuyorum.
4 Temmuz. Kesinlikle yeniden hastalandım,- çünkü eski kâbuslarım geri döndü. Dün gece birisinin üzerime eğildiğini ve dudaklarımın arasından yaşamımı emdiğini hissettim. Evet, boğazımdan emiyordu onu, bir sülük gibi. Sonra doymuş halde kalktı ve öylesine yorgun, ezilmiş ve zayıf şekilde uyandım ki kıpırdayamadım. Bu birkaç gece daha böyle devam ederse, kesinlikle yine gideceğim buradan.
5 Temmuz. Aklımı mı yitirdim? Dün gece olanlar o kadar tuhaftı ki, düşündüğümde başım dönüyor.
Artık her gece yaptığım gibi kapımı kilitlemiştim ve sonra, susadığım için yarım bardak su içtim ve kazara su şişesinin kapağına kadar dolu olduğunu gördüm.
Sonra yattım, korkunç uykularımdan birine daldım ve iki saat kadar sonra daha da korkutucu bir şokla uyandım.
Gözlerinizin önüne öldürülen ve ciğerlerinde bir bıçakla uyanan ve soluğu hırıldayan, kanla kaplanmış ve artık nefes alamayan ve ölmek üzere olan ama bunu bilmeyen birini getirin… işte durum buydu.
Kendimi topladıktan sonra yeniden susamıştım, bu yüzden bir mum yaktım ve su şişesinin üzerinde durduğu masaya gittim. Şişeyi kaldırdım ve bardağın üzerine eğdim, ama hiçbir şey akmadı. Boştu! Tamamen boştu! Önce hiç anlayamadım, sonra içimi aniden öylesine bir his kapladı ki oturmak zorunda kaldım, daha doğrusu bir iskemleye yıkıldım! Sonra çevreme bakmak için ayağa fırladım,- sonra yeniden, hayret ve korkuya yenik düşerek, saydam kristal şişenin önüne oturdum! Sabit gözlerle, varsayımda bulunmaya çalışarak ona baktım ve ellerim titredi! Birisi suyu içmişti, ama kim? Ben mi? Ben, hiç kuşkusuz. Bu kesinlikle sadece ben olabilirdim. Bu durumda ben bir uyurgezerdim,- içimizde iki varlığın bulunup bulunmadığını veya garip, bilinemeyen ve görünmez bir varlığın böyle anlarda, ruhumuzun bir uyuşukluk durumunda olduğunda, bize boyun eğdiği gibi ve bizlere boyun eğdiğinden daha çok bu diğer varlığa boyun eğen tutsak bedenimizi kukla gibi oynatıp oynatmadığından kuşkuya düşüren o sır dolu ikili yaşamı, bilmeden, yaşıyordum.
Ah! Dehşetli ıstırabımı kim anlar? Zihni yerinde, tamamen uyanık, sağduyu dolu, uyurken yok olan bir parça su için şişenin camından içeri dehşetle bakan bir adamın hislerini kim anlar? Gün doğana kadar, yatağıma yeniden dönmeden, bu şekilde kaldım.
6 Temmuz. Çıldırıyorum. Yine su şişesinin içindekilerin hepsi geceleyin içilmiş, daha doğrusu ben içmişim!
Ama o ben miyim? O ben miyim? Kim olabilir.. .Kim? Ah, Tanrım! Çıldırıyor muyum? Beni kim kurtaracak?
10 Temmuz. Şaşırtıcı bazı dayanıklılık denemelerinden geçtim. Kesinlikle delirdim! Ama yine de!…
6 Temmuz’da, yatmadan önce, masamın üzerine biraz şarap, süt, su, ekmek ve çilek koydum. Suyun hepsini ve sütün birazını içti — ben içtim— ama ne şaraba, ne ekmeğe, ne de çileklere dokunulmamıştı.
Temmuzun yedisinde aynı deneyi yineledim, aynı sonucu aldım,- 8 Temmuz’da suyla sütü koymadım ve hiçbir şeye dokunulmadı.
Son olarak, 9 Temmuz’da masama sadece suyla süt koydum ve şişeleri beyaz muslinle sarmaya ve kapakları bağlamaya özen gösterdim. Sonra dudaklarımı, sakalımı ve ellerimi kalem kurşunuyla ovdum ve yattım.
Karşı konulmaz bir uyku beni sardı ve bunu bir süre sonra korkunç bir uyanış izledi. Kıpırdamamıştım ve çarşaflarda kurşun izi yoktu. Masaya koştum. Şişelerin etrafındaki muslin dokunulmadan duruyordu,- korkuyla titreyerek ipleri çözdüm. Bütün su içilmişti, süt de öyle! Ah! Ulu Tanrım!
Hemen Paris’e doğru yola çıkmalıyım.
12 Temmuz. Paris. Son birkaç gün boyunca aklımı yitirmiş olmalıyım! Gerçekten bir uyurgezer değilsem, zayıflamış hayal gücümün kuklası olmuş olmalıydım veya belki de telkin denilen şu şimdiye dek açıklanmamış etkilerin gücü altındaydım. Her halükarda, akıl sağlığım deliliğin eşiğindeydi ve Paris’te yirmi dört saat dengemi sağlamama yetti.
Dün birkaç işimi halledip, ruhuma taze ve canlandırıcı bir hava aşılayan bazı ziyaretlerde bulunduktan sonra, geceyi Théâtre-Français’de bitirdim. Genç Alexandre Dumas’nın bir oyunu sahneleniyordu ve onun hareketli ve kuvvetli hayal gücü tedavimi tamamladı. Yalnızlık hareketli zihinler için kesinlikle tehlikeli. Çevremizde düşünüp konuşabilen kişilere ihtiyacımız var. Uzun bir süre yalnız kaldığımızda, etrafı hayallerle dolduruyoruz.
Bulvarlardan otelime mükemmel bir moralle döndüm. Kalabalığın itiş kakışının arasında, alaylı bir şekilde geçen haftaki dehşet ve şüphelerimi düşündüm, çünkü çatımın altında görünmez bir varlığın yaşadığına inanmıştım… evet, inanmıştım. Beyinlerimiz ne kadar zayıf ve ufak bir bilinmez karşısında ne kadar çabuk dehşete kapılıyor ve hataya düşüyorlar.
Basitçe: “Anlamıyorum, çünkü nedenini bilmiyorum,” demek yerine, hemen korkunç sırlar ve doğaüstü güçler hayal ediyoruz.
14 Temmuz. Cumhuriyet Bayramı. Havai fişekler ve bayraklara bir çocuk gibi sevinerek caddelerde yürüdüm. Yine de belirlenmiş bir tarihte, bir hükümet kararıyla sevinmek çok aptalca. Halk embesil bir koyun sürüsü, kâh aptalcasına sabırlı, kâh kudurmuş bir isyan içinde. Ona: “Kendini eğlendir,” deyin, kendini eğlendirir. “Komşunla kavga et,” deyin, gider kavga eder. “İmparatora oy ver,” deyin, İmparatora oy verir ve sonra “Cumhuriyete oy ver,” deyin, Cumhuriyete oy verir.
Onu yönetenler de aptal,- sadece, insanlara boyun eğmek yerine, ancak aptal, kısır ve yanlış olabilecek prensiplere, sadece prensip oldukları için, yani ışık bir yanılsama ve ses bir yanılsama olduğu için, insanın hiçbir şeyden emin olmadığı bu dünyada kesin ve kabul edilen fikirler oldukları için, boyun eğerler.
16 Temmuz. Dün beni çok rahatsız eden şeyler gördüm.
Kocası Limoges’daki 76. Piyade Birliğinde albay olan kuzenim Madam Sablé’nin evinde akşam yemeğindeydim. Birinin kocası sinirsel hastalıklara ve şu anda ipnotizma ve telkin etkisi altında gerçekleşmekte olan olaylara fazla ilgi gösteren bir tıp adamıyla, Dr. Parent ile evli olan iki genç hanım daha vardı.
Doktor bize uzun uzadıya İngiliz bilim adamları ve Nancy ekolü doktorlarının elde
ettiği harika sonuçları aktardı ve gösterdiği gerçekler bana o kadar tuhaf göründü ki tamamen kuşkulu olduğumu belirttim.
“Doğanın,” diye açıkladı, “en önemli gizemlerinden birini keşfetme noktasındayız,- demek istediğim, bu dünyadaki en önemli gizemlerden biri, çünkü yıldızlarda, uzaklarda, mutlaka farklı bir önem türünde başka gizemler de vardır. İnsan düşünmeye başladığından beri, düşüncelerini ifade etmeyi ve yazmayı becerebildiğinden beri, kendisini kaba ve mükemmel olmayan duyularına sızamayan bir gizeme yakın hissetmiştir ve zekası aracılığıyla duyularının yetersizliğini tamamlamaya gayret etmiştir. Zekâ ilkel aşamada kaldığı sürece, görünmez ruhların ortaya çıkışları, korkutucu oldukları halde, günlük olaylar halini aldılar. Buradan doğaüstüne ait popüler inançlar, gezinen ruh, peri, cüce, hayalet efsaneleri kaynaklanmıştır, hatta Tanrı efsanesi bile diyebilirim,- çünkü işçi-yaratıcı hakkındaki fikirlerimiz hangi dinden bize ulaşırsa ulaşsın, kesinlikle insanların korkmuş beyinlerinden kaynaklanan en bayağı, en aptal ve en inanılmaz buluşlardır. Hiçbir şey Voltaire’in söylediğinden daha doğru değildir: ‘Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı, ama insan kesinlikle bunu ona ödettirdi.”
“Ancak, bir yüzyıldan daha fazla süredir insanlarda yeni bir şeyin önsezisi var gibi.
İpnotize etmek yeteneği ve diğer bazı şeyler bizi beklenmeyen bir yola soktu ve özellikle son iki ya da üç yılda gerçekten şaşırtıcı sonuçlara ulaştık.”
Çok şüpheci olan kuzenim gülümsedi ve Dr. Parent ona: “Sizi uyutmayı denememi ister misiniz, madam?” dedi. “Evet, kesinlikle.”
Kuzenim rahat bir iskemleye oturdu ve doktor onu büyülemek için sabit bir şekilde bakmaya başladı. Birden rahatsız olmaya başladığımı hissettim., kalbim hızla çarpıyordu ve boğazımda bir tıkanma duygusu oluştu. Madam Sablé’nin gözlerinin ağırlaştığını, ağzının seyirdiğini ve göğsünün kabarıp indiğini gördüm ve on dakikanın sonunda uyumuştu.
“Arkasına geçin,” dedi doktor bana ve ben de kuzenimin arkasına oturdum. Doktor eline bir kartvizit verdi ve: “Bu bir ayna,- orada ne görüyorsunuz?” dedi. Madam Sablé yanıtladı: “Kuzenimi görüyorum.” “Ne yapıyor?” “Bıyığını buruyor.” “Ya şimdi?” “Cebinden bir fotoğraf çıkarıyor.” “Kimin fotoğrafı?” “Kendisinin.”
Bu doğruydu ve fotoğraf bu akşam bana otelde verilmişti.
“Fotoğraftaki pozu nedir?” “Şapkası elinde, ayakta duruyor.”
Kuzenim, bu şekilde, o karttan, o beyaz kartondan, sanki bir aynaya bakıyormuş gibi görüyordu.
Genç kadınlar korkup bağırdılar: “Bu kadarı yeter! Fazlasıyla, fazlasıyla yeter!”
Ama doktor Madam Sableyle otoriter bir şekilde konuştu: “Yarın sabah sekiz buçukta kalkacaksınız,- sonra kuzeninizi otelinde ziyaret edecek ve ondan kocanızın sizden istediği ve gelecek yolculuğuna çıkarken yanına alacağı beş bin frankı borç vermesini isteyeceksiniz.”
Sonra onu uyandırdı.
Otelime dönünce, bu alışılmadık seans üzerine düşündüm ve şüpheler, kuzenimin mutlak ve kuşku duyulmaz iyi niyetinden değil, çünkü onu çocukluğumdan beri kızkardeşimmiş gibi tanırdım, ama doktorun yapmış olabileceği bir numaraya karşı, üzerime saldırdı. Eline, belki de, uyurken genç kadına kartla birlikte gösterdiği bir aynayı saklamış olamaz mıydı? Profesyonel sihirbazlar da bunun kadar tuhaf şeyler yaparlar.
Böylece odama gittim, yattım ve bu sabah, saat sekiz buçuk civarında, bana: “Madam Sablé sizi görmek istiyor,” diyen uşağım tarafından uyandırıldım. Aceleyle giyindim ve kuzenimin yanına gittim.
Bakışlarını sıkıntı içinde yere dikmiş oturuyordu ve peçesini kaldırmadan,
“Sevgili kuzenim, sizden büyük bir yardım isteyeceğim,” dedi bana. “Nedir bu iyilik, kuzenim?” “Size söylemek istemiyorum, ama mecburum. Kesinlikle beş bin franka ihtiyacım var.” “Ne, sizin mi?” “Evet, daha doğrusu bunu onun için sağlamamı isteyen kocamın.”
Öylesine yıldırım çarpmış gibiydim ki, yanıtlarımı kekeleyerek verdim. Kendime kuzenimin Dr. Parent’la birlikle benimle alay edip etmediğini, daha önceden prova edilmiş iyi oynanan bir tiyatro olup olmadığını sordum. Ancak, ona dikkatle bakınca, bütün şüphelerim kayboldu. Kederle titriyordu, bu adım onun için böylesine acı vericiydi ve boğazının hıçkırıklarla dolu olduğuna ikna oldum.
Çok zengin olduğunu biliyordum ve sözüme devam ettim: “Ne! Kocanızın kullanabileceği beş bin frankı yok mu? Hadi, düşünün… Sizi bunu benden istemekle görevlendirdiğinden emin misiniz?”
Sanki hafızasını araştırmak için büyük bir çaba sarf ediyormuş gibi birkaç saniye
duraksadı, sonra yanıtladı: “Evet.. .evet, oldukça eminim.” “Size yazdı mı?”
Yine duraksayıp düşündü ve düşüncelerinin yol açtığı işkenceyi tahmin edebiliyordum. Bilmiyordu. Sadece kocası için benden beş bin frank istemesi gerektiğini biliyordu. O yüzden yalan söyledi. “Evet, bana yazdı.” “Ne zaman, Tanrı aşkına? Dün bundan bana bahsetmediniz.” “Mektubunu bu sabah aldım” “Bana gösterebilir misiniz?” “Hayır… hayır… hayır .. .özel konuları içeriyor.. .aramızdaki kişisel konular.. .onu yaktım.” “Demek kocanız borca girdi?”
Yeniden duraksadı, sonra mırıldandı: “Bilmiyorum.” Bunun üzerine duygusuzca: “Şu an hazırda beş bin frankım yok, sevgili kuzenim,” dedim.
Sanki acı çekiyormuş gibi bir çeşit çığlık çıkardı. “Ah! Ah! Size yalvarıyorum, size bunu benim adıma bulmanız için yalvarıyorum…”
Heyecanlandı ve ellerini bana dua ediyormuş gibi kavuşturdu! Sesinin tonunu değiştirdiğini duydum,- tedirgin ve almış olduğu karşı konulmaz emrin hükmünde, ağladı ve kekeledi.
“Ah! Ah! Size yalvarıyorum.. .neler çektiğimi bilseydiniz.. .bugün bulmam gerek.”
Ona acıdım. “Çok geçmeden bulacağım, yemin ederim.” “Oh! Teşekkürler! Teşekkürler! Çok naziksiniz!”
Sözüme devam ettim: “Dün akşam evinizde neler olduğunu hatırlıyor musunuz?”
“Evet.” “Dr. Parent’in sizi uyuttuğunu hatırlıyor musunuz?” “Evet.” “Ah! Çok iyi, o zaman,- bu sabah benden beş bin frank istemek için buraya gelmenizi buyurdu ve şu anda o telkine uyuyorsunuz.”
Birkaç saniye düşündü ve yanıtladı: “Ama parayı isteyen benim kocam..
Tam bir saat boyunca onu ikna etmeye çalıştım, ama başaramadım ve ayrıldığında doktora gittim. Tam dışarı çıkıyordu ve beni bir gülümsemeyle dinleyip: “Şimdi inanıyor musunuz?” dedi. “Evet; inanmamak elimde değil.” “Kuzeninizin evine gidelim.”
Kuzenim, yorgunluğa yenik düşmüş, sallanan bir sandalyede uyukluyordu. Doktor nabzını kontrol etti, bir elini gözlerine doğru kaldırıp bir süre baktı, kuzinim bu manyetik etkinin karşı konulmaz gücüyle gözlerini yavaş yavaş kapadı ve uykuya daldığında, doktor şöyle dedi:
“Kocanızın beş bin franka artık ihtiyacı yok! Bu yüzden, kuzeninizden bu meblağı size ödünç vermesini istediğinizi unutmaksınız ve eğer bu konu hakkında sizinle konuşursa, onu anlamayacaksınız.”
Sonra onu uyandırdı ve ben bir cüzdan çıkarıp-, “işte bu sabah benden istediğiniz
miktar, sevgili kuzenim,” dedim. Ama o kadar şaşkındı ki ısrar etmeye cesaret edemedim,- yine de olayı ona hatırlatmaya çalıştım, ama bunu şiddetle inkâr etti, onunla alay ettiğimi sandı ve sonunda, neredeyse sükunetini kaybetti.
İşte! Henüz geri döndüm ve öğle yemeği yiyemedim, çünkü bu deney sinirlerimi
tamamen bozdu.
19 Temmuz. Macerayı anlattığım çoğu kişi bana güldü. Artık ne düşüneceğimi bilmiyorum. Akıllı olan: “Olabilir!” der.
21 Temmuz. Akşam yemeğini Bougival’da yedim ve akşamı bir denizci balosunda geçirdim. Kesinlikle her şey yere ve çevredekilere bağlı. Ile de la Grenouillère de doğaüstüne inanmak delice olurdu… ama ya Saint Michel Dağının tepesinde?… ya
Hindistan’da? Çevremizdekilerden korkunç bir biçimde etkileniyoruz. Gelecek hafta eve döneceğim.
30 Temmuz. Dün kendi evime geldim. Her şey iyi gidiyor.
2 Ağustos. Yeni bir şey yok,- hava harika ve günlerimi önümden akan Seine’i seyrederek geçirdim.
4 Ağustos. Hizmetçilerimin arasında kavgalar. Geceleri dolaplardaki bardakların kırıldığını bildiriyorlar. Uşak aşçıyı, aşçı terziyi, terzi de diğerlerini suçluyor. Suçlu kim? Bunu anlayabilecek olan akıllı bir insandır.
6 Ağustos. Bu sefer delirmedim. Gördüm… gördüm… gördüm!… Artık şüphe edemem! Onu gördüm!
Saat ikide gül ağaçlarının arasında, güneş ışığı altında yürüyordum.. .dökülmeye başlayan güz gülleriyle çevrili yolda. Uç harika tomurcuğu olan bir Géant de Bataille’a bakmak için durduğumda, güllerden birinin sapının sanki görülmez bir el tarafından büküldüğünü, sonra da o el onu koparmış gibi kırıldığını gördüm! Sonra çiçek kendini, bir elin onu burnuna götürürken çizeceği eğriyi izleyerek yukarı kaldırdı ve saydam havada asılı kaldı, tek başına ve kıpırtısız, gözlerimin üç yarda önünde korkunç bir kırmızı nokta. Ümitsizlik içinde onu kavramak için fırladım: Hiçbir şey bulamadım,- yok olmuştu. Sonra içimi kendime karşı korkunç
bir öfke kapladı, çünkü aklı başında bir insanın böyle varsanılar görmemesi gerekir.
Ama bir varsam mıydı? Sapa bakmak için döndüm ve hemen buldum, çalının üzerinde, yeni kırılmış, dalın üzerindeki diğer iki gülün arasında. Sonra, zihnim karmakarışık bir şekilde eve döndüm,- çünkü artık eminim, gün ve gecenin değişiminden emin olduğum kadar, ki etrafımda su ve sütle beslenen, nesnelere dokunabilen, eline alabilen ve yerlerini değiştirebilen görünmez bir varlık bulunuyor,- bunların sonucunda, duyularımızca kavranamadığı halde, maddi bir doğaya sahip ve benim gibi, benim çatımın altında yaşayan bir varlık.
7 Ağustos. Sakin bir şekilde uyudum. Sürahimden su içti, ama uykumu bölmedi.
Deli olup olmadığımı merak ediyorum. Daha şimdi nehrin kenarında güneşte yürüyorken, içimde aklımla ilgili şüpheler uyandı,- daha önce hissettiğim belirsiz şüphelerden değil, kesin, mutlak şüpheler. Deli insanlar gördüm ve hayatın bir nokta hariç her konusunda oldukça zeki, sakin, hatta açık görüşlü olan bazılarını tanıdım. Her şey hakkında berrak, seve seve ve çok bilgili olarak konuşuyorlardı, ta ki birden zihinleri deliliklerinin kumsallarına çarpıp orada bölünene, delilik denilen, gürleyen dalgalar, sisler ve kasırgalarla dolu o öfkeli ve korkunç denizde dağılıp batıncaya dek.
Bilinçli olmasam, durumumu mükemmel derecede bilmesem, onu tamamen berraklıkla analiz ederek algılamasam, kesinlikle deli olduğumu düşünmem gerekirdi. Aslında, sadece bir varsam altında acı çeken mantıklı birisi olmam gerekirdi. Beynimde bilinmeyen bir rahatsızlık ortaya çıkmış olmalıydı, günümüz fizyologlarının belirlemeye ve doğrulamaya çalıştıkları o rahatsızlıklardan biri ve bu rahatsızlık zihnimde ve fikirlerimin birbirini izleyişiyle mantığında derin bir boşluk yaratmış olmalıydı. Benzer olaylar, hayal kuran melekelerimiz ayakta ve çalışır durumdayken, doğrulayıcı aygıtlarımız ve kontrol organımız uykuda olduğu için bizi şaşırtmadan en olanaksız hayaller arasına götüren rüyalarda ortaya çıkar. Beyinsel klavyenin algılanamaz notalarından birinin içimde felç olmuş olması mümkün değil miydi? Bazı insanlar bir kaza sonucunda gerekli isimleri, fiilleri veya sayıları, ya da sadece tarihleri unutmazlar mı? Düşüncenin bütün çeşitlemelerinin yerleşimi bugünlerde saptandı,- bu durumda, benim belirli varsanıların gerçek dişiliğini kontrol melekemin şu an için bende uyuşuk durumda olması neden şaşırtıcı olsun?
Bütün bunları nehir kıyısında yürürken düşündüm. Güneş nehrin üzerinde parlıyordu ve beni hayata, çevikliği gözlerimi her zaman mutlu eden kırlangıçlara, yapraklarının hışırtısı kulaklarım için bir zevk olan nehir kıyısındaki bitkilere karşı bir sevgiyle doldururken, toprağı güzel bir hale getiriyordu.
Ancak, yavaş yavaş, anlaşılmaz bir huzursuzluk hissi beni sardı. Sanki bilinmeyen bir kuvvet beni uyuşturuyor ve durduruyor, daha öteye gitmemi engelliyor ve beni geri çağırıyordu. Evde sevdiğiniz bir hastayı bıraktığınızda ve onun daha kötüleştiğine dair bir önseziye kapıldığınızda size işkence eden o acı verici dönme isteğini hissettim.
Bu yüzden, beni bekleyen kötü haberler, bir mektup ya da bir telegraf, bulacağımı hissederek, kendime hakim olamayıp döndüm. Ancak hiçbir şey yoktu ve başka bir fantastik hayal görseydim hissedeceğimden daha şaşkın ve huzursuzdum.
8 Ağustos. Dün korkunç bir gece geçirdim. Artık kendini göstermiyor, ama yanımda olduğunu, beni izlediğini, bana baktığını, içime sızdığını, beni eline geçirdiğini ve bu şekilde kendini sakladığında, sabit ve görünmez varlığını doğaüstü olaylarla ortaya koymasından daha heybetli olduğunu hissediyorum. Yine de, uyudum.
9 Ağustos. Bir şey yok, ama korkuyorum.
10 Ağustos. Bir şey yok,- yarın ne olacak?
11 Ağustos. Hâlâ bir şey yok,- bu korku üzerimde asılı ve bu düşünceler zihnimdeyken evde duramıyorum, buradan gideceğim.
12 Ağustos. Gecenin onu. Bütün gün boyunca buradan uzaklaşmaya çalıştım ve uzaklaşamadım. Bu basit ve kolay özgürlük hareketini —dışarıya çıkmayı, Rouen e gitmek için arabama binmeyi— gerçekleştirmeyi diledim ve bunu yapmayı başaramadım. Nedeni nedir?
13 Ağustos. Belirli hastalıklar tarafından saldırıya uğradığımızda, fiziksel varlığımızın bütün yayları bozulmuş, bütün enerjilerimiz yok edilmiş, bütün kaslarımız gevşemiş gibi görünür,- kemiklerimiz de et kadar yumuşamış ve bedenlerimiz su kadar sıvılaşmıştır. Bu duyguları tuhaf ve sıkıntı verici bir şekilde manevi varlığımda yaşıyorum. Hiç gücüm, cesaretim, kendime hâkimiyetim, kendi irademi harekete geçirecek kuvvetim bile yok artık. Bir şey isteyecek gücüm kalmadı,- ama birisi bunu benim adıma yapıyor ve ben boyun eğiyorum.
14 Ağustos. Ben mahvoldum! Birisi ruhumu sahiplendi ve ona hükmediyor. Birisi
bütün yaptıklarıma, bütün hareketlerime, bütün düşüncelerime emrediyor. Artık kendi başıma bir şey değilim,- yaptığım her şeyin tutsak edilmiş ve ürkmüş bir seyircisinden başka hiçbir şey. Dışarı çıkmayı istiyorum,- çıkamıyorum. Çıkmak istemiyor, o yüzden ben de, beni oturttuğu koltukta, titreyerek ve çıldıracak bir halde, kalıyorum. Sadece kalkmak ve gerinmek istiyorum,- yapamıyorum! Koltuğuma perçinlendim ve koltuğum da hiçbir kuvvetin bizi kıpırdatamayacağı şekilde yere yapışık.
Sonra, aniden, bahçenin diplerine gidip biraz çilek koparıp yemem gerekiyor, gerekiyor ve oraya gidiyorum. Çilekleri topluyor ve yiyorum! Ah, Tanrım! Tanrım! Bir Tanrı var mı? Eğer varsan, beni serbest bırak! Kurtar beni! İmdadıma yetiş! Bağışla! Merhamet et! Kurtar beni! Ah, ne acılar! Ne işkence! Ne dehşet!
15 Ağustos. Bu kesinlikle zavallı kuzenimin benden beş bin frank istemeye geldiğinde çıldırmış ve yönetiliyor olması gibi. Başka bir ruh gibi, başka bir parazit ve hükmedici ruh gibi, içine giren tuhaf bir iradenin etkisi altındaydı. Dünyanın sonu mu geliyor?
Ama kim o, beni yöneten bu görünmez varlık? Bu bilinemez varlık, doğaüstü bir ırkın bu serserisi?
Görünmez varlıklar var, demek! O zaman, nasıl oluyor da, dünyanın başlangıcından beri kendilerini tıpkı bana yaptıkları gibi ortaya çıkartmadılar? Evimde olanlara benzeyen şeyleri hiç okumadım. Ah, bir ayrılabilseydim, bir uzaklaşabilsem, kaçabilsem ve asla dönmeseydim! Kurtulabilirdim, ama yapamıyorum.
16 Ağustos. Bugün, zindanının kapısını yanlışlıkla açık bulan bir mahkum gibi, iki
saatliğine kaçmayı başardım. Birden serbest olduğumu ve onun uzakta bulunduğunu hissettim, o yüzden atların olabildiğince çabuk koşulması için emirler verdim ve Rouen e gittim. Ah, size boyun eğen birine “Rouen’e git,” diyebilmek ne kadar güzel.
Onu kütüphanenin önünde durdurttum ve bana Dr. Herrmann Herestrauss’un antik ve modern dünyanın bilinmeyen sakinleri üzerine bilimsel incelemelerini vermeleri için yalvardım.
Sonra, arabama binerken, ‘Tren istasyonuna!” demeye niyetlendim, ama bunun yerine, yoldan geçenlerin dönmelerine neden olan yüksek bir sesle bağırdım —söylemedim, bağırdım—: “Eve!” ve zihinsel ıstıraplarımla bitkin bir halde arabamın yastıkları üzerine düştüm. Beni yeniden bulmuş ve sahiplenmişti.
17 Ağustos. Ah, ne gece! Ne gece! Yine de, memnun olmam gerek gibi görünüyor. Sabaha karşı bire kadar okudum! Herestrauss, felsefe ve teogoni doktoru, insanın etrafında dolanan veya insanın düşlediği bütün o görünmez varlıkların ortaya çıkışlarının tarihini yazmış. Nereden geldiklerini, hâkimiyet kurdukları yerleri, güçlerini tanımlıyor ama hiçbiri beni taciz edene benzemiyor. İnsanın, düşünmeye başladığından beri, kendinden güçlü, bu dünyada vârisi olan yeni bir varlığa karşı önceden duyumsadığı bir korkusunun olduğu ve varlığını hissedince ve o ustanın doğasını önceden bilemeyince, dehşet içinde, esrarlı varlıklar, korkudan doğan belirsiz hayallerden oluşan bütün bir ırk yarattığı söylenebilir.
Böylece, sabaha karşı bire kadar okuduktan sonra, gittim ve alnımla düşüncelerimi sakin gece havasıyla serinletmek için açık pencereye oturdum. Çok keyifli ve ılıktı. Daha önceleri böyle bir geceden nasıl da zevk alırdım!
Ay yoktu, ama yıldızlar ışınlarını siyah göklere fırlatıyorlardı. O dünyalarda kimler yaşar? Hangi cinsler, hangi yaşayan varlıklar, hangi hayvanlar vardır oralarda? Neler bilirler o uzak dünyalardaki düşünürler bizden fazla? Neler yapabilirler bizim yapabildiklerimizden fazla? Neler görebilirler bizim bilmediğimiz? Onlardan birisi, yarın veya başka bir gün, uzayı aşarak, onu fethetmek için dünyamızda ortaya çıkmayacak mıdır, tıpkı daha önce Norveçlilerin kendilerinden daha güçsüz ulusları fethetmek için denizleri geçtikleri gibi?
Öylesine zayıf, öylesine savunmasız, öylesine cahil, öylesine ufağız ki bir su damlasında çözünen bir çamur parçacığında yaşayan bizler.
Serin gece havasında bu şekilde hayal kurarak uyuyakaldım ve bir saatin üç çeyreği kadar uyumuşken, hangi karmaşık ve tuhaf hisle olduğunu bilmediğim bir şekilde uyanarak, kıpırdamadan gözlerimi açtım. Önce hiçbir şey görmedim, sonra birden sanki masamın üzerinde açık kalmış bir kitabın bir sayfası kendi başına çevrilmiş gibi göründü. Penceremden bir solukluk bile hava gelmemişti, şaşırmıştım ve bekledim. Neredeyse dört dakika içinde, gördüm, sanki bir parmak onu çevirmişcesine, bir sayfanın kendini kaldırdığını ve diğerlerinin üzerine düştüğünü gördüm, evet kendi gözlerimle gördüm. Koltuğum boştu, boş görünüyordu, ama onun orada olduğunu ve benim yerimde oturduğunu ve okuduğunu biliyordum. Öfkeli bir sıçramayla, terbiyecisine doğru atılan öfkelenmiş vahşi bir hayvanın sıçrayışıyla, onu tutmak, boğazını sıkmak, onu öldürmek için odayı aştım! Ama ona ulaşamadan, koltuk sanki biri benden kaçıyormuş gibi devrildi… masam sallandı, lambam düştü ve söndü ve pencerem, sanki bir hırsız şaşırmış ve pencereyi arkasından kapatarak gecenin içine kaçmışçasına, kapandı.
Yani kaçmıştı,- korkmuştu,- o, benden korkmuştu!
Ama…ama…yarın…veya sonra…er geç… onu ellerimde tutabilmeli ve yere çarpabilmeliydim! Köpekler de arada sırada sahiplerini ısırıp boğmazlar mı?
18 Ağustos. Bütün gün boyunca düşündüm. Ah, evet, ona boyun eğecek, dürtülerini izleyecek, bütün dileklerini yerine getirecek, kendimi aciz, itaatkar bir korkak gibi göstereceğim. Daha kuvvetli olan o,- ama öyle bir an gelecek ki…
19 Ağustos. Biliyorum.. .Biliyorum.. .her şeyi biliyorum! Aşağıdakileri demin Revue du Monde Scientifique’te okudum: “Rio de Janeiro’dan elimize tuhaf bir bilgi parçası ulaştı. Çılgınlık, bir çılgınlık salgını, ki Ortaçağ’da Avrupa halklarına saldıran o bulaşıcı çılgınlıkla karşılaştırılabilir, şu anda San Paolo Eyaletini kasıp kavuruyor. Korkmuş halk görünmez, ama hissedilir varlıklar, uyurlarken hayatlarıyla beslenen ve bunun yanında, başka besinlere dokundukları görülmeden su ve süt içen bir vampir türü tarafından kovalandıklarını, ele geçirildiklerini, hükmedildiklerini söyleyerek evlerini terk ediyorlar.
“Profesör Don Pedro Henriques, yanında birkaç tıp bilginiyle, bu şaşırtıcı çılgınlığın kaynaklarını ve oluşumlarını olay yerinde araştırmak ve çıldırmış halkı mantığa geri döndürmek için kendisine en uygun görünebilecek önlemleri imparatora sunmak için San Paolo Eyaletine gitmiştir.”
Ah! Ah! Şimdi geçen Mayısın sekizinde, Seine’den yukarı doğru giderken penceremin önünden geçmiş olan o güzel Brezilya üç direklisini hatırlıyorum! Öylesine güzel, öylesine beyaz ve parlak olduğunu düşünmüştüm ki! O Varlık gemideydi,- oradan, ırkının ortaya çıktığı yerden geliyordu ve beni gördü! Kendisi de beyaz olan evimi gördü ve gemiden karaya atladı. Ah, merhametli Tanrım!
Artık bildiğime göre, kehanette bulunabilirim. İnsanın saltanatı sona erdi ve o geldi. İlkel insanın korktuğu,- huzuru kaçmış rahiplerin dualarla kovduğu,- büyücülerin kara gecelerde, ortaya çıktığını görmeden çağırdığı,- dünyanın geçici sahiplerinin canâvarımsı veya zarif cüce, ruh, cin, peri ve benzer ruh şekillerini verdiği o varlık, ilkel korkunun kaba kavramlarından sonra, daha açık görüşlü kişiler onu daha açık anladılar. İpnoz onu hissetti ve on yıl önce doktorlar kesin olarak gücünün doğasını, daha kendisi deneyim sahibi olmadan önce keşfettiler. Ona manyetizma, ipnotizma, telkin adını verdiler. ..ben ne biliyorum? Onların bu dehşet verici güçle sabırsız çocuklar gibi kendilerini eğlendirdiklerini gördüm! Eyvahlar olsun bize! Eyvahlar olsun insanlığa! O geldi, o… o… kendine ne diyor… o… bana ismini bağırdığını hayal ediyorum ve onu duymuyorum… o… evet… adını bağırıyor… dinliyorum… yapamam… tekrarlıyor. ..o… Horla… duyuyorum… Horla… bu o… Horla… geldi!
Ah! Akbaba güvercini yedi,- kurt kuzuyu yedi,- aslan keskin boynuzlu bufaloları midesine indirdi,- insan aslanı bir okla, bir kılıçla, barutla öldürdü,- ama Horla insanı, bizim atı ve öküzü dönüştürdüğümüz şeye dönüştürecek,- malına, kölesine ve yiyeceğine, sadece iradesinin gücüyle. Eyvahlar olsun bize!
Ama, yine de, hayvan bazen isyan eder ve onu himayesi altına alan adamı öldürür. Ben de öldürmek isterdim—öldürebilirim—ama onu tanımam, ona dokunmam, onu görmem gerek! Bilimadamları hayvanların gözlerinin, bizimkilerden farklı olduklarından, nesneleri bizim gibi ayırt etmediklerini söylerler. Benim gözüm de bana zulmeden bu yeni geleni ayırt edemiyor.
Neden? Ah, şimdi hatırlıyorum Saint Michel Dağındaki keşişin sözlerini: “Var olanların yüz binde birini görüyor muyuz? Buraya bakın,- işte rüzgâr ki doğadaki en büyük kuvvettir, insanları yere yıkar, binaları uçurur, ağaçlan kökünden söker, denizi su dağları gibi kabartır, uçurumları parçalar ve büyük gemileri kayalara fırlatır,- öldüren, fısıldayan, iç çeken, kükreyen rüzgâr… hiç gördünüz mü veya görebilir misiniz? Buna rağmen, yine de vardır!”
Düşünmeye devam ettim: gözlerim öylesine zayıf, öylesine kusurlu ki, cam gibi saydamlarsa, katı cisimleri bile ayırt edemiyorlar! Arkasında kalay olmayan bir cam yolumu kesiyor olsaydı, bir odaya girmiş olan bir kuşun başını pencere camlarına vurması gibi, içinden geçmeye çalışırdım. Dahası, bin nesne insanı kandırmakta ve yolunu şaşırtmaktadır. O zaman, içinden ışık geçen bilinmeyen bir cismi algılayamaması neden şaşırtıcı olsun?
Yeni bir varlık! Kesinlikle gelmesi gerekiyordu! Biz neden sonuncu olalım? Onu bizden önce yaratılanlardan daha fazla ayırt edemiyoruz! Bunun nedeni doğasının daha mükemmel, vücudunun bizimkinden daha iyi ve daha tamam olması, bizimki öylesine zayıf, öylesine biçimsiz kurulmuş, her zaman yorgun, her zaman çok karmaşık olan makineler gibi gerilim altında, organlarla öylesine yüklü, bir bitki ve bir hayvan gibi yaşayan, kendini hava, bitkiler ve etle zorlukla besleyen, hastalıklara, sakatlıklara, çürümeye av olan bir hayvan- makine,- bozuk yaylı, kötü ayarlanmış, basit ve tuhaf, zekice kötü yapılmış, aynı anda kaba ve hassas bir işçilik parçası, zeki ve heybetli olabilecek bir varlığın kaba bir taslağı.
Bu dünyada o kadar az, o kadar azız ki, istiridyeden insana kadar. Neden bir tane daha olmasın, birbirini izleyen ortaya çıkışları bütün farklı türlerden ayıran o dönem geçirildikten sonra?
Neden bir tane daha olmasın? Neden, ayrıca, kocaman, şahane çiçekli, bütün bölgeleri kokulandıran başka ağaçlar da olmasın? Neden ateş, hava, toprak ve suyun yanısıra başka elementler de olmasın? Sadece dört tane var, sadece dört tane, değişik varlıkların bu emziren babalarından! Ne yazık! Neden kırk, dört yüz veya dört bin tane yok? Her şey ne kadar zavallı, ne kadar zalim ve kötü! isteksizce üretilmiş, kabaca oluşturulmuş, hantalca yapılmış! Ah, fil ve suaygırı, ne zarafet! Hele deve, ne incelik!
Ama kelebek, diyeceksiniz, uçan bir çiçek! Yüz dünya kadar büyük, şekli, güzelliği, rengi ve hareketini ifade bile edemeyeceğim kanatları olan bir tane hayal ediyorum. Ama onu görüyorum.. .yıldızdan yıldıza, onları yeniden canlandırarak ve uçuşunun ışığı ve ahenkli nefesiyle onları kokulandırarak, kanat çırpıyor! Oradaki insanlar bakıyorlar, o zevk ve coşkuyla geçerken.
Bana ne oluyor? Beni taciz eden ve aptalca şeyler düşünmeme neden olan Horla! Benim içimde, benim ruhum haline geliyor,- onu öldüreceğim!
29 Ağustos. Onu öldüreceğim. Onu gördüm! Dün masama oturdum ve gayretle yazıyormuş gibi yaptım. Sinsice yanıma geleceğini iyi biliyordum, oldukça yanıma, öylesine yakına ki belki ona dokunabilecek, onu tutabilecektim. Sonra… sonra ümitsizlikten doğan bir gücüm olacaktı,- onu boğmak, onu ezmek, onu ısırmak, onu parçalara ayırmak için ellerimi, ayaklarımı, göğsümü, alnımı, dişlerimi
kullanacaktım. Fazlasıyla uyarılmış duyularımla onu bekledim.
İki lambamı ve şömine rafımın üzerindeki sekiz mumu yakmıştım, sanki bu ışıkla onu keşfedebilecekmişim gibi.
Karyolam, eski meşe karyolam, karşımda duruyordu,- sağımda şömine vardı,- solumda, onu içeri çekebilmek için bir süre açık bırakıldıktan sonra dikkatle kapatılmış olan kapı,- arkamda ise üzerinde her gün traş olmak ve giyinmek için önünde durduğum ve önünden her geçtiğimde kendimi tepeden tırnağa süzme âdetim olan bir ayna bulunan çok yüksek bir gardırop vardı.
Onu kandırmak için yazıyormuş gibi yaptım, çünkü o da beni izliyordu ve birden hissettim ki…emindim ki omzumun üzerinden okuyordu, oradaydı, kulağıma dokunuyordu.
Ellerimi uzatıp ayağa kalktım ve o kadar çabuk döndüm ki neredeyse düşüyordum. Ee? peki? Gündüz kadar aydınlıktı, ama aynada kendi aksimi göremiyordum! Boş, berrak, derin, ışık doluydu! Ama görüntüm orada yansıtılmıyordu ve ben, ben, tam karşısındaydım! Büyük, berrak camı yukarıdan aşağıya görebiliyordum ve ona kararsız gözlerle baktım ve ilerlemeye cesaret edemedim,- bir hareket bile etmeye cesaret edemedim, onun orada olduğunu, ama yine benden kaçacağını hissediyordum, görülmeyen vücuduyla yansımamı yutmuş olan onun.
Ne kadar da korkmuştum! Sonra, birdenbire, aynanın derinliklerindeki bir sis içinde kendimi görmeye başladım, sanki bir su tabakasıymış gibi görünen bir sis içinde ve bana sanki bu su her an berraklaşıyormuş gibi geldi. Bir ay tutulmasının sonu gibiydi. Beni saklayan her neyse, açıkça belirlenmiş hatları varmış gibi görünmüyordu, ama yavaş yavaş berraklaşan donuk bir saydamlığa sahipti.
Sonunda kendimi, her gün baktığımda olduğu gibi, tamamen ayırt edebildim.
Onu görmüştüm! Bunun dehşeti içimde yer etti ve şimdi bile beni ürpertiyor.
30 Ağustos. Onu yakalayamadığıma göre, nasıl öldürebilirim? Zehirle mi? Ama zehri suya karıştırdığımı görecektir ve ayrıca, bizim zehirlerimizin bu hissedilmez beden üzerinde bir etkisi olur mu? Hayır… hayır… bu konuda hiç şüphe yok… O zaman… o zaman…?
31 Ağustos. Rouen’den bir demirci çağırttım ve odam için Paris’teki bazı özel otellerin hırsız korkusuyla giriş katlarında bulunan demir pancurlardan ısmarladım ve bana ayrıca demir bir kapı da yapacak. Kendimi bir korkak gibi gösteriyorum, ama buna aldırmıyorum bile!
10 Eylül. Rouen, Continenal Oteli. Yapıldı.. .yapıldı.. .ama öldü mü? Zihnim gördüklerimden dolayı tamamen huzursuz. Eh, pekala, dün, demirci demir pancurları ve kapıyı taktıktan sonra, hava soğuduğu halde, her şeyi geceyarısına kadar açık bıraktım.
Birden onun orada olduğunu hissettim ve sevinç, çılgınca bir sevinç beni esir aldı. Usulca kalktım, bir süre aşağı yukarı yürüdüm, böylece hiçbir şeyden şüphe etmeyecekti,- çizmelerimi çıkardım ve terliklerimi kayıtsızca giydim,- sonra demir pancurları kapattım, kapıya geri döndüm ve onu çabucak bir asma kilitle iki kere kilitleyerek anahtarı cebime koydum.
Birden çevremde huzursuzca hareket ettiğini, bu sefer onun korktuğunu ve bana onu dışarı çıkarmamı emrettiğini fark ettim. Neredeyse boyun eğiyordum,- ancak eğmedim, ama sırtımı kapıya yaslayarak, kapıyı benim geriye doğru dışarı çıkmama ancak yetecek kadar araladım ve çok uzun boylu olduğum için, başım çerçeveye değdi. Kaçmayı başaramadığından ve onu tek başına, oldukça tek başına içeri kapattığımdan emindim. Ne mutluluk! Onu gafil avlamıştım. Sonra aşağı kata koştum,- misafir odasından, ki yatak odamın altındaydı, iki lambayı aldım ve bütün gazı halıya, mobilyalara, her yere döktüm,- sonra gazı ateşe verdim ve kapıyı dikkatle iki kere kilitledikten sonra kaçtım.
Gittim ve bahçenin dibine, bir defne çalılığı yığınına saklandım. Ne kadar uzun göründü! Ne kadar uzun göründü! Her şey karanlık, sessiz, hareketsizdi, bir nefeslik hava ve bir yıldız bile yoktu, sadece insanın göremeyeceği, ama ruhumda öylesine, ah, ağırlık yapan ağır bulut kümeleri vardı.
Evime baktım ve bekledim. Ne kadar da uzun sürdü! Artık yangının kendiliğinden
söndüğünü veya onun söndürdüğünü düşünmeye başlamıştım ki, alt pencerelerden biri alevlerin şiddeti altında çöktü ve uzun, yumuşak, okşayan bir kızıl alev tabakası beyaz duvara atladı ve onu çatıya kadar sardı. Işık ağaçların, dalların ve yaprakların üzerine de düştü ve bir korku ürpertisi onları da kapladı! Kuşlar uyandı, bir köpek ulumaya başladı ve sanki gün ağarıyormuş gibi geldi bana! Neredeyse aynı anda iki başka pencere de parçalara bölündü ve evimin alt kısmının korkunç bir fırına dönüştüğünü gördüm. Ama bir çığlık, dehşet verici, tiz, yürek paralayıcı bir çığlık, bir kadın çığlığı, gecenin içinde duyuldu ve iki tavan arası penceresi açıldı! Hizmetçileri unutmuştum! Dehşet dolu yüzlerini ve çılgıncasına sallanan kollarını gördüm.
Sonra dehşete kapılmış bir halde yola çıktım ve “İmdat! İmdat! Yangın! Yangın!” diye bağırarak köye doğru koştum. Olay yerine gelmekte olan insanlarla karşılaştım ve onlarla geri döndüm.
O ana kadar evden geriye korkunç ve muazzam bir cenaze ateşi kalmıştı, bütün çevreyi yakan devasa bir cenaze ateşi, insanların ve onun da yandığı bir cenaze ateşi, O, O, benim tutsağım, o yeni Varlık, yeni sahip, Horla!
Birden bütün çatı duvarların arasına çöktü ve bir alev volkanı göğe fırladı. O fırına açılan bütün pencerelerden, alevlerin fışkırdığını gördüm ve onun orada, o ocakta, ölü olarak bulunduğunu düşündüm.
Ölü mü? Belki…. Vücudu? Saydam olan bedeni bizimkileri öldürebilecek araçlar tarafından yok edilemez değil miydi?
Ya ölmemişse?…Belki sadece Zamanın bu Görünmez ve Korkunç Varlık üzerinde gücü vardır. Eğer o da kötülüklerden, zayıflıklardan ve zamansız yok oluştan korkmak zorundaysa bu saydam, tanımlanamayan beden, bir ruha ait bu vücut neden?
Zamansız yok edilme mi? İnsanlığın bütün dehşeti bundan kaynaklanır! İnsandan sonra, Horla. Her gün, herhangi bir saate, herhangi bir anda, herhangi bir kazayla ölebilen insandan sonra, varlığının sınırlarına ulaşmış olduğu için sadece kendine ait saatte ve dakikada ölecek olan gelir!
Hayır… hayır… hiç şüphesiz… o ölmedi… O zaman… o zaman… sanırım kendimi öldürmeliyim!…
Yazar: Guy de Maupassant
Çeviren: Ayşe Gorbon