Kara Sevda
Kışı güç bela atlatmışlar. Bahar gülen yüzünü yavaş yavaş göstermeye başlamış, yerler yeşermiş, ot toplama zamanı gelmişti. O kış yeteri kadar yem yiyemediğinden kır eşekleri ölmüş, gelecek sene de aynı duruma düşmemek için komşuları ile ot toplamaya gitmişlerdi. Otları kadınlar topluyor, gençler de sırtlarında eve taşıyorlardı.
Komşunun kızı sırtında ot balyasıla önde gidiyor. Oğlansa arkadan onu takip ediyordu. Dar yollarda yürümek oldukça zordu, ama serde gençlik vardı, aldırış etmiyorlardı.
İyice yoruldukları bir ara bir kelinin başına sırtlarındaki yükleri indirdiler, bir taşın başına oturdular. Oğlan ilk defa kızın yüzüne dikkatlice baktı; yorulmuş, hafifçe terlemiş, yanakları al al olmuştu.
Susamışlardı, ama umurlarında değildi. Oğlan kızın yanaklarında açan çiçekleri seyrediyor. Kızsa yanıbaşında oturan oğlanın ter kokusunu içine doldurmaya çalışıyordu. İkiside ilk defa birbirlerinin farkına varıyorlardı. İçlerinde birbirlerine söyleyecek çok şey vardı ama söyleyemiyorlardı. Hatta birbirlerine bakmaya bile cesaret edemiyorlar, göz göze gelmemeye çalışıyorlardı…… Hiç konuşmadan evlerine vardılar, yüklerini bırakıp annelerinin yanlarına, hazır olan balyaları da sırtlayıp, hep birlikte eve döndüler.
O günden sonra oğlan ne zaman kızı aklından geçirse midesi ağzına geliryor, çevresindekiler bir şey anlayacak diye ödü kopuyordu. Ondan uzak duracağı yerde, sürekli dönüp dönüp onların oturduğu evin kapısına bakıyor, mahallede onun bulunabileceği yerin yakınında olmak için çabalar harcıyordu.
Aileleri arkadaştılar, o yüzden birbirlerinin evine gidip geliyorlardı ve bu da onlar için muhteşem bir fırsattı. bir gün avlunun bahçesindeki ağacın altına oturmuşlardı, anneleri epeyce uzaktı. Kız ona kimi sevdiğini sordu, oğlan da yavaşça utanarak “seni” dedi. Uzanıp yanağından öpmek geçti aklından, tıpkı filimlerde olduğu gibi ama imkansızdı onu nasıl söylediğine kendisi bile şaşmıştı. Eli ayağı birbirine dolaşıyor, ölecek gibi oluyor… İçi titriyordu.
Aşk denen bela gelmiş, kapıyı çalmıştı, artık onu görmekten gayrı hiç bir isteği yoktu. Perihan’dan başkası artık inadına yalan, uzak ve soğuk; o ise inadına sımsıcak. Perihan’la bir arada olmak beyaz papatyalar arasına başını gömmek, uyandığında Erciyes’ten yeni toplanmış, közlenmiş mantarlara diş atmak gibi birşeydi, onu hatırlamak içini titretiyordu.
Biliyordu artık o da onu seviyor, bunu düşündükçe de içi sevinç doluydu, sanki yeryüzünde değil, gökyüzünde bulutlar üstünde yüzüyordu. Ayakları yere bastığında “Allah’ım bu daha önce yaşadığım hiç bir şeye benzemiyor, galiba ben gerçekten aşık oldum” diyordu. Yaşayıp yaşayabileceği en masum, en tutkulu, en sorgusuz ilişkiydi. Hiç bir adımını hesaplamıyor, düşünmüyor; içinden nasıl geliyorsa öyle yaşıyordu. İşin en güzel tarafı aşkının karşılıklı olmasıydı.
Saçma sapan hayaller kuruyor, onun kılına zarar gelse onun içinden bir şeyler kopuyordu. Artık onun için hayat toz pembenin de ötesindeydi ve etrafınızdaki tüm insanların da öyle olmasını istiyordu. Ondan hediye aldığı küçük bir mendil hayatının en anlamlı parçasıydı.
Aşk bünyesinde nasıl bir kimyasal reaksiyon yaratmışsa onunla hep daha fazla zaman geçirmek istiyor, onunla geçen bir saniye bile kıymetliydi, ama bu imkansızdı. Uyurken bile oturup onu izliyor, gözünden iki damla yaş süzülüyordu. Bu gözyaşları üzüntüden ya da mutluluktan değil, korkudandı. Ona ulaşamamayı içine yediremiyor, o kadar mutsuzdu ki bir gün ondan ayrı kalabileceğini düşünüyor göz pınarlarından boşalan yaşlara mani olamıyordu.
Bir gün bağda dut yiyordu, annesi Perihan’ı da çağırmış. “Gel kızım sen de çık çekinme!” demiş, Perihan koşarak gelmiş dala çıkmıştı. “Ne kadar şanslıyım aşık oldum sana.” demişti. Kızsa utanmış, yüzü kızarmış, bir şey diyememişti. Tam da ikili bu ruh hali içinde süzülürken, karşı bağdan kıza annesi seslendi, ardına dönüp bakmadan, ağaçtan indi, gözden kayboldu gitti.
Bu duyguları ilk defa tadıyordu, yepyeni bir tattı ve bu tadı asla unutmayacağını bilyordu. Onu düşününce canı acıyor, gözlerine bakınca karnına saatlerce ağrılar giriyor, üşüyor ama aynı zamanda terliyordu da…
Buğday tenli kollarının nihayetinde salınan incecik bilekleri, ahenkle dans eden kumral saçları, sabah mahmurluğu çökmüş bal gözleriyle içini yakıyor ama ona yaklaşamıyor, bir arada olabilme isteğini zorla içine bastırıyordu.
Misafirlikler de olmasa hayat çekilmez olacaktı, ama şanslıydılar aileleri birbirleriyle görüşüyorlardı. Hissettikleri birşeyler vardı birbirlerine karşı, bunun farkındaydılar.. Yalnızca birbirlerini düşündüklerinde, birbirlerinin adını duyduklarında, yanlışlıkla elleri birbirine değdiğinde ortaya çıkan bir his.. Bakışları birbirini bulduğunda utanmalarına sebep olan, herhangi bir konudan bahsetmek için bile birbirlerinin yanına gidip de konuşmalarına engel olan.. yani aslında paylaştıkları pek somut birşeylerleri bile yoktu bir araya geldiklerinde. Ailelerinin yanında ne birbirlerinin yanına gidip konuşabiliyorlardı, ne de herhangi birşeyi paylaşabiliyorlardı. Sadece derinden gelen duygularını hissedebiliyorlardı. Nasıl oluyorsa bir şekilde eminlerdi birbirlerine karşı birşeyler hissettiklerinden. Birbirini uzaktan izler, neler yaptıklarını uzaktan takip ederdi birbirlerinin. O onu ona fark ettirmeden izlerdi evin içinde, öyle sanırdı yani, ama o bilirdi bunu. Çünkü o aynısını yaptığında o da fark ederdi onu izlediğini, kimlerle konuştuğuna baktığını. Çocuklardı daha, ama belki birbirlerini kıskanırlardı bile. Birbirleriyle hiç konuşmazlardı ama onun hangi türküyü sevdiğini, en sevdiği yemeğin ne olduğunu bilirdi. Herşey çocuksu ve bundan gelen essiz bir masumluk içindeydi.
Misafirlik bitip ayrılırken vedalaşamazlardı bile. Bunu yapmaya zaten çekinirlerdi ama son bir defa birbirlerine bakmadan da edemezlerdi. Evden ayrılırken son bakışmalarını yapar, birbirlerinin neler hissettiğini anlarlardı.
Her gün sabah akşam onu görmeye, onunla arasında geçen ritüelleri gerçekleştirmeye o kadar alışmıştı ki, o olmadığı zaman onun eksikliğini hep hissediyor, aklından hiç çıkmıyordu. Hayaller kurardı yeniden bir yerde beraber olacaklarına dair..
Onu o kadar çok seviyordu ki sürekli izliyor, sürekli anıyor, sürekli kulağını çınlatıyordu.. sürekli özlüyor, sürekli en derin yerlerden çıkarılıp yaşatıyor, sonra aynı özenle tekrar yerine koyuyordu.. Keşkeli cümleler içerisinde anıyordu adını, siluetini, tenini, sesini, nefesini, dokunuşunu, gülüşünü… Bölük pörçük hatırlanan bir kaç anı ve hala taze duyguların çevresinde dönüyordu aşk… Diyemediklerini, yaşayamadıklarını bile severek taşıyordu içinde.. Onu hatırladığında dökülen gözyaşlarını bile seviyordu… Hayatı öğretmeye başlamış, bir insanı sevmeyi, özlemeyi, yeri geldiğinde hüzünlenip içlenmeyi öğrenmişti. Değer vermeyi, değer görmeyi, en güzel yanı ise; kelimelere anlam yüklemeyi öğrenmişti. Gördüğü karanlık bir siluette bile onu hatırlıyor, kalbi seyahatlere çıkmış ve gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalmış seyyahlar gibi çarpıyordu…
Bir tarla dönüşü karşılaşmışlardı. Perihan elinde bir sepet üzümle bağdan dönüyordu, yanında kimse yoktu. Elindeki sepeti yere koydu, onu bekliyordu. Koştu geldi, kucaklaştılar. Dokunduğu ilk tendi ve ilk heyecandı. Kız kendini onun kollarına bırakmıştı, bundan olsa gerek oğlana bir cesaret geldi. Eğildi hafifçe dudaklarından öptü. Kız birisi görür diye korkmuştu. Hemen sepeti kavradı yoluna devam etti. Elin oğlu hop diye oturtuvermişti hayatının merkezine, yaptığı her şeyde o geliyordu aklına. İnsanların gözlerinde onun bakışlarını görür olmuştu. Artık hayat toz pembeydi onun için, rüyaydı. Hiç bitmeyeceğine inandığı en güzel uykuları, en güzel düşleriydi…
Ona ilk kez “seni seviyorum” diyen oydu ve gerçekten sevdiğini de bildiğinden dünyanın en mutlu insanıydı. Gece uyumadan önce onunla yaşadıklarını düşündü. Midesindeki sancıları dindirmek istedi, kıvrılıp yattı bu yüzden. Sevgi sözcükleri büyümüş büyümüş ve onu da sırtına atıp uçurmuştu göklere. İçinden “neden daha önce bulamadım ki onu” dedi. Ona sahip olduğu her gün için ayrı ayrı şükrediyor, onu düşünürken içinden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyordu. Özgürlüğünü kaybetmiş, artık aşkının esiri olmuş, kalbine söz geçiremiyordu. İlk, tek ve sonsuz bir aşk için herşeyi yapmaya hazırdı. Bir çılgınlık yapmaktan korkuyor, olacakları düşündükçe aklı başından gidiyordu.
İyice sessizleşmişti, camdan dışarı bakıyor, nedense birden hep onu düşünmeye başlıyordu. İlk defa anlamıştı ona aşık olduğunu. Öptüğünde oldukça utanmış, kalbi hızlı hızlı atmış, ne yapacağını bilememiş, şaşırmış, eli ayağı dolaşmıştı, yaptıklarına sinirleniyordu, oysa kendisi de istemişti onu öpmeyi, ama bunu yapacak cesareti kendinde bulamıştı, bu yüzden kendine kızıyordu…
Bir süre sonra kendini toparladı, ama yine de her sabah pencerenin kenarında bekleyip onun kapından çıkışını izliyordu.. Gömleği dışarıdaydı hep, çantasını da tek omzuna takardı.. Mahalle arkadaşlarının hepsi öğrenmişlerdi ve sürekli birşeyler söylüyorlardı onunla ilgili.. Hatta teyzesi bir gün onlara gelmişti, evde kimse yokken, o bile öğrenmişti, mahalle arkadaşları söylemişti çünkü.. Çok açık umutsuz vaka olduğu için onlara gayet eğlenceli geliyordu… evet yaptıkları komikti apaçık..
Yaşıtları artık tek tek evleniyor. Sevgilisi ise daha liseye yeni başlamıştı. Önünde daha uzun tahsil yılları vardı. Evlenmesi imkansızdı. Hadi ilk gelen dünürcüye hayır dedi. Yarın kapısını çalacak olan dünürcülere, hayır evlenmeyeceğim, çünkü benim sevgilim var. Ben onu bekleyeceğim mi diyecekti.
Her gün yatağa yattığında midesinin üstündeki o acıyı, o acının giderek çoğalmasını bekliyordu…. Bir gün oğlan ona “Geceleri yatağa yatıp tavana baktığında beni hatırla, ben her gece bunu yapıyorum” demişti. Hatırlıyordu hatırlamasına, zaten hiç aklından çıkmıyordu, ama hiç tesiri olmuyordu.
Bir gün her şey çok güzel giderken kafasına bir balyoz inmişti. Bir anda yalnızlığıyla başbaşa kalırmış. Günlerce, haftalarca, aylarca ağlamıştı. “akıtacak gözyaşım kalmadı” dediği zamanlarda bile, bir anda gözyaşları boşalıyor, o sularda boğulduğunu hissediyor, günden güne eriyip yok oluyordu…
İçinde bulunduğu ortam onların buluşmalarına imkan vermiyor, aşk acısı dinmiyordu. Aşk acısı kalbine bir bıçak gibi saplanmış, ilk başlarda acı katlanılacak gibiydi. Artık kanamıyordu, kabuk bağlamıştı. Sonra tekrar kanamaya başlamıştı. Bu bir süre böyle devam etti, izi kalmıştı sadece. Arada sızım sızım sızlıyor, onu her gördüğünde ise kapanan yara yeniden kanamaya başlıyordu…
Yazar – İsmail Samur