Mezar Notları XIII
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bulunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırakmıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçirilerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanımayan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaatleri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle reklam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Rahmetsizin ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zulmünden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılmayanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakından yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materyalist yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik buraya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çevirerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak karşılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazılı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsunuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kılmazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem vermeden büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılmayanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendilerinin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hukuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayriihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir kafire tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyordu. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan görülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlileri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyucular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir metrekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kimse bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı meraklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya başladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra rnünker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şahadeti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ekmeğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için korku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist kabul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüslim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam değilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edildiği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
Muammer Özkan