Gerçek Bir Kahramanlık Hikayesi Fedai Osmancık Taburu V. Bölüm
Beni Annemin Kucağından Kaçırdılar
Ben o zamanlar ateşli silah ne olduğunu bilmediğim için bu sözlerden bir şeyler anlamamıştım. Fakat şimdi pek iyi anlıyorum. Cesaretle beraber silah ‘da olmalı. Biz burada tüfek ile İngilizlerin toplarına karşı duruyoruz. Fakat bu kadar devam edebilir. Demek ki cesaret ile beraber silah kuvveti de lâzım. Beni. ayıplamayın. Silah değil ya, elime sopa bile alamazdım.
– At onu elinden, çoban mı olacaksın, diye dadımın nasıl bağırdığı hâlâ kulaklarımdadır.
İlâhî dadı. Gel gör… Miskin büyüttüğün bu çocuk bak şimdi ne silahlar kullanıyor. Hem de gözünü kırpmadan. Demek ne kadar kötü yetiştirilse gene Türkün ezelî cengaverlik hasleti öldürülemiyor. Bir imkân bulur bulmaz Türkün cengaverliği hemen şahlanıyor, kendisini gösteriyor, harikalar yaratıyor. Fakat kötü terbiye olmazsa bu mücadeleci ruh çocuk iken daha fazla inkişaf eder. Memleket için, vatan için daha hayırlı olur. Kötü terbiyeyi kaldırmak için bunları yazıyorum. Çünkü zaman zaman dadımın hayat macerasını hatırladıkça eski korkaklığım aklıma geliyor, titrer gibi oluyorum.
Dadım, macerasının sonunu şöyle bağlardı:
– O gece mışıl mışıl uyuyordum. Birden acı feryatlarla uyandım, Beni korkunç yüzlü bir Arap çekiştiriyor, annem de bırakmamak için bana sarıldığı için beraber sürükleniyordu. Annemin:
– Eyvah evlâdım parçalanacak, ne yapayım o, elimde parçalanarak öleceğine sağ kalsın, diye acı feryatlar kopararak beni bıraktığını hatırlıyorum. Bu acı feryatlar hâlâ kulağımdadır. Halbuki ben, eskiden konuştuğumuz dili unuttum. Bir kelimesini bile hatırlamıyorum. Fakat anneciğimin acı feryatlarının bu şekilde olduğu hâlâ kulağımdadır.
Zalim Arap, beni boynumdan yakalayıp öyle bir çekmişti ki vücuduma sarılan annem başımın kopmaması için beni bırakmaya mecbur olmuştu. Zalim Arap beni kucaklayarak dışarıya çıkardı. Bu sefer ben ağlamaya başladım her halde:
– Anneciğim anneciğim, diye feryatlar koparıyordum.
Epey müddet gittik, çöl serindi. Gökte iri çöl yıldızları parlıyordu. Küçük beyim. Sen çöl yıldızlarım görmediğin için bilmezsin. Çöl yıldızları ayrı ayrıdır. Çok parlaktır. Çok güzel görünüşleri vardır.
Hakikaten çöl yıldızları çok güzelmiş, aylardır bu iri, parlak çöl yıldızları altında yatıyorum.
Dadım da bu güzel çöl yıldızları altında ağlayarak götürülmüş:
– Fakat çocukluk, diyordu. Sabah olup da on beş çocuk birbirimizi görünce bayağı sevindik, her şeyi unutarak birlikte kumlarla oynamaya başladık. Bize yiyecek verdikleri için ağlamamız kesilmişti. Zaten Araplar bize pek fena muamele de etmiyorlardı. Üçümüzü dördümüzü bir araya bağlayarak develere bindirdiler. Bizi yaya da yürütmüyorlardı. Zalim Arapların bize gösterdikleri bu iyi muameleyi şimdi anlıyorum. Onlar bizi bir hayvan gibi, kasaplık bir koyun gibi satacaklardı. Tabiî insan bir koyun bile alırken :
– Besili mi? Diye bakar. Onlar da bizi mümkün olduğu kadar zinde ve sıhhatli olmamız için iyi bakıyorlardı. Tabiî fazla paraya satmak için.
Bundan sonrası bir rüya gibidir. Kendimi bu köşkte buldum. Küçük bir çocuktum. Aklım bu köşkte ermeğe başladı. O zaman rahmetli baban henüz çocuktu. Onunla oynardım, Sonra büyüdü, annenle evlendi. Sen dünyaya geldin. Sana dadı oldum.
– Beni sever misin dadı’?
– Ebette…
– O halde neye ağlıyorsun; Fena mı oldu. Eğer seni kaçırmasalardı. Bu güzel köşkte beraber olur mu idik?
Dadı ister istemez :
– Evet, diye beni tasdik ediyordu.
Halbuki, şimdi onun içinin kan ağladığını anlıyorum. Vatan sevgisi, aile sevgisi başkadır. Vatan ve aile fakir de olsa onun sevgisini hiç bir şey, hiç bir rahatlık ve servet unutturamaz. Biz şimdi bu çöllerde neyi müdafaa ediyoruz. Hepsi fakir ailelerden olan bu kahraman Türk erleri neyi müdafaa ediyorlar? Fakir ailelerini ve vatanlarını.
Dadımın hayat macerası burada sona ererdi. Ben korku ile :
– Dadı, sakın beni de kaçırmasınlar, diye başımı yastıklara gömer ve:
– Aman, pencereleri iyi kapa diye tenbih eder, bu korku ile uyuyup kalırdım.