Çok Güzel Bir Hikaye; “Çimdikten Dürtüye”
Ellerinden öpelim, mutlu kılalım.
Adayız hepimiz olmaya dede, nine.
Belediye otobüsünden yuvarlanır gibi indi. Cadde kalabalıktı. İnsanlar telaş içinde koşturuyordu. Güneş, yaratılışı gereği ayırım yapmadan yerküreyi sıcacık sarıyordu. Ağaçlar aralıklı olarak asker gibi dizilmiş doğayı seyrediyorlardı. Araba trafiği sel gibi akıyordu. “Dur, Durağı, yok bu şehirde. Devri daim dünyası, gelen gidiyor, gelen gidiyor. Rahatlık yeri değil, imtihan alemi. İmtihandan ne haber deseler, bilmiyorum halim nicedir.” diye geçirdi içinden derin derin nefes alarak. Yine de kendini teselli edemedi kadın.
Yaşlı görmüyordu kendini. Değildi elbette. Her işini kendisi yapabiliyor. Hareketli , sağlıklıydı. Tek sorunu yalnızlıktı. Aslında görünürde bir yalnızlık da yoktu. ” Ağaçlar, gökyüzü, kuşlar bana arkadaş. Kendim de varım. Seccadem, tespihim, Kur’an’ım bana yetiyor. Allah’tan, başka ne isteyebilirim? ” derdi çoğu zaman. Ne var ki; gerçeği kendisi biliyordu. Neşeli, gülen yüzlü görünmesine rağmen içi kan ağlıyordu. Bir türlü kendisi olamıyordu. “Neden, neden kendim olamıyorum ? Neden rol yapmak zorundayım? Hayır, hayır bu ben olamam. Ne olduğunu bilmediğim bir gariplik hissediyorum içimde. Kendime yabancıyım. Ah bir eski durumuma dönebilsem. Pısırıklığımdan, sesizliğimden kurtulabilsem, Nerede o bolluk ! ipin ucu kaçtı bir kere , tutabilene aşk olsun.”
“Ne ekersen onu biçersin” derler. Kimseyle sorunum olmadı geçen hayatım süresince. Hanım annemle, gül gibi geçinirdik. O da beni kızı yerine koymuştu. Saygılı, sohbetli, sevgi dolu günler geçirdik hep birlikte. Onları memnun etmek için elimden geleni esirgemezdim. Allah için onlar da benim için esirgemezdi. Bir dediğimiz iki olmazdı karşılıklı olarak. Sevgi dolu olmak ne güzel. Ektiklerimin karşılığında da neler biçiyorum! Yoksa; bunların nedeni narkoz mu? Narkozun insan bünyesinde değişiklik oluşturduğunu duymuştum. Hatta bazı bünyelerde kişilik değişmelerine bile neden olduğunu söylüyorlar. Ben de apandisit ameliyatı olmuştum. Yoksa onun için mi böyle pısırık, sessiz biri oldum. Kim nereye çekerse oraya gidiyorum. Ben, ben değilim. Artık dayanamayacağım. Daha fazla yıpranmadan harekete geçmeliyim. En iyisi huzur evi mi, dinlenme evi mi diyorlar böyle bir yer bulayım. Ama, nereden? Evden kaçarak değil ya ! Öyleyse nasıl yapacağım?
Makbule Hanım, düşünceler yumağı halinde yürüyordu. Hiçbir şey görmüyor, duymuyordu. Acı bir fren ve çığlık sesleri ile kendine geldi. “Teyze, ne yapıyorsun?” diye biri kolundan çekip, kaldırıma sürükledi. Uğultu halinde sesler geldi kulağına. “Önüne baksana teyze. Başımızı belaya sokacaksın. Yürümesini bilmiyorsan evinde paşa paşa otur. “
Makbule Hanım hiç aldırış etmedi. Olay sanki onun başına gelmemişti. Dalgınlığından silkelendi. Yapacak bir şey yoktu. Olan olmuştu. Yürümesine devam etti. Ayakları onu terminale getirdi. Uyurgezer durumda biletini aldı. Bekleme salonuna geçti. Otobüsü vaktinde gelirse on beş dakikası vardı. Boş bulduğu sandalyenin ucuna tünemiş gibi oturdu. Kendini yine iyi hissetmiyordu. Daha doğrusu yalnız hissediyordu. Hatta yalnızlıktan da öte, dünyada bir o ve gökyüzü vardı. Hiç kimseyi görmüyor ya da görmek istemiyordu. Bu sırada burnuna simidin dayanılmaz yanık susam kokusu geldi. Önündeki sandalyede oturan kadın iştahla simit yiyordu.
Acıktığından değil, bir şey yapmış olmak için yerinden kalktı, dışarıya çıktı. Oralarda simitçi bulacağından emindi. Evet, köşede simitçi çocuk, sehpasına özenle dizdiği simitlerinin başındaydı. Susamları hafif yanık bir simit aldı salona döndü, yerine oturdu. Biraz önce simit yiyen kadınla gülüştüler ; ” Ne güzeller değil mi çıtır çıtır” dedi Makbule Hanım. “Evet acıkınca da insanın gözüne daha güzel görünüyorlar” diye cevap verdi kadın. Karşılıklı konuşmalar devam edecekti ama otobüsleri geldi. Aslında konuşmak istemiyordu. Ama aklından geçenleri, iç huzursuzluğunu anlayacaklar diye etrafındaki insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya çaba gösterirdi elinden geldiğince.
Makbule Hanımın yeri otobüsün orta sıralarında pencere kenariydi. Yani boştu. Hem memnun oldu hem olmadı. “Biri olsaydı, biraz laflardık” diye geçirdi içinden. Sonra da; “Amaan, boşver, konuşup da ne yapacağım. Boşboğazlık edebilirim. Böylesi daha iyi.” Dedi kendi kendine. Otobüs hareket ettiğinde de onun gözleri çoktan kapanmıştı.
Uyandığında ihtiyaç molasında olduklarını anladı. Çay içmek niyeti ile yuvarlanır gibi otobüsten indi. Bekleme salonunda konuştuğu kadının yanına gitti. O da bir başına oturuyordu. Çaylarını yudumlarken havadan sudan konuşmaya basladılar. Oteki kadın; ” Ankara’ya mı gidiyorsunuz ?” diye sordu. Makbule Hanım; ” Hii evet” dedi. Değişinde öyle bir tuhaflık vardı ki merak etmemek mümkün değil. Öteki kadın, “Ankara’da mı oturuyorsunuz, gezmeye mi gidiyorsunuz.?” dedi. “Nerede oturduğumu bilmiyorum. Ankara- İstanbul arasında iki ayda bir gidip geliyorum” dedi Makbule Hanim. kadinin yüzüne bakmadan. Öteki kadini daha çok merak sardi ” Iyi iyi , gezmeyi seviyorsunuz. imkân olduktan sonra neden olmasin canim!” dedi. Makbule Hanım; “Dışarıdan öyle görünüyor. Bana hiç gezme gibi gelmiyor. Ben. Çimdik’ten, Dürtü’ye gidiyorum” dedi. Öteki kadın kendini tutamadı, güldü. “Çimdik’ten Dürtü’ye” lafları komik gelmişti. Merakla sordu; “O da ne demek ?” Makbule Hanım ağzından kaçırdığı bu sözlerden utanmıştı. Yüzü hafifçe pembeleşti. Ama, sonuçta söylemişti.
Bolu Dağlarının çam kokulu havası insanları hareketlendirmişti. Çoğu yolcu, çam kokulu serin, temiz havayı ciğerlerine çekmek için yolun kıyısında volta atıyor, bazıları telefon kuyruğunda bekliyor, bazıları aheste aheste çayını yudumluyor, bazıları kıtlıktan çıkmış gibi yemekle meşguldü. Makbule Hanım, yolculuk boyunca uyumuş ne etrafla ne de insanlarla ilgilenmemişti. Bu çam kokulu mola yerinde de hiçbir şey onun dikkatini çekememişti. Kendi içinde kendini yaşıyordu. Ya da yaşayıp yaşamadığının kararını vermeye çabalıyordu. Hiçbir zaman yalnızlıktan hoşlanmamıştı. Zaten, yolculuk
arkadaşı bulmasının nedeni de buydu. Sohbet istiyordu. Her konuşma sohbet demek değildir. Kendi düşüncelerine uygun kafa dengi bir kişi olsa ona yeterdi.
Birkaç kez yutkundu Makbule Hanım, bakışlarını başka yerlere çevirdi. Sanki bir an kaçacak bir yer aradı, ya da buhar olup uçmayı, toz olup savrulmayı istedi. Bunları birkaç saniyede düşündü ve kendine ” bos veer ” dercesine yüzünü kadına dönüp gözlerini uzaklarda tutarak anlatmaya başlad:
” Sana komik gelebilir. Aslında bu komik bir durum değil. Allah bağışlasın iki oğlum var. Sıra ile ikişer ay evlerinde kalıyorum. Misafir oluyorum. Karar öyle verildi. İki evde de odam var. Ayak altında gezinmem. Zaten izinde vermiyorlar ya. Odamda otururum. Namazımı kılar, tespihimi çeker, Kur’anımı okurum. Onların arkadaşlarından bazıları beni severler, görmek, hatırımı sormak isterler. Ne olsa eskiye dayanan bir geçmişimiz var. Bir zamanlar biz de genç bir anneydik, aileydik. Çocukların arkadaşları evimize gelir giderlerdi. Onlar işte beni görmeyi istedikleri zamanlarda benimkiler mecburen yanlarına çağırıyorlar. Biraz oturuyorum. Zira gelinim, çok konuşmamamı tembih eder her seferinde. Konuşmamı beğenmiyormuş. Köylü konuşması yapıyormuşum da. Bundan sonra konuşmamı nasıl değiştireyim? Konuşmam gerektiği zaman, yani ; misafirler bir şey sorarsa; gelin hemen yanıma oturur, çaktırmadan bana bir çimdik atar. Bu “kısa kes” anlamına gelir. Ankara’ da ki de beni kolu, ayağı ile dürter. İşte böyle. Çimdik’ten Dürtü’ye, Dürtü’den Çimdik’e gidip geliyorum. Sen buna gezme mi diyorsun? ” Öteki kadın güldüğü için mahcup olmuştu. Ne diyeceğini şaşırdı. “Şimdiki gençler böyle. Onları hoş görüp, idare edip gideceğiz.” Gibi bir şeyler söyleme gereği duydu. Kadının ne söylediği Makbule Hanım için önemli değildi. Cevap vermeyi lüzumsamadı. Çektiğini kendisi biliyordu. Durumunu dışarıdan bakmakla kimse anlayamazdı. Bu arada anlaşılmaz bir lisanla otobüsün hareket edeceğini bildiren duyuru yapıldı. Yavaşça kalktılar. Makbule Hanım, içtikleri çayın parasını vermek için kasaya doğru yürüdü. Garson, “şirketten teyze” deyince hafif bir gülümseme ile teşekkür etti. Otobüse bindiler. Yine uyumaya devam etti Makbule Hanım. Yıllardır içine attığı sıkıntıları depreşmiş, yeni bir sıkıntı durumuna gelmişlerdi. Onlarla baş edemiyordu. İçinden söküp atamıyordu. Nasıl atsın ki, Sıkıntıları onu Makbule Hanım yapıyordu. Her sıkıntısı onun bir parçasıydı, ona hastı. Kimse bilmiyordu. Bilmelerine de müsaade etmiyordu. Ankara Terminaline geldiklerinde düşüncelerini bir kenara bıraktı, uykulu, kısık gözlerini açtı. Onu oğlu karşılayacaktı. Yükü yoktu. Bir küçük çantası vardı o da yanındaydı. Kolaylık olsun diye bagaja vermemişti. Çabucak otobüsten aşaği indi. Yolun karşısında bekleyen oğlunu ve arabasını gördü. Huzur evini de dinlenme evini de unuttu. Birden gözleri parladı, heyecanlandı. Biraz önce ayakları geri geri gidiyordu. Lakin oğlunu görünce annelik duyguları dillendi ve başka duygular yoktu artık. ” Aman ,Hasan’ım buralara kadar gelip yorulmasın” diye düşündü ve kendini, gayri ihtiyari yola attı; işte olanlar oldu. Bu sefer şanslı değildi. Kolundan tutup kenara çeken olmadı. Kaşla göz arasında geri manevra yapan koca otobüsün tekeri altında kaldı. Artık , onun için zaman durmuş, alaca karanlıkta kıyameti kopmuştu.. ” Anne, anne .” Diyen bir ses geldi kulağına ve bunlar duyduğu son sesler oldu.
Oğlunu görmenin heyecanı, onun sevinç içinde ölümün soğuk kollarına atılmasına neden olmuştu.. Kısa sürede bedeni ile birlikte duyguları da dondu. Ne düşündüğünü kimse bilemedi, Zaten bunun gereği de kalmadı.
1995-Eylül – Hikayeler Seher Kece Türker
http://hikayelerimizden.com/
ağladım :(