Hikaye oku; Türkçenin gücü olarak akıllarda yer alan, Millî Edebiyat akımının başta gelen yazarları arasında bulunan, ayrıca roman, hikaye ve gazete yazarı olan Refik Halid Karay’ın “Dişçi” adlı muhteşem hikayesi. Okumadan geçmeyiniz.
Çok Güzel Bir Hikaye; “Dişçi”
Ceylân avı dönüşü, üç devletin hudut kavşağında, bir çiftlik binasındaydık.
Ocaklı odada sofra kurulmuş, içiyorduk.
Ev sahibi eski çetecilerdendi. Misafirler arasında, bizden başka jandarma mülâzimi (subay, teğmen), gümrük müdürü, ziraat memuru, bir de «Dişçi» diye çağrılan posbıyık bir adam vardı.
Gözlerinde aklı tam olmayanlarda rastladığım kâh alevlenen, kâh pelteleşen bir kararsız ışık gördüğüm için onun yarı meczup olduğuna hükmetmiştim.
Bir aralık, kendisine kayıtsız kalmadığımı göstermek için sordum:
– Buralarda mı dişçilik ediyorsunuz?
Ev sahibi, mülâzim (subay, teğmen), müdür, memur, hepsi gülmeğe başladılar. O susuyor, önüne bakıyordu.
– Söylesene, diyorlardı, buralarda mı dişçilik edersin?
Tekrar gülüşüyorlardı.
Dişçi gülümsemeye başlamıştı. Ben, köy, çöl ve kasaba hayatlarından aldığım tecrübe ile bu kahkahalarda bir acıklı, acayip vak’a sezmiştim. Zira herkesinkine benzemeyen acı sergüzeştler, hattâ felâketler dar muhitlerde eğlence sayılıp gülüşülen sohbet mevzuları olurdu.
Eline bir dolu kadeh sıkıştırdılar:
– Anlat bakalım bize dişçiliğini! dediler.
– Ben dişçi değilim, diye başladı, diş sökücüyüm, mükemmel diş sökerim, sağlam dişleri sökerim, hem çatır çatır sökerim. Şöyle büke kıvıra, ırgalıya ırgalıya, çene kemiklerini dağıta, parçalaya!
Harp sonuydu, ordu dağılmış, asker, silâhsız, cephanesiz Suriye’den darmadağınık, Anadolu yolunu tutmuştu. Dağ, tepe, geçtiğimiz yerlerde kurşuna tutuluyor, ölü ve yaralı şose boylarında dökülüyor, tükeniyorduk.
Ben mektep, medrese görmüş bir başçavuş idim. Böğrüme bir kurşun yemiş, hastahanedeydim; yerli ahalinin elinden güç kurtularak tren hattını tutmuş, üç arkadaşla memlekete ulaşmaya çabalıyordum. Lebüvve Boğazını bilir misiniz? Boğaz deyince hatırınıza korkunç bir kayalık, dumanlı dağlar, loş uçurumlar gelmesin.
Orası bir sulak vaha boğazıdır; altından süzme zeytinyağı renginde, elinizi sürseniz bulaşacağını sandığınız parlak, koyu bir çay akar. Kenarında yapraklarının ters tarafları rüzgârla güneşe dönünce gümüşlenen narin kavaklar dizili, kof gölgeler serilidir. İncecik, yumuşak, sık otlarla bir kürk gibi kaplı olan yamaçlar kibrinden âdeta kabarmış, heybetli görünmeye çalışır. Hulâsa dinlenilecek, uyuyup rahat edilecek, hoş yerdir, memleketi andıran yerdir.
Açlık, mecalsizlik, yenilmiş olmaktan utanıyor, yolda silâh kullanmadan ölmekten korkuyorduk. “Şurada biraz nefes alalım!” dedik.
Tepeden bağırdılar; ayağa kalktık.
Silâhlar üstümüze çevrildi; ellerimizi yukarıya kaldırdık.
Sekiz on bedevi, yokuş aşağı, entarili ve kefyeleri (beyaz örtü başlık) havalanarak, yuvarlanır gibi dağdan indiler. Kulakları küpeli, saçları örülü, sırım gibi ince, şeytan yüzlü ve maymun elli çapulcu Urban…
Nemizi alacaklardı? Paramız yoktu, silâhımız yoktu, matramız, kemerimiz bile yoktu. Nasıl karşı koyabilirdik? Ben yaralı idim, arkadaşlar hasta idiler. Kanımız kurumuş, soluğumuz tükenmişti. Dizlerimiz dermansızlıktan titriyor, yüreğimiz ayıbımızdan eriyordu.
Biliyorduk ki kolay ve temiz olması için elbiseleri öldürmeden evvel soyuyorlardı. Soyunduk ve çıplak kalınca kurşunları veya cembiyeleri beklemeye koyulduk. Öyle olmadı.
Bedevinin biri ilk önce Koçhisarlı Ahmet onbaşının yanına yaklaştı, bir eliyle çenesinden tuttu, ötekiyle burnundan… Ağzını açmış, dudaklarını sıyırmış ve satın alınacak atın yaşını muayene eder gibi dikkatle dişlerine bakıyordu.
Memnun olmadı ki, karnına bir tekme vurdu, devrildi; öbür arkadaşa yanaştı. Onu da beğenmedi, onu da tekmeledi.
Nihayet sıra bana geldi. Ağzımı kendiliğimden açmış ve tekmeye hazırlanmıştım.
Bedevi sevinçle haykırdı. Birden, parmakları altın kuronlu dişime geçmiş, asılmış, sökmeye uğraşıyordu. Tırnakları etime batarak etimi yırtarak dişimi çekiyor, sallıyor, büküyor, geriye itiyor, öne yatırıyor, fakat bir türlü çıkaramıyordu.
Yapamayacağım anlayınca ayaklarıma bir çelme vurdu; düştüm; göğsüme çökmüştü. Arkadaşlarına, çöl karargâhlarında dört seneden beri yaşadığım için öğrendiğim dilden bağırıyordu:
– Bir taş! Sivri bir taş!
Aranılıp getirilen taşı, şimdi, bütün hızı ile kuronlu dişime, bazan acelesinden yanındakilere ve daima dudaklarıma bir keser gibi kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Her vuruşunda ben oradaki acıdan ziyade, tuhaf değil mi, böğrümdeki eski kurşun yarasının sızısını duyuyordum. İyi olduğunu sandığım bu yara, sanki yeniden deşiliyordu.
Gırtlağımdan aşağı sızan kanın çıplak vücudumdan ılık ılık göğsüme yayıldığını duyuyordum, bedevinin yüzüne fışkıran kan ve et serpintilerini görüyordum. Hepsini duyuyor ve görüyordum.
Bir türlü bayılamıyordum.
Bayılır gibi olurken taşın her inişinde tekrar ayılıyor, beynimde ve yaramda «zınk!» diye sarsıcı bir gümleyiş işitiliyor, gözlerimi açıyor ve yaramda «zınk!» diye sarsıcı bir gümleyiş işitiliyor, gözlerimi açıyordum.
Neden sonra üç dişim elinde kaldı. Kuronlusunu aldı, ötekileri uzağa fırlattı.
Kendimden geçmeden evvel heriflerin beni unutarak veya öldü sanarak üç arkadaşımın da göğüslerine birer eğri hançer sapladıktan sonra elbiselerimizi toparlayıp konuşa konuşa, ağır ağır, avdan döner gibi, tepeye tırmandıklarını gördüm.
Hikâyeyi çiftlik sahibi tamamladı:
– İşte, dedi, ondan sonra dişçi oldu ya… Çete muharebelerine tutuşmuştuk: Ecnebiler üzerimize ara sıra, bedevi müfrezelerini de saldırıyorlardı. Bunlar da köylerimizi soyuyorlar, çoluk çocuğumuzu kesiyorlardı. Sağ yakaladıklarımızı – sonradan öğrendim – bizim “dişçi” yere yatırıyor, göğüslerine çöküyor, eline geçirdiği bir koca dülger kıskacıyla ağızlarından sağlam bir diş çekip koparmadan yakalarını bırakmıyormuş!
Dişçi gözlerinde, ispirto dökülmüş gibi mavi bir alev parlayarak:
– Evet, dedi, mükemmel söküyordum, hem çatır çatır söküyordum, şöyle büke kıvıra, sallaya hırpalaya, çene kemiklerini dağıta parçalaya söküyordum!.
Ve elini mintanının düğmesine attı, göğsünü açtı;
Boynunda iri taşlı bir gerdanlık gördüm.
Petrol lâmbasının sönük ışığında bu taşların ne olduğunu birden anlayamamıştım. Fakat o sırada ocakta bir odun devrildi, odaya bir kızıl alev vurdu:
Gerdanlığa geçirilen taşlar sapasağlam, bembeyaz, bir boyda, bir biçimde, hemen hemen bir örnek, otuz kadar azı dişiydi.
1938 – Refik Halit Karay