Bilim Kurgu Hikayesi “ALDATMACA OYUNU”
Philip K. Dick
ANSIZIN bir ses O’Keefe’i uyandırdı. O’Keefe, üzerindeki battaniyeyi bir yana atıp portatif karyoladan fırladı, duvarda asılı duran B-tabancasını kaptı ve ayağıyla alarm zili kutusunun camını kırdı. Kutudan yayılan yüksek frekanslı dalgalar, kampın her yanında alarm zilleri çaldırmaya başladı. O’Keefe evinden dışarı fırladığında, kamptaki bütün ışıklar yanmıştı.
“Nerede?” diye sordu Fisher tiz bir sesle. Pijaması hâlâ üstünde, uyku mahmurluğu içindeki yüzü karmakarışık, O’Keefe’in yanında bitivermişti.
“Şurada, sağda.” O’Keefe, yeraltı depo bölmelerinden yuvarlana yuvarlana yerüstüne çıkan kocaman bir toptan kaçmak için yana sıçradı. Gece giysileri içindeki insan figürlerinin arasında, birtakım askerler ortaya çıkmaya başlamıştı. Kampın sağ yanında, sisli, kara bir bataklık ve Betelgeuse Il’nin yüzeyini oluşturan yarı sıvı çamurun içine gömülü dolgun yapraklı bitkiler, sazlar ve iri iri yumru kökler vardı. Gecenin fosforumsu ışıltıları bataklığın üzerinde oynaşıp titreşiyor, zifiri karanlığın içinde hayaletleri andıran sarı ışıklar göz kırpıyordu.
“Tahminime göre,” dedi Horstokowski, “yolun yakınına kadar gelmişler, ama yola çıkmamışlar. Bataklık birikintisinin olduğu yerde, yolun her iki yanında uzanan on beş metrelik banketler var. O yüzden radarımız herhangi bir şey saptayamamış.”
Kocaman bir mekanik kurutucu “böcek”, çamurun içinde hızla ilerleyip geçtiği yerde bataklığın suyunu çekiyor, ardında çizgi halinde, dumanlı, katı bir yüzey bırakıyordu. Bitkiler, çürümüş kökler ve solmuş yapraklar kavrulup tümüyle yok ediliyordu.
“Ne gördün?” diye sordu Portbane, O’Keefe’e.
“Hiçbir şey görmedim. Derin bir uykudaydım. Ama onları duydum.”
“Ne yapıyorlardı?”
“Evimin içine sinir gazı pompalamaya hazırlanıyorlardı.
Taşınabilir tüplerin hortumlarını çözdüklerini ve basınç tanklarının kapaklarını açtıklarını duydum. Ama neyse ki, onlar daha hortumları tankların ağızlarına geçiremeden kendimi evden dışarıya attım.”
Daniels telaşlanmıştı. “Bunun bir gaz saldırısı olduğunu mu söylüyorsun?” deyip beceriksiz ellerle kemerindeki gaz maskesini çıkarmaya çalıştı. “Orada dikilip durmayın öyle maskelerinizi takın!”
“Aygıtlarını çalıştıramamışlar ki,” dedi Silberman. “O’Keefe alarmı tam zamanında vermiş. Saldırganlar geri çekilip bataklığa doğru gitmişlerdir.”
“Emin misin?” diye sordu Daniels.
“Burnuna bir koku gelmiyor, değil mi?”
“Hayır, gelmiyor,” diye itiraf etti Daniels. “Ama en zehirli türleri de kokusuz olanları. Ve gazın verildiğini anladığında, çok geç oluyor.” Gene de, bir önlem olsun diye maskesini taktı.
Yan yana dizilmiş evlerin yakınında, birkaç kadın belirmişti tehlike anlarında kullanılan tarama ışıldaklarının bir görünüp bir kaybolan parıltısı içinde, incecik, iri gözlü hayaletler gibi görünüyorlardı. Peşlerinden de, sakıngan adımlarla yürüyen birkaç çocuk geliyordu.
Silberman ve Horstokowski, devasa topun gölgesine çekildiler.
“İlginç,” dedi Horstokowski. “Bu ay yapılan üçüncü gaz saldırısı bu. İki kez de, kamp sınırları içine bomba terminalleri yerleştirme girişiminde bulundular. Saldırılarını giderek sıklaştırıyorlar.”
“Sen kafanda her şeyi çözdün, değil mi?”
“Gitgide daha yoğun saldırılara uğradığımızı anlamak için, genel raporu beklemem gerekmiyor.” Horstokowski, sakıngan bakışlarla çevresine bakındı, sonra Silberman’ı kendine doğru çekti. “Belki radar ekranının işlememesinin bir nedeni vardır. Kendisine çarpan küçücük yarasaları bile saptar o radar.”
“Ama ya senin dediğin gibi banketlerden geçip gelmişlerse?”
“Ben onu sırf bir tuzak olsun diye söyledim. Radara parazit yaptırıp işaret vererek onları içeri alan biri var.”
“Bizlerden biri mi demek istiyorsun?”
Horstokowski, gecenin ıslak karanlığı içinde, dikkatle Fisher’ı gözlüyordu. Fisher, dikkatle yolun kıyısına, sert yüzeyin sona erip kurumaya yüz tutmuş yapışkan çamurlu bataklığın başladığı yere doğru yürümüştü. Yere çömelmiş, eliyle çamuru karıştırıyordu.
“Ne yapıyor?” diye sordu Horstokowski.
“Bir şeyler topluyor,” dedi Silberman kayıtsızca. “Niye olmasın? Çevreyi araştırması gerekir, değil mi?”
“Dikkat et bak,” diye onu uyardı. Horstokowski, “geri döndüğünde, sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranacak.”
Az sonra, Fisher, hızlı hızlı yürüyerek geri döndü; bir yandan da çamurlarını temizlemek için ellerini ovuşturuyordu.
Horstokowski, onun yolunu kesti. “Ne buldun?”
“Ben mi?” dedi Fisher gözlerini kırpıştırarak. “Hiçbir şey bulmadım.”
“Benimle dalga geçme. Ellerinle dizlerinin üstüne çökmüş, bataklığı eşeleyip duruyordun.”
“Ben madeni bir şey gördüğümü sandım, o kadar.”
Horstokowski’nin içini bir heyecan dalgası kapladı. Haklı çıkmıştı.
“Hadi canım!” diye bağırdı Horstokowski.
“Ne buldun, söyle!”
”Bir gaz borusu olduğunu sanmıştım,” diye mırıldandı Fisher. “Ama yalnızca bir kökmüş. Kocaman, ıslak bir kök.”
Derin bir suskunluk oldu.
“Üstünü arayın,” diye buyruk verdi Portbane.
İki asker Fisher’ı kıskıvrak yakaladı.
Silberman ile Daniels çabucak onun üstünü aradılar.
Bel tabancasını, çakısını, alarm düdüğünü, otomatik elektrikli kontrol kalemini, Geiger sayacını, nabız ölçme aygıtını, ilkyardım çantasını ve kimlik belgelerini yere saçtılar. Bunlardan başka hiçbir şey yoktu üzerinde.
Askerler, düş kırıklığı içinde onu serbest bıraktılar. Fisher, asık bir yüzle yerdeki eşyalarını topladı.
“Hayır, hiçbir şey bulmamış,” diye belirtti Portbane. “özür dilerim, Fisher. Dikkatli olmak zorundayız. Onlar orada türlü dolaplar çevirip bizi öldürmek için planlar yaptığı sürece, hep tetikte olmalıyız.”
Silberman ve Horstokowski bakıştılar, sonra sessizce uzaklaşıp gittiler.
“Galiba neler olduğunu anladım,” dedi Silberman yumuşak bir sesle.
“Tabii ya,” diye karşılık verdi Horstokowski. “Fisher, bir şeyi sakladı. Onun bataklıkta eşeleyip durduğu yeri bir kazıp inceleyelim. İlginç bir şeyler bulabiliriz gibi geliyor bana.” Kavgaya hazırlanıyormuşçasına, sırtını kamburlaştırdı. “Burada, kamptan birinin onların hesabına çalıştığını biliyordum. Arz için casusluk eden biri.”
Silberman irkildi. “Arz mı? Bize saldıran Arz mı?”
“Tabii ki Arz!”
Silberman’ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
“Başka birileriyle savaşıyormuşuz gibi geliyordu bana.”
Horstokowski fena halde bozulmuştu.
“Kiminle sözgelimi?”
Silberman başını iki yana salladı. “Bilmiyorum. Kim olduğundan çok, bu konuda neler yapılabileceğini düşündüm ben hep. Bunlar mutlaka yabancılardır, diye düşünüyordum galiba.”
“Peki, Arz’ın o maymun adamlarının ne olduğunu sanıyorsun sen?” diye sordu Horstokowski meydan okurcasına.
Haftalık Strateji Toplantısı, kampın dokuz liderini, yoğun bir koruma altında tutulan yeraltı konferans odasında bir araya getirmişti. Giriş kapısı, silahlı nöbetçilerce korunuyor, son liderin de kimliğine bakılıp üstü arandıktan sonra içeri girmesiyle birlikte, kapı sımsıkı kilitleniyordu.
Toplantı başkanı Domgraf-Schwach, sabit koltuğunda görevini yapmaya hazır bir halde oturuyordu; bir eli genel strateji raporunun, öbür eli de, bir saldırı ânında onu odadan yukarıya fırlatıp özel bir bölmeye geçirecek düğmenin üzerindeydi. Portbane, her zamanki gibi odayı denetliyor, bütün sandalyeleri ve masaları tek tek gözden geçiriyordu. Daniels, gözlerini Geiger sayacına dikmiş, oturuyordu. Silberman ise, çelik ve plastikten yapılmış ve sürekli vızıltılar çıkaran birtakım kablolarla donatılmış bir giysinin içinde, tepeden tırnağa örtünmüş durumdaydı.
“Tanrı aşkına, bu zırh da ne böyle?” diye sordu Domgraf-Schwach kızgın kızgın. “Şunu çıkart da yüzünü görelim.”
“Canınız cehenneme,” diye parladı Silberman; ama üzerindeki karmaşık yapılı kabuk yüzünden sesi oldukça cılız çıkmıştı. “Bundan böyle artık hep bunu giyeceğim. Dün gece, birisi bakteriyle doldurulmuş iğneler batırmaya çalıştı bana.”
Yerinde yarı uyuklar bir halde oturmakta olan Lanoir, birden canlandı. “Bakteriyle doldurulmuş iğneler mi?” Yerinden fırlayıp telaşla Silberman’ın yanına doğru seğirtti. “Bir şey soracağım, acaba”
“Uzak dur benden!” diye bağırdı Silberman. “Biraz daha yaklaşırsan, elektrik veririm sana!”
“Geçen hafta rapor ettiğim gibi,” dedi Lanoir kesik kesik soluyarak, “su deposunu madeni tuzlarla zehirleme girişiminde bulunmuşlardı. O zaman, bir sonraki yöntemlerinin, hastalık başlayana kadar varlığını keşfedemeyeceğimiz bakteri artıkları ve filtreden geçebilen virüsler vermek olacağı aklımdan geçmişti.” Ansızın cebinden bir şişe çıkardı ve şişeden eline bir avuç dolusu beyaz kapsül boşalttı. Kapsülleri art arda ağzına attı.
Odadaki adamların hepsi de, şu ya da bu biçimde bir korunma yoluna başvurmuştu. Her biri, kendi kişisel deneyimleri doğrultusunda bir savunma aracı seçmişti. Ne var ki, savunma sistemlerinin tümü de genel strateji planlaması çerçevesinde oluşturulmuştu. İçlerinde herhangi bir araca başvurmamış gibi görünen tek kişi Tate’ ti. Tate, solgun ve gergin bir halde oturuyordu, ama bunun dışında, tasasız bir görünümü vardı. Domgraf-Schwach, içinden bir saptama yaptı Tate’in özgüven düzeyi olağanüstü derecede yüksekti. Onun, öyle yada böyle, saldırılara karşı kendini güvenlikte hissettiğini düşündürüyordu bu.
“Konuşmayı bırakın,” dedi Domgraf Schwach. “Başlama zamanı geldi.”
Domgraf-Schwach kura yoluyla başkan seçilmişti. Böyle bir sistemde başkanı devirme olanağı yoktu. Altmış erkek ve elli kadından oluşan, yalıtılmış, özerk bir kolonide, bu tür rastlantısal bir seçim yöntemi zorunluydu.
“Daniels haftalık strateji raporunu okusun,” diye buyruk verdi Domgraf-Schwach.
“Neden?” diye sordu Portbane korkusuzca. “Raporu hazırlayan biziz. İçinde neler olduğunu hepimiz biliyoruz.”
“İşte bu yüzden de her zaman okunur bu rapor,” diye yanıt verdi Silberman. “O zaman, üzerinde oynanıp oynanmadığını anlamış oluyoruz.”
“Yalnızca özetini okusun!” dedi. Horstokowski yüksek sesle. “Bu mahzende, kalmak zorunda olduğum süreden bir dakika bile fazla kalmak istemiyorum.”
“Birilerinin geçidi tıkamasından filan mı korkuyorsun?” diye ona takıldı Daniels. “Daha yarım düzine tehlike çıkışı var. Bunu bilmen gerekir hepsinin yapılması için diretmiştin.”
“Özeti oku,” diye buyurdu Lanoir.
Daniels gırtlağını temizledi. “Son yedi gün süresince, açıktan açığa toplam on bir saldırı gerçekleştirildi. En büyük saldırı, yeni A-sınıfı köprü ağına yönelikti; köprülerimiz sabotaja uğrayıp harap oldu. Koyduğumuz destekler zayıflatıldı, desteklere taban gereci olarak kullandığımız plastik karışım yumuşatıldı, öyle ki, daha ilk kamyon konvoyu Üzerlerinden geçer geçmez, köprülerin hepsi çöktü.”
“Bunları biliyoruz,” dedi Portbane somurtarak.
“Altı adam ve önemli miktarda araç kaybettik. Askerler gün boyunca bölgeyi taradılar, ama sabotajcılar kaçmayı başardılar. Bundan kısa bir süre sonra, su depolarımızın maden tuzlarıyla zehirlenmiş olduğu ortaya çıkarıldı. Bu nedenle, kuyular dolduruldu ve yenileri açıldı. Şimdi bütün suyumuz filtrelerden ve analiz sistemlerinden geçiyor.”
“Ben kendi suyumu kaynatıyorum,” dedi Lanoir heyecanla.
“Saldırıların sıklaştığını ve şiddetin arttığını herkes kabul ediyor.” Daniels, eliyle duvardaki kocaman haritaları ve grafikleri gösterdi. “Bomba işlemez siperimiz ve sürekli denetim ağımız olmasaydı, bu gece bizi ele geçirirlerdi. Asıl sorun şu bize saldıranlar kim?”
“Arzlılar,” dedi Horstokowski.
Tate başını iki yana salladı. “Arzlılar ha, lanet olsun! Maymun adamlar bu kadar uzak bir yerde ne arıyorlar ki?”
“Biz de bu uzak yerdeyiz, öyle değil mi?” dedi Lanoir. “Ve biz de bir zamanlar Arzlıydık.”
“Asla!” diye bağırdı Fisher. “Bir süre Arz’da yaşadık belki, ama Arzlı değiliz. Biz, mutasyon geçirmiş, üstün bir ırkız.”
“Öyleyse kim bunlar?” diye diretti Horstokowski.
“Gemiden kurtulan öbür canlılar,” dedi Tate.
“Nerden biliyorsun?” diye sordu Silberman. “Onları gördün mü hiç?”
“Cankurtaran araçlarının hiçbirini kurtarmamıştık, hatırlamıyor musunuz? O araçlarla birlikte havaya uçmuşlardır mutlaka.”
“Bunlar kazadan sağ olarak kurtulup yalıtılmış halde yaşayan canlılar olsaydı,” diye karşı çıktı O’Keefe, “şu anda kullandıkları araç gerece, silahlara ve makinelere sahip olamazlardı. Bunlar iyi eğitilmiş, kusursuz bir ordu. Beş yıldır onları yenemediğimiz gibi, birini bile öldürmeyi başaramadık. Bu da onların ne denli güçlü olduğunu gösterir.”
“Biz onları yenmeye çalışmadık ki,” dedi Fisher. “Biz yalnızca kendimizi savunmaya çalıştık.”
Ansızın, dokuz adam derin bir sessizliğe gömüldü.
“Yani gemi,” dedi Horstokowski.
“Yakında bataklığın yüzeyine çıkar,” diye karşılık verdi Tate. “O zaman onlara gösteririz hiçbir zaman unutamayacakları bir şekilde hem de.”
“Tanrım!” diye haykırdı Lanoir bezgin bir halde. “Gemi enkaz halinde; göktaşı onu paramparça etti. Onu yukarıya çıkardığımızda ne olacak sanki? Yeni baştan yapmadıkça onu çalıştıramayız ki.”
“Eğer yapabilmişse,” maymun adamlar o şeyi dedi Portbane, “biz de onarabiliriz demektir. Elimizde her türlü araç gereç ve makine var.”
“Ve kumanda kabininin yerini de bulduk sonunda,” diye belirtti O’Keefe. “Gemiyi
yukarıya çıkaramamamız için hiçbir neden göremiyorum.”
Lanoir’ın yüzündeki ifade birden değişiverdi. “Pekâlâ, bütün itirazlarımı geri alıyorum. Gemiyi çıkaralım.”
“Kafandan neler geçiyor senin?” diye bağırdı Daniels heyecanla. “Bizi aldatmaya çalışıyorsun sen!”
“Bir şeyler tasarlıyor,” diye ona katıldı Fisher öfkeli bir tavırla. “Dinlemeyin onu. Bırakın o lanet olası şey yerinde dursun!”
“Artık bunun için çok geç,” dedi O’Keefe. “Haftalardır kendi kendine yükseliyor.”
“Sen de onunla birliktesin!” diye çığlık çığlığa bağırdı Daniels. “Bize bir oyun hazırlanıyor.”
Gemi, erimiş, çürümüş bir enkaz yığını halindeydi. Manyetik kancalarla bataklıktan çekilip, mekanik kurutucu böceklerin oluşturduğu sert yüzeye yerleştirilirken, her yanından balçık akıyordu.
Böcekler, ateşleriyle kavura kavura bataklığın içinde kumanda kabinine doğru uzanan kuru yüzeyli bir yol açtılar. Vinç, kabini yukarıda asılı tutarken, kabinin altına, sertleştirilmiş ağır bir plastik maddeden yapılmış destekler yerleştirildi. Kabinin çevresini, eski zamanlardan kalma bir saçı andıran birbirine dolaşmış bitkilerin sarmış olduğu görüldü öğle güneşinde; beş yıldır kabine ulaşan ilk gün ışığıydı bu.
“İçeri girin,” dedi Domgraf-Schwach sabırsızca.
Portbane ile Lanoir, katılaştırılmış yüzeyin üstünde yürüyerek halatlarla bağlanmış kumanda kabinine doğru gittiler. El fenerlerinin sarı ışığı, kabinin buhar çıkaran duvarları ve Üzerleri balçıkla aygıtlarının üzerinde kaplanmış uğursuzca kumanda dolaştı. Ayaklarının altındaki derin su birikintilerinde, canlı yılanbalıkları kıvrım kıvrım kıvrılıyordu. Kabin, parçalanmış, eğrilip bükülmüş, bir yıkıntıya dönüşmüştü. Kabine Portbane’den önce giren Lanoir, sabırsızca bir el işareti yapıp onu içeri çağırdı.
“Bu kumanda aygıtlarına sen bak mühendis olan sensin.”
Portbane, el fenerini paslanmış bir metal yığınına tuttu ve bir elini diz yüksekliğindeki bu döküntü yığınına daldırıp harap olmuş durumdaki kumanda paneline ulaşmaya çalıştı. Panel, eğrilip bükülerek bir labirent gibi iç içe geçmiş, karmakarışık bir makine yığını görünümündeydi. Portbane panelin önünde çömeldi ve içine göçmüş koruyucu levhaları sökmeye başladı.
Lanoir, kapağına vura vura bir gereç dolabını açtı, birtakım ses ve video bantlarını çıkarıp aşağıya indirdi. Bir video kutusunu sabırsızca açıp yere boşalttı ve eline bir avuç dolusu kaset alıp titreşen ışığa doğru tuttu. “İşte bunlar geminin veri deposu. Artık gemide bizden başka kimse olmadığını kanıtlayabilirim.”
Her yanı çentik çentik olmuş kapıda O’Keefe belirdi. “Nasıl gidiyor?”
Lanoir, dirseğiyle onu itip kapıdan geçti ve kabinin altına konmuş destek sırıklarının üstüne çıktı. Bir yığın bant kutusunu orada bırakıp su içindeki kabine geri döndü. “Kumanda aygıtlarında bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu Portbane’e.
“Garip,” diye mırıldandı Portbane.
“Ne var?” diye sordu Tate. “Çok mu kötü durumdalar?”
“Bir sürü kablo ve röle var. Sürüyle de sayaç, güç devresi ve düğme. Ama onları işletecek tek bir kumanda aygıtı bile yok.”
Lanoir telaşla kumanda paneline atıldı. “Olması gerek!”
“Onarım yapmak için, bütün bu levhaları çıkarmak gerekiyor aslında içinde ne olduğunu görebilmek için mekanizmanın bütün parçalarını sökmek gerekiyor. Burada kimse oturup gemiye kumanda edemezdi. Dümdüz yüzeyli ve sımsıkı kilitlenmiş bir panelden başka bir şey yok.”
“Belki de kumanda kabini bu değildi,” diye bir yorum attı ortaya Fisher.
“Kumanda mekanizması bu, bu kesin.” Portbane elini uzatıp bir yığın yanmış kablo çıkardı. “Ama bütün bunlar, kendi kendine çalışacak biçimde yapılmış. Bunlar, robot kumanda aygıtları. Hepsi otomatik.”
Birbirlerine baktılar. “Öyleyse bizler mahkûmduk,” dedi Tate şaşkınlık içinde.
“Kimin mahkûmları?” diye sordu Fisher afallamış bir halde.
“Arzlıların!” dedi Lanoir.
“Bir türlü aklım ermiyor,” diye mırıldandı Fisher belli belirsizce. “O uçuşu tümüyle biz planlamıştık öyle değil mi? Ganymede’den firar edip uzaklaşmıştık.”
“Bantları koy bakalım,” dedi Portbane, Lanoir’a. “İçlerinde ne var, bir görelim.”
Daniels video tarayıcısını kapadı ve ışığı açtı.
“Evet,” dedi Daniels, “bunun bir hastane gemisi olduğunu kendi gözlerinizle gördünüz. Gemide tek bir görevli bile yokmuş. Gemi, Jüpiter’deki bir fırlatılmış. kılavuz-ışın merkezinden Işın, gemiyi güneş sisteminden buraya getirmiş; burada da, bir mekanik hatadan ötürü bir göktaşı koruyucu ekrandan içeri girmiş ve gemi yere çarpıp parçalanmış.”
“Peki ya çarpmasaymış?” diye sordu Domgraf-Schwach ürkekçe.
“O zaman, Fomalhaut IV’teki merkez hastanesine götürülecekmişiz.”
“Son ses bandını başa al,” diye diretti Tate.
Duvar hoparlörü birtakım cızırtılar çıkardıktan sonra, yumuşak bir ses duyuldu. “Paranoid hastalar tedavi edilirken, paranoidlerle öbür psikoz niteliğindeki kişilik bozukluklarında görülen paranoya sendromları arasındaki ayrım, göz önünde bulundurulmalıdır. Paranoid, genel kişilik yapısını hiç bozmadan korur. Kompleks alanının dışında, mantıklı, aklı başında, hatta çok zeki bir kişidir. Kendisiyle konuşulabilir -o da tartışmalara girebilir- ve çevresindeki her şeyin ayrımındadır.
“Paranoid, dış dünyaya etkin bir biçimde uyumlu kalmasıyla, öbür psikozlu hastalardan ayrılır. Bir dizi sabit fikir ve asılsız varsayım edinmesi, bu savlar doğrultusunda karmaşık bir inanç ve mantık sistemi oluşturmakta diretmesiyle de, normal olarak nitelenen kişilik tiplerinden ayrılır.”
Daniels, elleri titreyerek bandı durdurdu. “Bu bantlar Fomalhaut IV’teki hastanenin yetkilileri için hazırlanmış. Kumanda kabininde, kilitli bir gereç dolabındaydılar. Kumanda kabininin kendisi de sımsıkı kilitlenip geminin öteki bölümleriyle bağlantısı kesilmiş bir durumdaydı. Hiçbirimiz oraya giremezmişiz demek ki.”
“Paranoid, tümüyle katı bir kişidir,” diye sakin sesiyle konuşmasını sürdürdü Arzlı doktor. “Sabit fikirlerini değiştirmek olanaksızdır. Bu fikirler onun bütün yaşamına egemen olur. Bütün olayları, kişileri, bütün sıradan söz ve durumları kendi mantık sistemine göre algılar. Bütün dünyanın ona karşı entrikalar hazırladığı, kendisinin bitmez tükenmez entrikalara hedef olan olağanüstü yetenekli ve önemli bir kişi olduğu inancındadır. Bu entrikaları alt etmek ve kendini korumak için, paranoid, akla gelebilecek her çareye başvurur. Yetkili kişilerin davranışlarını tekrar tekrar videoya kaydeder, sürekli bir yerden öbürüne gider ve hatta en son ve en tehlikeli aşamalarda-“
Derken, Silberman saldırırcasına video aygıtını kapadı ve oda sessizliğe gömüldü.
Kampın dokuz lideri, yerlerinde hiç kıpırdamadan oturuyorlardı.
“Biz bir kaçık sürüsüyüz,” dedi Tate sonunda. “Rastlantı sonucu bir göktaşına çarpıp kazaya uğramış bir gemi dolusu akıl hastasıyız.”
“Kendini kandırma,” diye atıldı Horstokowski. “O göktaşının çarpması rastlantı filan değildi.”
Fisher, isterik isterik kıkırdadı. “İşte gene paranoid konuşmaları. Aman Tanrım, bütün bu saldırılar -sanrılar- hepsi bizim beynimizin ürünüymüş!”
Lanoir, dalgın dalgın bant yığınını kaıştırdır. “Neye inanacağız peki? Bize saldıran birileri var mı, yok mu?”
“Tam beş yıldır kendimizi onlara karşı savunuyoruz!” diye çıkıştı Portbane. “Bu yeterli bir kanıt değil mi?”
“Onları gözlerinle gördün mü hiç?” diye sordu Fisher kurnazca.
“Karşımızda galaksinin en iyi ajanları var. Hükümet devirme ve sabotaj konularında özenle eğitilmiş Arzlı saldırı birlikleri ve askeri casuslar var karşımızda. Kendilerini göstermeyecek kadar zeki adamlar bunlar.”
“Köprü sistemimizi yıktılar,” dedi O’Keefe. “Evet doğru, onları gözümüzle görmedik, ama köprülerin şu anda yıkıntı halinde olduğu da kesin.”
“Belki de bir yapım hatası olmuştur,” dedi Fisher. “Belki de kendiliğinden çöküvermişlerdir.”
“Hiçbir şey öyle ‘kendiliğinden’ çökmez! Bütün bunların bir nedeni var kesinlikle.”
“Ne gibi?” diye sordu Tate.
“Her hafta yinelenen gaz saldırıları,” dedi Portbane. “Su deposuna konan madeni artıklar; bunlar örneklerin yalnızca ikisi.”
“Ve bakteriyolojik kristaller,” diye ekledi Daniels.
“Belki de bunların hiçbiri yok gerçekte,” diye karşı çıktı Lanoir. “Ama bunu nasıl kanıtlayabiliriz? Eğer hepimiz akıl hastasıysak, böyle olduğunu nasıl bilebiliriz ki!”
“Burada yüz kişiden fazlayız,” dedi Domgraf-Schwach. “Bu saldırıları hepimiz yaşadık. Durumu yeterince kanıtlamıyor mu bu?”
“Bir söylence, bütün bir toplumca benimsenip inanca dönüşebilir ve hatta bir sonraki kuşağa da öğretilebilir. Tanrılar, periler, cadılar, bir şeye inanmak, onu gerçek kılmaz. Yüzyıllar boyunca, Arzlılar yeryüzünün düz olduğuna inandılar.”
“Bütün on santimlik cetveller, uzayıp on bir santim olsa,” dedi Fisher, “Bu fark nasıl anlaşılabilir? Cetvellerden birinin, örnek olarak, hiç değişmeden olduğu gibi kalması gerekecektir bunun için. İşte bizler, her biri on bir santim uzunluğunda bir yığın hatalı cetveliz. Karşılaştırma yapmak için, paranoid olmayan biri gerek bize.”
“Ya da, bütün bunlar onların stratejisinin bir parçasıdır belki,” dedi Silberman. “Belki de kumanda kabinini onlar donatmış, bantları da oraya onlar koymuştur.”
“Herhangi bir inancı sınama girişiminden pek farklı bir şey olmaması gerekir bunun,” diye bir açıklama yaptı Portbane. “Bilimsel bir testin tipik özelliği nedir?”
“Yinelenebilir,” dedi Fisher hemen. “Bakın, hep bir çember içinde dönüp duruyoruz. Ve kendimizi ölçmeye çalışıyoruz, ister on santimlik, ister on bir santimlik olsun, cetvelinizi alıp da kendi kendisini ölçmesini isteyemezsiniz ondan. Hiçbir araç, kendi doğruluğunu sınayamaz.”
“Yanılıyorsun,” diye yanıt verdi Portbane sakince.
“Ben, geçerli, nesnel bir test hazırlayabilirim.”
“Böyle bir test yoktur!” diye bağırdı Tate heyecanla.
“Tabii ki vardır. Ve ben, bir hafta içinde böyle bir test hazırlayacağım size.” “Gaz!” diye bağırdı asker. Her yanda çığlık çığlığa siren sesleri duyulmaya başladı. Kadınlarla çocuklar, hemen maskelerini kaptılar. Dev savaş topu, gümbürdeye gümbürdeye yeraltındaki bölmesinden yüzeye çıkıp atışa hazırlandı. Kurutucu böcekler, bataklığın çevresindeki çamuru kurutup şerit halinde bir kuru alan oluşturmaya başlamıştı. Işıldaklar, saz yığınının karanlığını tarıyordu.
Portbane, çelik tankın tıpasını yerleştirdi ve işçilere işaret verdi. Tank, çabucak yuvarlanıp çamur ve kavrulmuş bitki denizinden çıkarıldı.
“Pekâlâ,” dedi Portbane soluk soluğa. “Onu aşağıya indirin.”
Silindir biçimli tank yuvarlana yuvarlana yerine götürülürken, Portbane de yeraltı bölmesine indi.
“Bu tankın içinde,” dedi Portbane, “hidrosiyanür gazı olması gerek. Saldırı bölgesinden alınan bir örnek bu.”
“Bir işe yaramaz bu,” diye sızlandı Fisher. “Onlar bize saldırıyorlar, bizse burada oyalanıp duruyoruz!”
Portbane işçilere işaret verdi; işçiler test aygıtlarını yerleştirmeye başladılar. Yoğunlaştırılmış halde iki farklı gaz örneğimiz olacak. Her biri açıkça belirlenip A ve B olarak etiketlenecek. Örneklerden biri, saldırı yerinde doldurulan tanktan alındı. Öbürü ise, bu odadan alınıp yoğunlaştırılan bir miktar havadan oluşuyor.”
“Ya her ikisini de negatif olarak tanımlarsak?” diye sordu Silberman kaygılı bir sesle. “Testini yanlış yöne saptırmaz mı bu?”
“O zaman testi sürdüreceğiz. Birkaç ay sonra, hâlâ elimizde negatif nitelikte bulgulardan başka bir şey olmazsa, o zaman saldırı varsayımı çürütülmüş olacaktır.”
“Her ikisini pozitif olarak da görebiliriz,” dedi Tate aklı karışmış bir halde.
“Öyle olursa, şu anda ölüyüz demektir. Her iki örneği de pozitif olarak görürsek,
paranoid olma varsayımı doğrulanmış olacaktır bence.”
Bir anlık duraksamadan sonra, Domgraf Schwach isteksiz isteksiz testin uygulanmasına razı oldu. “Örneklerden biri, kontrol örneği olacak. Eğer hidrosiyanür asidi içermeyen bir kontrol örneği elde etmemizin imkânsız olduğunu öne sürersek… “
“Çok kurnazca,” diye itiraf etti O’Keefe. “Bilinen tek faktörden -kendi varoluşumuzdan yola çıkıyorsun. İşte bundan kuşku duyamayız pek.”
“Seçeneklerimiz şunlar,” dedi Portbane. “Her ikisini de pozitif olarak tanımlamak, akıl hastası olduğumuz anlamına gelecektir. Her ikisini de negatif olarak tanımlamak, ya saldırı alarmı yanlış bir alarmdı ya da bize saldıran hiç kimse yoktu demektir. Birini pozitif, öbürünü de negatif olarak tanımlamak ise, gerçekten bize saldıranların olduğunu, hepimizin tümüyle sağlıklı ve mantıklı kişiler olduğunu gösterecektir.” Portbane, çevresindeki kamp liderlerine şöyle bir göz gezdirdi. ‘Ancak, hepimiz hangi örneğin ne olduğu konusunda bir görüş birliğine ulaşmak zorundayız.”
“Yanıtlarımız gizli kaydedilecek?” diye sordu Tate. “Mekanik bir gözle alt alta dizilerek bir tablo halinde basılacaklar. Makineyle sayılacaklar. Her birimiz için ayrı bir kayıt tutulacak.”
Bir duraklamadan sonra, Fisher, “Ben deneyeceğim,” dedi. Öne çıktı, renk-ölçerin üzerine eğilip iki örneği dikkatle inceledi. Bir süre, gözleri iki örnek arasında gitti geldi, sonra birden kayıt iğnesini sımsıkı yakaladı.
“Emin misin?” diye sordu Domgraf Schwach. “Hangisinin negatif kontrol örneği olduğunu biliyor musun gerçekten?”
“Biliyorum.” Fisher bulgularını bası kâğıdının üzerine kaydetti ve sonra oradan uzaklaştı.
“Sıra benim,” dedi Tate sabırsızca öne çıkarak. “Bir an önce bitirelim şu işi.”
Adamlar, birer birer iki örneği inceleyip bulgularını kaydettiler ve sonra yerlerine geçip tedirgin bir halde beklemeye başladılar.
“Pekâlâ,” dedi Portbane sonunda. “Ben sonuncuyum.” Meraklı gözlerle önündeki örneklere çabucak bir göz atıp vardığı sonuçları çiziktirdi, sonra aygıtı itti. “Sonuçları verin bana,” dedi tarama aygıtının başındaki görevlilere.
Bir dakika sonra, bulgular, herkesin görmesi için ışıklı ekrana yansıtıldı.
Fisher: A
Tate: A
O’Keefe: B
Horstokowski: B
Silberman: B
Daniels: B
Portbane: A
Domgraf-Schwach: B
Lanoir: A
“Hay kör şeytan!” dedi Silberman yavaşça. “İşte bu kadar basit. Biz paranoidiz.”
“Seni geri zekâlı!” diye bağırdı Tate, Horstokowski’ye. “A’ydı, B değil! Nasıl yanılabildin böyle?”
“B bir ışıldak kadar parlaktı!” diye öfkeyle yanıt verdi Domgraf-Schwach. “A ise tamamen renksizdi!”
O’Keefe atıldı. “Hangisiydi Portbane? Pozitif örnek hangisiydi?”
“Bilmiyorum,” diye itiraf etti Portbane. “Bundan hangimiz, nasıl emin olabiliriz ki?”
Domgraf-Schwach’ın masasının üzerindeki zil zırıldadı ve Domgraf-Schwach video ekranının açma düğmesine bastı.
Ekranda bir asker-teknisyenin yüzü belirdi. “Saldırı sona erdi, komutanım. Onları püskürttük.”
Domgraf-Schwach, alaylı alaylı gülümsedi, “İçlerinden kimseyi yakaladınız mı?”
“Hayır, komutanım. Bataklığa doğru kaçtılar. Ama gene de ikisini vurduk sanırım. Yarın kamp dışına çıkıp cesetleri bulmaya çalışacağız.”
“Onları bulacağınızı mı sanıyorsunuz?”
“Şey, genellikle bataklık onları içine çekip yutuyor. Ama belki bu kez-“
“Pekâlâ,” diye askerin sözünü kesti Domgraf-Schwach. “Bu kez durum farklı olursa, bana haber verin.” Devreyi kapadı.
“Şimdi ne olacak?” diye sordu Daniels soğuk bir tavırla.
“Artık gemiyle uğraşmanın hiçbir anlamı yok,” dedi O’Keefe.”Boş bataklıkları bombalamakla zamanımızı niye boşa harcayalım ki?”
“Ben gemi üzerinde çalışmayı sürdürmemizi öneriyorum,” diye karşı çıktı Tate.
“Neden?” diye sordu O’Keefe.
“O zaman Fomalhaut’a gidip hastane yetkililerine teslim olabiliriz.”
Silberman, kulaklarına inanamayarak Tate’e dik dik baktı. “Kendimizi onlara teslim mi edelim? Niye burda kalmayalım? Kimseye bir zararımız dokunmuyor ki.”
“Evet, şimdilik. Ben geleceği, yüzyıllar sonrasını düşünüyorum.”
“O zaman biz ölmüş olacağız.”
“Şu anda bu odada bulunanlar ölmüş olacak elbette, ama ya torunlarımız?”
“Haklı,” diye ona katıldı Lanoir. “İlerde, torunlarımız bütün bu güneş sistemine yayılacaktır. Er ya da geç, gemilerimiz galaksinin her köşesine ulaşacaktır.” Lanoir gülümsemeye çalıştı, ama kasları bu isteğine uymadı. “Bantlarda paranoidlerin ne denli inatçı olduğu açıkça anlatılıyor. Saplantı halindeki inançlarına fanatikçe, sımsıkı sarılıyormuş bu kişiler. Torunlarımız Arz topraklarına yayılacak olursa, savaş çıkacaktır. Ve biz bu savaşı kazanabiliriz. Onlardan daha tek yönlü düşünen kişileriz çünkü. Yönümüzü de asla değiştirmeyiz.”
“Fanatikler,” diye fısıldadı Daniels.
“Bu bilgileri kamptaki öbür insanlardan saklamak zorundayız,” dedi O’Keefe. “Tabii,” diye ona katıldı Fisher. “Onların, geminin H-bombası saldırılarında kullanılan bir gemi olduğunu sanmalarını sağlamak zorundayız. Yoksa, başımıza büyük işler açılır.”
Hepsi durgunlaşmış bir halde, kilitli kapıya doğru yürümeye başladılar.
“Bir dakika,” dedi birden Domgraf Schwach telaşla. “O iki görevli.” Ve geri döndü. Adamların kimisi koridora çıkmış, kimisi de yerlerine dönmüştü.
Ve her şey o anda başladı.
İlk ateş eden Silberman oldu. Fisher, gövdesinin yarısı bir radyoaktif kül yığınına dönüşüp burgaç gibi döne döne havaya uçarken, acı bir çığlık attı. Silberman, bu kez bir dizinin üzerine çöküp Tate’e ateş etti. Tate, geriye sıçrayıp kendi B-tabancasını çıkardı. Daniels, Lanoir’ın tabancasından çıkan ışını savuşturmak için yana sıçradı. Daniels’a isabet etmeyen ışın, koltukların birinci sırasını parçaladı.
Lanoir, sakince duvarın dibinden sürünerek dalgalar halinde yükselen duman bulutunun içinden geçti. Az ilerisinde bir karaltı belirdi; Lanoir tabancasını doğrultup ateş etti. Karaltı, bir yana düşerken, ateşle karşılık verdi. Lanoir sendeledi ve sönmüş bir balon gibi yere çöktü. Silberman ise koşmayı sürdürdü.
Domgraf-Schwach, masasına oturmuş, çılgın gibi fırlatma düğmesini bulmaya çalışıyordu. Sonunda parmakları düğmeye ulaştı, ama tam düğmeye bastığı anda, Portbane’in tabancasından çıkan ışın başının üst kısmını uçurdu. Domgraf-Schwach’ın cansız gövdesi, bir an öylece kaldı, sonra masanın altındaki karmaşık aygıt tarafından yukarıya fırlatılıp “güvenlik” altına alındı.
“Buradan!” diye bağırdı Portbane, B ışınlarının cızırtıları arasından. “Haydi Tate!”
Çeşitli yönlerden Portbane’e doğru ateş edildi. Bölmenin yarısı havaya uçtu, parçaları ağır ağır yere inip alev alev yanan bir yıkıntıya dönüştü. Portbane ve Tate, koşarak tehlike çıkışlarından birine ulaşmaya çabaladılar. Öteki adamlar, vahşice ateş ederek arkalarından kovalıyorlardı.
Horstokowski, çıkış kapısını buldu ve sıkışmış durumdaki kapıdan dışarıya süzüldü. Sonra, önündeki geçitte koşturan iki karaltıya ateş etti. Karaltılardan biri sendeledi, ama öbürü onu tuttu ve birlikte sarsak adımlarla ilerlemeye çalıştılar. Daniels daha iyi bir nişancıydı. Tate ve Portbane yüzeye çıktıklarında, Daniels’ın ışınlarından biri, iki adamdan uzun boylu olanın gövdesinin alt kısmına isabet etti.
Portbane, kısa bir süre daha koşmaya devam etti, sonra gecenin göğü altında donuk siyah renkli bir kutuyu andıran, karanlık bir plastik evin önünde, sessizce yüzüstü devrildi.
“Nereye gittiler?” diye sordu Silberman boğuk bir sesle, geçidin ağzında belirirken. Lanoir’ın tabancasından çıkan ışın, sağ kolunu koparmıştı. Kolundan geriye kalan parça, kavrulmuş haldeydi.
“Birini vurdum.” Daniels ile O’Keefe, dikkatle, devinimsiz karaltıya doğru yaklaştılar. “Portbane bu. Geriye bir tek Tate kaldı demek ki. Dördünden üçünü öldürdük. Böylesine kısa bir uyarıdan sonra, hiç de fena değil.”
“Tate müthiş zeki biridir,”dedi Silberman kesik kesik soluyarak. “Bence kuşkulanıyordu o.”
Silberman gözleriyle çevrelerindeki karanlığı taradı. Gaz saldırısından geri dönen askerler, koşarak onlara doğru geliyordu. Işıldaklar silahların atıldığı bölgeyi taramaya başlamıştı. Uzaktan uzağa siren seslerinin iniltisi duyuluyordu.
“Ne yana gitti?” diye sordu Daniels.
“Bataklığa doğru.”
O’Keefe, sakıngan adımlarla dar yolda yürümeye başladı. Öbürleri de ağır ağır onu izlediler.
“Gerçeği ilk anlayan sen oldun,” dedi Horstokowski, Silberman’a. “Bir süre için teste inanmıştım. Sonra, aldatıldığımızı, o dördünün işbirliği yapıp bize bir oyun hazırladığını anladım.”
“Dördünün birden bu işin içinde olacağını beklemiyordum,” diye itiraf etti Silberman. “İçimizden en azından bir kişinin Arz hesabına casusluk yaptığını biliyordum. Ama Lanoir…”
“Lanoir’ın bir Arz ajanı olduğunu hep biliyordum ben,” dedi O’ Keefe kayıtsızca. “Test sonuçlarına da hiç şaşırmadım. Bulgularında hile yapınca kendilerini ele verdiler.”
Silberman, bir grup askere eliyle işaret etti. “Tate’i yakalayıp buraya getirin. Kampın çevresinde bir yerdedir.”
Askerler, şaşkına dönmüş bir halde, söylene söylene koşup uzaklaştılar. Alarm zilleri her yanda acı acı ötmeye başladı. Birtakım karaltılar sağa sola koşuşturup duruyordu. Bütün kamp altüst edilmiş bir karınca yuvası gibi heyecandan ayağa kalkmıştı.
“Başka bir deyişle,” dedi Daniels, “Dördü de, aslında örnekleri bizim gördüğümüz biçimde gördü. B’yi pozitif örnek olarak kabul ettiler, ama B yerine A yazdılar.”
“Bizim B yazacağımızı biliyorlardı,” dedi O’Keefe, “çünkü B, saldırı bölgesinden alınmış pozitif örnekti. Tek yapacakları şey, bunun tersini kaydetmekti. Sonuçlar Lanoir’ın paranoid kuramını doğrulayacak biçimde ortaya çıktı. Daha baştan, Portbane’in o testi hazırlamaktaki amacı da buydu zaten. Çok önceden planlanmış bir şeydi asıl görevlerinin bir parçasıydı bu.”
“Bantları döküntülerin içinden ilk çıkaran Lanoir’dı!” diye haykırdı Daniels. “O bantları geminin kalıntılarının arasına Fisher ile Lanoir koydu. Portbane de o test oyununu bize kabul ettirdi.”
“Ne yapmaya çalışıyorlardı peki?” diye sordu Silberman ansızın. “Niye bizi paranoid olduğumuza inandırmaya çalışıyorlardı?”
“Açık değil mi?” diye yanıt verdi O’Keefe. “Teslim olmamızı istiyorlardı. Arzlı maymun adamlar, bir gün onları yerlerinden edecek ırkı durdurmaya çalışıyorlar tabii. Teslim olmayacağız elbette. O dördü çok akıllıydı hani nerdeyse inandırıyorlardı beni. Sonuçlar ekranda beşe karşı dört biçiminde belirince, bir an kuşkuya kapıldım. Ama sonra, nasıl incelikli bir strateji hazırlamış olduklarını kavradım.”
Horstokowski, B-tabancasını yokladı. “Şu Tate’i elime geçirip bütün hikâyeyi, o lanet olası planlarını bütün ayrıntılarıyla birlikte ona zorla anlattırmak isterdim. O zaman işin akı karası belli olurdu.”
“Hâlâ ikna olmadın mı sen?” diye sordu Daniels.
“Oldum elbette. Ama her şeyi bir de onun ağzından duymak isterdim.”
“Tate’i bir daha göreceğimizi pek sanmıyorum,” dedi O’Keefe. “Şimdiye dek Arz sınırlarına varmıştır bile. Belki de büyük bir gezegenlerarası askeri ulaşım merkezinde oturmuş, sırma şeritli Arzlı subaylara hikâyesini anlatıyordur. Ve iddiaya girerim, biz burada böyle elimiz kolumuz bağlı dururken, onlar dev gibi toplarını çıkarıp saldırı birliklerini harekete geçiriyorlardır.”
“İşe koyulsak iyi olur,” dedi Daniels sertçe. “Gemiyi onarıp H-bombası dolduralım. Buradaki üslerini yerle bir ettikten sonra, gider onlarla savaşırız. Güneş sistemine yapacağımız bir iki baskın, onlara bizi rahat bırakmayı öğretir herhalde.”
Horstokowski sırıttı. “Çok zorlu bir savaş olacak bu bütün bir galaksiye karşı tek başımıza savaşacağız. Ama bence onların icabına bakarız. Bir tekimiz bile, bir milyon Arzlı maymun adama bedeldir.”
Tate, karanlık bir sarmaşık ağı içinde titreyerek yatıyordu. Geceleri canlanan bitkilerin ıslak dalları her yanını sarmıştı. Kokuşmuş bataklığın yüzeyinde zehirli gece böcekleri geziniyordu.
Tepeden tırnağa çamura batmıştı. Giysileri yırtılmış, lime lime olmuştu. Yolda bir yerde B tabancasını düşürmüştü. Sağ omzu sızlıyordu. Kolunu güçlükle oynatabiliyordu. Kemikleri kırılmıştı belki de. Buna aldırmayacak kadar duyumsuzlaşmış, sersemlemiş bir haldeydi Tate. Bataklığın yapışkan çamuru içinde yüzükoyun yatıp gözlerini kapadı.
Hiç şansı yoktu. Bataklıklardan kimse kurtulamazdı. Güçlükle elini uzatıp boynunda dolaşan bir böceğe vurdu. Böcek, elinin içinde bir süre kıvrandı, sonra, istemeye istemeye öldü. Cansız bacakları uzun bir süre çırpınıp durdu.
Bir sümüklüböceğin yapışkan salgısı, Tate’in devinimsiz gövdesinin çevresinde bir ağ örmeye başladı. Sümüklüböceğin yapışkan ağının baskısı yavaş yavaş üzerine çökerken, çok uzaktan, harekete geçen kamptan gelen ilk sesleri duydu belli belirsiz Tate. Bir süre bu seslerin ne anlama geldiğini kestiremedi. Sonra anladı – ve üzünç içinde, umarsızca titredi.
Arz’a yönelik büyük saldırının ilk evresi, bütün hızıyla başlamıştı.
*
ÇEVİREN: NESRİN KASAP