Uykusuzlar Hikayesi
Uykusuz gece. Sıraya girenlerin üçüncüsü bu. Derin bir uykuya gömülüyor, bir saat sonra da, kafamı yanlış bir çukura koymuşcasına uyanıyorum. Tümüyle uyanığım, sanki incecik bir zar altında uyumuşum ya da hiç mi hiç uyumamışım gibi bir duygu var içimde, yeniden uykuya dalmanın güçlükleri uzanıyor önümde, kendimi uykudan ötelere fırlatılmış duyuyorum. Gecenin artakalan bölümünde, saat beş’lere dek bu böyle sürüp gider artık, sonunda uyusam bile, uyarıcı düşler yarı uyanık tutar beni, düşlerle boğuşmam gerektiği sürece, kendi başımı beklercesine uyurum sanki. Saat beş sularında uykunun son izleri silinip gitmiştir, uyanıklıktan daha da bitirici olan düşler görürüm yalnızca. Kısaca tüm geceyi, sağlıklı birinin uykuya varışından kısa bir süre önce kendini içinde bulduğu o durumda geçiririm. Uyanmışsam, tümcek düşler kuşatmıştır çevremi, onları düşünmemeye çabalarım elden geldiğince. Gündoğuşuna yakın, derin derin içimi çekerim yastığın yüzüne, o gece için de, tüm umutlar yitirilmiştir çünkü. Derin bir uykudan, tıpkı bir cevizin içinden çıkarcasına uyandığım o gece sonlarını düşünürüm acı acı.
Dün gece, bir kör çocuğun korkunç görüntüsü girdi düşüme. Düşe göre, Leitmeritz’deki teyze kızıydı bu, oysa kızları değil, oğulları vardır onların yalnızca. Bunlardan biri de, bacağını kırmıştı bir aralık. Öte yandan bu çocukla, önceleri güzelce bir çocukken giderek katı giyimli iri kıyım bir kıza dönüşmesini izlediğim Dr. M’nin kızı arasında bir benzeşim vardır. Bu kör ya da bozuk gözlü çocuk gözlüklüydü, sol camın hemen ardındaki göz, süt aklığında ve fırlak görünmekteydi, çukura kaçmış öteki göz, kendisine çok yakın bir mercekle örtülüydü. Bu gözlüğün yüze uyarlanabilmesi için, kulakların ardına uzanan destekler yerine, bir ucu elmacık kemiğine oturan bir kaldıraç düzeni gerekmekteydi, böylece mercekten çıkan bir direk yanağa iniyor, eti delip kemik üzerinde son buluyordu, bir başka tel de oradan dışarı çıkıp, arkaya kulağa gidiyordu.
Bütün bu uykusuzlukların, salt yazı yazmamdan kaynaklandığına inanıyorum ben. Ne denli az, ne denli kötü de yazsam, küçücük sarsıntılara karşı duygunlaşmaktayım, çoğunlukla günün erken saatlerinde, özellikle gün batımına doğru, beni yırtıp açabilecek yüce anların yakınlaşan olasılıklarını sezinliyorum. Yönlendirmeye fırsat bulamadığım içimdeki bu genel kargaşa dinmek bilmiyor. Sonuç olarak, özgür kılındığında beni tümüyle dolduran, beni açıp yayan, yeniden dolduran bu karmaşa, salt bastırılmış, engellenmiş olan uyumdur. Ancak şimdi, şu andaki oluşumu sırtlanabilecek gücüm, yeteneğim olmadığı için, bu durum yalnızca cılız umutlara neden oluyor, kötülük ediyor bana; gün boyu yardım eder görünen sözcükler, geceye sıra gelince, karşı konulmaz biçimde paralıyorlar beni. Bu aşamadayken, hep Paris kentine, onun kuşatma ve daha sonraki Komün günlerine ilişkin düşünceler gelir aklıma; o günlere dek Paris’lilere yabancı kalmış kuzey ve doğu dış yörelerin halkı, ayları bulan bir süre boyunca, saatin kolları gibi zamanı kemirerek, ağır ağır, özekte birleşen çevre yollarından Paris’in göbeğine akmışlardı.
Uzunca süredir yazmayışım, avunduğum bir olgu ve bu duyguyla yatacağım şu an geçici bir zaman için bile olsa, az bir çabayla başardığım şu yazı, şimdiki durumum içinde kendine doğru bir yer edinemeyecek böylece.
Öylesine güçsüzlük içindeyim ki, bu gün şefime çocuğun öyküsünü bile anlattım. Düşteki gözlüklerin, akşam kâğıt oynarken yanında oturmakta olan bana, arada bir gözlüklerinin altından, pek de hoş olmayan bakışlarını gördüğüm annemden kaynaklandığını da anımsayıverdim. Önceleri ilgimi çekmemiş olan bir şey de, sağ camın soldakine oranla göze daha yakın durmakta oluşudur üstelik.
2 Ekim 1911 – Uykusuz
Franz Kafka