Mevlevi Tekkesinde Bir Aşk Öyküsü
Mustafa Ünver
“Sanki cennette bir melek şarkı söylüyor.”
Dünyanın en kanlı ve en yıkıcı savaşlarının yaşandığı yirminci yüzyılın ilk yarısında bahar kendini yine göstermekte, çiçekler açmakta, kuşlar ötüşmekte, leylakların mis kokusu her tarafa yayılmaktaydı. Yaşam zevki ve enerjisi yeniden nüksediyordu her yerde. Doğa, insanların tüm bozgunculuklarına inat, etrafa güzellik ve neşe saçmaktan usanmıyordu.
Varlık zıddına borçludur. Zıtlıklar zıtlıklar içindedir ve garip bir anlaşılmazlık ve çatışma her tarafta hüküm sürmektedir. Kasıtsız kötülükler sonunda ahenkli güzelliğe bir kez daha evrilmektedir. Dayanılmaz sancılar bir kez daha müjdeci kardelenleri gün yüzüne çıkarmaktadır.
Özgün adı Tripolis olan Trablusşam, işte tam da böyle bir anlaşılmazlık ve zıtlıklar şehridir. Çileli ve bir o kadar da rüya şehir. Doğu duvarlarına sırtını vererek ve Akdeniz’in dingin mavi ufku üzerinden batıya göz süzerek Kıbrıs’a, Girit’e, Sicilya’ya Sardinya’ya, Tunus burnuna, Malta’ya ve Endülüs’e derin akrabalık duygularıyla selam çakan hayal şehir. Sımsıcak sahiller ve aynı zamanda gemilerin kendilerini güvende hissettiği büyük bir liman şehri. Tersanesi ve etrafını saran, zaman zaman yenilenen sağlam surlarıyla da tarihe kayıt düşüren önemli bir deniz üssü. Badem ağaçlarıyla, gülleriyle, rengârenk çiçekleriyle insanı yaşamaya doyamayacak kadar mest edip kendine bağlayan yalancı bir cennet. Yıldızların yere saçılmakta birbirleriyle yarışıyor göründüğü o pırıl pırıl yaz gecelerine kanılamayan kent. Trablusşam’a 11. yüzyılda ziyarete gelen Nâsır-ı Hüsrev, seyahatnamesinde Fatımî hakimiyetinde olan kentin çevresinin çok iyi tahkim edildiğini, nüfusunun yirmi bin olduğunu, işlek limanından elde ettiği yüksek gelirler sayesinde müreffeh yaşadığını, yanı sıra şeker, cam ve kâğıt imalathanelerinin da şehrin refahına refah kattığını anlatır.
Bu güzel şehir şimdilerde yazık ki kanlı iç çekişmelerden, caddelerinde ansızın patlayan bombalardan, işsizlik ve yoksulluktan bir türlü başını kaldıramayan talihsiz ülke Lübnan’ın bir şehri. Suriye sınırına yakın bir liman şehri. Anadolu’dan Kabe’ye giden hacıların uğrak mekânlarından biridir aynı zamanda.
Arkeolojik kazılar şehrin tarihini Fenikeliler’den de öncesine, Hz. İsa’dan önce sekizinci ve yedinci yüzyıllara kadar geriye götürmekte kararlı kanıtlar sunmaktadır. Roma, Bizans ve Pers imparatorlukları da şehrin dönem dönem sahipleri arasında yer alır. Grek idaresi altındayken mahallelerini Surlular, Saydalılar ve Ervadlılar meydana getirdiği için üç şehir anlamında Tripolis adı konmuş. Müslümanlar ise üçüncü halife Hz. Osman döneminde sahip olmuşlar. Muaviye’nin girişimiyle 646’da İslam hakimiyetine giren şehir, bir kez de Yavuz’un 1516’daki Mısır seferi dolayımında Osmanlı hakimiyetine girerek sancak yapılıp Şam Beylerbeyliği’ne bağlanmış. Osmanlı topraklarında iki tane Trablus olduğundan bu şehir Trablusşam, Libya topraklarındaki ise Trablusgarp adını almış. 1918’de Fransız işgaliyle birlikte bölgedeki Türk hakimiyeti son bulmuş.
Kabaca çizilen bu serencamının da ortaya koyduğu gibi bu unutulmaz kent neredeyse güneş batıp doğdukça hep dimdik var olmuş, köklerini koruyarak varlığını sonraki nesillere miras bırakmıştır. Şehrin ki böyle de peki ya insanlarının geçmişlerinden yüzyıllardır getirerek genlerine ince ince dokuyarak depoladıkları ve sonrakilere bıraktıkları? Çatısı altında yaşanmış, hissedilmiş, dokularında belli belirsiz kıvrılmış mutluluklar, acılar, hasretler, eziyetler, kavuşmalar ve ayrılıklar. Doğan bebekler, ölen canlar, yazlar, kışlar, savaşlar, zindanlar, baharlar ve güzler. Tüm bu anlam katmanları olmadan bir şehir nasıl ilahi varlıkla insanın işaret ve habercisi olabilir ki?
Şefik Dede işte böyle köklü ve derin bir şehrin, Trablusşam’ın çocuğudur. Benliğine giydiği huzur, sükûnet ve heybet kıyafeti, genlerinde taşıdığı engin medeniyet mirasının dervişane bir yansımasıdır. Yürüyüşü, oturuşu, kalkışı, konuşması, susması ve gülmesiyle anlatılmaz olan sınırın ötesinde bir abidedir Şefik Dede. Ne sorarsanız sorun, o ancak icap ettiğinde icap ettiği kadarını konuşur. Suskunluğunda da o iri kara gözleri size sabır ve vakar telkin eder. Böyle bir ululuk, etten ve kandan oluşan bir insanda nasıl mayalanabiliyor? Bu heybet ve olgunluğa nasıl erişilebiliniyor? Şefik Dede örneğinde nadide bir şaheser haline gelen değerler tüm dünyadaki eğitim-öğretim sistemlerinin kurucu amacı olsa gerek. Nebevi ve Muhammedî yetişme, mensup olduğu Mevleviyye yolunun esası olan aşk, marifet ve hizmetle bütünleşmiş, Şefik Dede diye ete kemiğe bürünmüş. Herhalde bir peygamber Şefik Dede gibi olmalı.
Canı bildiği biricik kızının ruhsal çöküntü yaşamasına ve daha on yedisinde gözlerini hayata kapamasına sebep olan ve sonra pişmanlığını dile getirerek özür dileyen Zeydan’a “Af dilenecek bir şey yok ortada evlat. Akıl yerinde değilken olan işlerde affa konu bir şey olmaz,” diyerek dervişi iki kaşının arasından öpmesine, Mevlevi kıyafetini kendisine geri vererek dua etmesine ancak tüm bu yansımalar ışığında bir anlam vermek mümkündür. “Haneme keder ve ölüm getirse de o benim düşmanım değildi ve olmadı da,” diyecek kadar insaniyet ve vahdaniyet dolu bir insan.
Yaşanan iyi ve kötü sahneler, ruh ve beyin kıvrımlarında meydana gelen gelgitler, travmalar yansımasız olmaz. İyi kötü her şey yansır. İnsan kutsal bir süngerdir. Sadece zamanı geldiğinde, gerektiği kadarını sızdırır. Sızmayı gördüğümüzde “ha, içinde bir şey varmış,” deriz ama çoğu zaman sadece sızan şeye odaklanırız; kızar veya mutlu oluruz. Asıl odaklanmamız gereken arka plan derinliğini ise çoğu zaman ıskalarız.
Zeydan Hilmi uzun yolculuklar sonrasında mübarek ramazan ayında yolu Trablusşam’a düşüp Mevlevihane’ye konuk olduğunda Şefik Dede elbette davetsiz konuğu tanımaya, kim ve neci olduğunu anlamaya çalışmış, sonuçta anhâsını minhâsını çözmüştü. Şefkat ve babacan tavırlar kırılgan ruhlara genelde iyi gelir ve en ketüm canlar dahi bu içten diğerkamlığa kayıtsız kalamaz.
Şefik Dede’nin tekkesini 1672’de ziyaret eden Evliya Çelebi “mamur, binası güzel, İrem bağı gibi içinde limon, turunç ve gülistanı olan bir mekân,” diye not düşmüştür. Sırtını narenciye ve zeytin bahçelerine dayayan Mevlevihane, Trablus’un en güzel mahallesinde yer alır. Beyaz badanalı duvarlarıyla tam bir Akdeniz mimarisini yansıtan tekke, ortada dört kat uzunluğunda geniş bir kubbeli alan ile sağ ve sol yanlarında üçer katlı yapıları, önünde tek katlı bir bina ile ferah verandaları ve avluları olan, yeşillikler arasında büyüleyici güzelliğe sahip bir yapıdır. İçinde semahane, türbe, haremlik, selamlık ve derviş hücreleri bulunur. Trablusşam’ı 1639’da ziyaret ederek tekkenin şeyhi ile sohbet ettiğini haber veren İbn Mehâsin Mevlevihane’den de “iki tepe arasında yeşillikler içinde bir mekân,” diye bahseder. Böyle bir öykünün bize ulaşmasını sağlayan asıl kaynağın Amerikalı seyyah W.B. Seabrook (ö. 1945) olduğu da unutulmamalı elbette. Hem uzun süre tekkede kalmış hem Şefik Dede ile yakın arkadaşlıkları olmuş, hem birçok mehtaplı gecede badem ağaçlarının altında fıskiyeli havuzun kenarında kendisiyle sohbet etme imkânı bulmuştur. Böyle unutulmaz bir gecede “işte Zeydan tam da şuradan kendini aşağıya attı,” demişti hiç bitmeyecek sandığı suskunlukları arasında.
Kimi zaman hâl, kimi zaman kal diliyle başından geçen olaylar, deha derecesinde sahip olduğu musiki yeteneği, üç müzik aleti üzerindeki şaşırtıcı hükümranlığı, beraberinde gönülleri ve kulakları mest eden o davudi sesi, gençlikle bütünleşmiş erkek güzeli endamı, Mevlevihane’de çok kısa zamanda Zeydan’a karşı engin bir hoşgörü, hayranlık ve takdir atmosferi oluşturmuştu. Omuzlarına düşen simsiyah saçları, iri zeytin gözleri, uzun kirpikleri, yay gibi kaşları, pürüzsüz cildi, ölçülü beden yapısı, musiki aletlerini inletip ağlatması ve dinlemeye doyulmaz ahenkte tenor sesi, Zeydan’ı tüm Mevlevi musikişinaslar arasında da en tepeye yerleştirivermişti. Daha çocukluğunda fark edilmeye başlayan bu deha, yine o dönemde ona “sadece Allah’a övgü içerikli manevi musikileri seslendireceğime yemin ederim,” sözlerini söyletmişti.
Yediden yetmişe tekkedeki herkes Zeydan Hilmi’ye hayranlık boyutunda sempati duyuyordu duymasına ama en çok da Şefik Dede ona koca yüreğini açmış ve manevi yolculuğunda yüksek makamlara erişmesi için himmetini eksik etmemişti. Beden ve ruh sağlığına hızla geri dönmesi için Mevlevihane’de kendisine iyi bakılmasını sağlamıştı. Daha da önemlisi yaşadığı talihsiz ve kötü olayların bitmesi anlamına gelen hırka ve sikkeyle onu yeniden buluşturmuştu. Mahallesinden yediği aforoz artık son bulmuş gibiydi. Uzun süredir küstüğü, eline almadığı ut, ney ve kanun ile ses icrası Dâvud’un elindeki demire ve sedasına dönüşmüştü.
Musalar olmalı ve görevler yerine getirilmeliydi. Yetenekler kullanılmalı, zekalar üretmeli, emekler harcanmalı, kabiliyetli eller eserler meydana getirmeliydi. Ancak bu sayede medeniyet gerçekleşebilir, insanlar olgunlaşabilir, dünya hikmet, muhabbet, merhamet ve adaletle yeniden inşa edilebilirdi.
Yaklaşık iki sene önce kovulduğu Konya Mevlevihanesi’ne dönüş ve canana kavuşma, yüreklerin vuslatı Zeydan’a çok uzaktı. Bunalım, depresyon, cinnet, baygınlık, günlerce zincirlere bağlı kalınarak geçirilen mahkûmiyetler ve karanlıklar içinde karanlıklar. Ara sıra iyileşir gibi olmalar ama ardından yeniden karanlıklara gömülme ve boğulma derecesinde patlayan cinnetler. Yıllar sonra Zeydan’a İsfehan Büyük Camii’nin bir resmi gösterildiğinde “işte şu kapıda dilenciler beni dövmüşler ve yaka paça beni kovmuşlardı,” diyerek yaşadığı çileli kesitlerden birini hatırlayacaktı.
Zeydan’ın tüm öyküsü asıl yuvası olan Şam Mevlevihanesi’nde başlamıştı. Tekke’de manevi yolculuğuna devam ederken sahip olduğu eşsiz musiki yeteneği sadece Şam’da değil, tüm tekkelerde, hatta tarikatın merkezi olan Konya’da bile dilden dile konuşulmaya başlanmıştı. Ünü her yere yayılıyordu. Dervişleri mest eden icrası ve sedası yeri göğü inletiyor, semazenleri çoşturdukça coşturuyor, kadın erkek tüm izleyenleri hayranlık içinde halden hale, makamdan makama gezdiriyordu. Ona hayranlık duyup aşk derecesinde büyülenenler arasında genç kızlardan başka Avrupalı kadınlar da yer alıyordu. Sesi, endamı ve musiki dehası hayran olunmayacak gibi değildi. Bu büyüyü ancak İsrafil’in sûru anlatabilirdi.
Konya Mevlevihanesi şeyhi Abdülhalim Çelebi, icrasından kendi çevresinin de feyizlenmesi amacıyla Zeydan Hilmi’yi cemiyet merkezine davet etti. Kaynağa yakınlık bir terfidir kuşkusuz. Merkezde kalpler ve yükselmeler farklı dalga boylarına ulaşır. Zeydan artık Konya’dadır ve semaları, hem saz hem söz icralarıyla herkesi coşturup feyizlendirmektedir.
Mevlevilik’te sema müzik eşliğinde yapılan sıradan bir gösteri değildir. Semahane kâinattır. Sema ise kıyamet günü sahnesinin provasıdır. Hani herkesin “hâlim ne olacak,” diye dehşet ve korku içinde sağa sola koşuşturduğu dehşetli sahne. Hamile kadınların korkudan bebeklerini düşürdüğü, alkollü olmadıkları halde kendinden geçmiş insanların ürkünç manzaraları. Dervişlerin başlarına giydikleri sikkeler mezar taşları, tennureleri kefenleri, sırtlarındaki hırkaları da kabirleridir. Semazenlerin semaya başlarken siyah hırkalarını üstlerinden çıkarmaları hakikate doğmayı temsil eder. Semahanenin sağ tarafı içinde yaşadığımız maddi âlem (âlem-i nâsût), sol tarafı ise görünmeyen mana âlemidir (âlem-i gayb, âlem-i melekût). Ayindeki ney, Şefik Dede gibi mükemmel bir insanı (insân-ı kâmil), neyin üflenmesi ölümden sonra sûr sesiyle başlayacak olan dirilişi temsil eder. Kudümün ilk vuruşu Allah’ın “kün” (ol) emrini hatırlatır. Zahmeleri tekrar kudümün karnına vurmak için kalkan ve inen eller hem olmayı hem de sûru işitince kabirden kalkmayı (haşr) anlatır. Semahanenin hatt-ı istivânın başlangıcı sayılan noktası, yani şeyhin bulunduğu yer, mutlak varlık âlemine; tam karşısındaki nokta ise insan mertebesine işarettir. Bu durumda posttan sağ tarafa doğru yapılan hareket mutlak varlıktan insana inişi (kavs-i nüzûl); sola doğru yapılan hareket ise insandan mutlak varlığa yükselişi (kavs-i urûc), yani manevi olgunluğa erişme yolculuğu olan seyr-i sülûkü anlatır. Bu da tasavvuftaki devir anlayışının, kâinattaki her şeyin Allah’tan çıkıp yine O’na döneceği düşüncesinin Mevlevi ayinine aksetmesidir. Semada her bir dönmeye denilen devir veya deveran esnasındaki üç dönüş ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerini temsil eder. Aynı zamanda mutlak varlıktan hareketle cansızlara, bitkilere ve canlılar âlemine ulaşmaya işaret eder. Semada devrî hareket yanında aslına dönüş anlamı taşıyan kendi ekseni etrafında yapılan dönüşler, mihverî denilen hareketler de söz konusudur. Sema yapılırken verilen selamlar zat, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvufi anlamları ifade eder. Birinci selam insanın Allah’ı ve O’na kulluğunu idrak etmesini, ikinci selam insanın Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymasını, üçüncü selam insanın hayranlık duygularının aşka dönüşerek vuslata ermesini, yani Hakk’a tam teslim olmasını temsil eder. Dördüncü selam ise miracını, manevi yolculuğunu tamamlayan insanın yaratılma amacı olan kulluk görevine geri dönüşünü anlatır.
Semalarda sembolik olarak dile getirilen derin düşüncelerle Zeydan’ın Allah vergisi yeteneği vesilesiyle oluşan vecd ve coşkunluk birleşmekte; feyizlenmek amacıyla Mevleviliğin ana tekkesinde toplanmış derviş kardeşlerini, kafesli pencereler ardındaki peçeli kadınları, genç kızları büyülemekte, onları bambaşka ufuklara yükseltmektedir. Miraçlar yaşanmakta, alışılmadık ufuklar aşılmaktadır artık Zeydan’la Konya gecelerinde.
O akşamki semada Zeydan bir ayrı coşmuş; herkesi de bir ayrı coşturmuştu. Paravanın arkasındaki ceylanları kıskandıracak güzelliğe sahip genç kız inanılmaz derecede heyecan, coşku, aşk ve kendinden geçmişlikle peçesini sıyırıp atmış, sırma ipek mendil tutan sağ elinin uzun ve ince parmakları ahşap perdenin deliğinden istemsizce bükülerek geri dönmüştü. Kalbi yerinden fırlayacak gibi deli deli çarpıyordu Firdevs’in. Kontrolden çıkmış olan göz yaşları, yükselen kalp çarpıntılarıyla delicesine yarışıyordu. Sükûneti korumak, duygularını kontrol altına almak, renk belli etmemek, şu an için Firdevs’in yaşadığı haller arasında hiçbir şekilde karşılık bulmuyor, belli ki bulamıyordu. Hem çelebinin yeğeni olması hem tekkede önemli bir manevi şahsiyet olan Şeyh Âdem’in kızı olması, kendisinin bu tür manevi bir çevrede Zeydan’a gönül vermesinin yaratacağı tepkiler Firdevs’in o an yaşadığı duygular içinde zerrece bir ağırlığa sahip değildi. Tek talihi o anda hemen herkesin Firdevs’i fark edemeyecek kadar semanın ve Zeydan’ın büyüsüne kapılıp kendilerinden geçmiş olmaları idi. Kimse o gece Firdevs’teki duygu coşkunluğunu sezecek halde değildi.
Firdevs günlerce içinde taşıdı duygularını ve olabildiğince derinlere gömmeye çalıştı onları. O gece hissettikleri ve yaşadıkları anlık bir cezbe değildi anlaşılan. Geçmemişlerdi, sönmemişlerdi çünkü; aksine daha da alevlenmişlerdi. Bir yaz akşamı, yatsı namazından sonra odasının penceresinden dışarı bakarken bir an Zeydan’ı görüverdi. Önce bunun hayal mi gerçek mi olduğuna karar vermekte zorlandı. Fakat evet, gerçekten de bu Zeydan’dı. Avluda tek başına geziniyor, çevredeki gülleri kokluyor, ağustos böceklerinin keskin sesleri eşliğinde kendi kendine bir kasideyi mırıldanıyordu. Kalp atışları bir anda öylesine yükselmişti ki göğüsleri adeta gömleğinden fırlayacakmışçasına inip kalkıyordu. Gönlünün sahibine biraz daha yaklaşmak için açık olan pencereye iyice yaklaştı ve elindeki mis kokulu ipek mendili şuursuzca yere bıraktı. Mendil önüne düşünce Zeydan şöyle bir yukarıya baktı ve yarı açık perdeden Firdevs’in parıldayan yüzünü gördü. Sanki semadaki ay parçasıydı, yeşermiş buğday tarlalarında koşan, rüzgârda yelelerini sağa sola savuran kızıl bir kısraktı, vadide pır pır seken ürkek bir ceylandı. Bir kez daha duygular duygulara, kalpler kalplere karşı gelmişti. Kaçış yoktu bundan, yaşanacaktı yaşanacaklar çaresiz.
Yeminini unutan Zeydan gümbür gümbür vuran kalp atışları eşliğinde o altın sesini duyurdu ve şu nağmeler döküldü ağzından:
Yüzün dolunay
Gözlerin dipsiz kuyular gibi
İçinde boğulduğum
Ağzın bir nardır
Hayat ağacından kopup gelen
Firdevs de ona şu dizelerle karşılık verdi:
Gözlerin ateştir
Canım içinde yanıp durmakta
Sesin ise baldır
Yıldızlardan damlayıp durmakta
Gizlice sürdürülen haberleşmeler ve tekkenin selvi koruluğunda buluşmalar çok zor olmasına rağmen yine de gerçekleşmiş, anlık vuslatlar aşklarını daha da büyütmüştü. Onlara göre dünya dönmüyordu artık. Sadece ikisi ve ikisinin sevgileri dolduruyordu koca evreni.
Oysa dünya dönüyordu ve koca evren yazık ki onlardan ibaret değildi. Hizmetçi kadın onları görmüş, Mevlevihane şeyhinin ve babasının bu ilişkiyi duymaları fazla uzun sürmemişti. Tekkede öfke ve kızgınlıklar yeri göğü inletiyordu. Çok sert bir tepki verildi ve Zeydan Hilmi kefaret olarak derhal tekkeden tardedildi. Hatta Konya’dan da ülkeden de kovuldu. Firdevs ise bir sene bir gün süreyle hareme kilitlenerek cezalandırıldı. Büyükler her şeyi böylece çözdüklerini sanıyorlardı ama gerçekte hiçbir şey çözülmemişti; aksine gençlerin aşkı daha da devleşmiş ve efsaneleşmiş, kalplerini delik deşik eden aşk oku daha da derinlere gömülmüş, ruh ve beden kimyaları tamamen altüst olacak derecede dengelerini yitirmişlerdi.
Şam’a doğru trenle yola çıkan Zeydan, daha yolculuk esnasında büyük bir bunalıma düşmüş, travma yaşamış, kendini tamamen kaybetmiş, tam anlamıyla delirmişti. Udunu ve kanununu kılıflarından çıkarıp, yolculuk ettiği kompartımanın duvarlarına ve pencerelerine vura vurakırdı. Üstünü başını yırttı ve paçavraları vagonun penceresinden savurdu. Delirmiş halde, sağa sola anlaşılmaz seslerle bağırıp duruyordu. Gücü takati kesilince sesi soluğu da çıkmaz hale gelerek yere yığıldı. Trende Şamlı yolcular da vardı ve aralarında onu tanıyanlar çıktı. Zeydan’ın alelade bir deli değil, değerli bir sanatçı olduğunu diğerlerine söyleyerek anlayış gösterilmesini sağladılar ve onu yumuşaklıkla sakinleştirmeye çalıştılar. Yolculuğun sonunda Zeydan’ı Şam Mevlevihanesi’ne emniyetli bir şekilde getirip teslim ettiler.
Günlerce dermansız yattı tekkede Zeydan. Kendine geldiğinde delilik alametleri ortadan kaybolmuş gibiydi. Ama derdini derin derin düşünmeye, sessizlik orucu tutmaya devam etti haftalarca. Hiçbir musiki aletine eli uzanmadı, tek kelime ilahi söylemedi. Şam şeyhi anlayışlı ve yumuşak huylu bir kimseydi. Zeydan’a çok iyi davrandı. Ama Zeydan eski Zeydan değildi ki normal hayata kolayca dönebilsin. Zeydan artık buraya da yar olamayacağını iyi biliyordu. Delirme nöbeti bir kez daha gelip geçtiğinde kederini unutarak iyileşme umuduyla şeyhinden seyahate çıkma izni istedi. Zeydan’a uzun bir gaybubet izni verildi ve dualarla uğurlandı.
Kendini yollara vurdu Zeydan. Önce İsfehan’a gitti, deli divane dolaştı sokaklarda, duvar kenarlarında yattı. Cami kapılarında dilenci diye dövüldü, tartaklandı, kovuldu.
Günler, aylar geçti. Semerkand’a gitti bu kez de. Orada da deli divane dolaştı; bir dilenci, bir meczup, bir akıl hastası gibi sokaklarda, kuytularda aç susuz toz toprak içinde yattı. Yine aylar geçti. Deliliği Mekke’ye götürdü bu kez de onu. Aşk uğruna yaptığı bu yolculuklar deliliğini yine de iyileştiremedi maalesef. Aynı bunalımlar, kendini kaybetmeler, delirmeler, sanrılar yakasını hiç bırakmadı.
Aşka düşmesinin üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmişti ki yolu bu sefer de Trablusşam’a düştü. “Ben sığınak arayan bir kardeşim,” diyerek Mevlevihane’nin eşiğinde inledi. Kapı bekçileri uzun, kirli ve karman çorman saçlarına bakarak onun bir Bektaşi dervişi olduğunu düşünerek içeriye haber verdiler. Yüzü bitkin ve beti benzi sararmış haldeydi. Bakımsız uzamış kara kaba sakalları neredeyse tüm çehresini kaplamıştı. Eprimiş, çul çul olmuş üstü başı da Mevlevi kıyafetine benzemiyordu. Alnının etrafında eski bir siyah çaput sarılıydı. Kirli ve tozlu hırkasına top top çamurlar yapışmıştı. Sırtındaki yırtık pırtık elbiseden lime lime olmuş kaba ipler dökülüyordu. Bacakları kirden kapkara olmuş, dikenlerden ve haşerat ısırıklarından tırmalanmış ve berelenmişti.
Huzura çıkarıldığında kendisini Şefik Dede’nin kollarına bıraktı Zeydan. Başta Şefik Dede de onun bir Bektaşi fakiri olduğunu düşünmüştü. Bir anda şeyhin karşısında dizlerinin üstüne düştü ve elini öptü. Fakat Zeydan’ın el öpmesi Bektaşilerden farklıydı. Dudakları aralığında ise “selamun aleyküm” şeklindeki selam yerine Mevlevilerin âdetleri üzere esmây-ı hüsnâdan gizli bir isimle selamladı. Bunun üzerine Şefik Dede usule uyarak başka bir gizli isimle selama karşılık verdi ve sonra Zeydan’ı süzerken şöyle fısıldadı: “Yalnız kardeş sen kimsin? Bir Mevlevi böylesine acınası bir duruma nasıl düşer! Hele bir anlat bakalım?”
Hasta doktorunu bulmuş, dil bağını çözmüş, soğuk taş duvarlardaki ölü nakış güneşi görmüştü. Tüm olanı biteni anlattı Zeydan, “ben,” dedi “Şam tekkesinde kendi gözlerinizle gördüğünüz Zeydan Hilmi’yim. Istırap çektim, kalbim söndü… Ama arındı tekrar ve bir kez daha kardeşlerimin arasında ikamet etmek üzere cemiyetgâhıma dönebildim.”
Şam tekkesinde gördüğü Zeydan canlandı hayalinde Şefik Dede’nin. Hatırladı ve tanıdı onu. Sarıldı ve alnından öptü. Hizmetkârlardan onu hamama götürmelerini, yıkamalarını, yağla ovmalarını, tıraş etmelerini ve uzun süre yıkanmamaktan artık yapağı haline gelmiş, keçeleşmiş saçlarını taramanın bir yolunu bulmalarını istedi. Fakat keçeleşmiş saçlarını açmak ve taramak o kadar imkansızdı ki çareyi ancak neredeyse saçları kökünden kırkmakta buldular. Yeni elbiseler giydirildi, hırka ve külâh verildi.
“Gücünü kuvvetini yeniden kazanıncaya kadar burada bizimle kalacak mısın, yoksa tekkene dönebilmen için sabaha Trablusşam’dan bir motorlu araba ayarlayayım mı?” diye sordu Şefik Dede.
“Sizin lütfunuz ve Allah’ın inayetiyle birkaç gün burada kalmak isterim. Sonra bana biraz para tedarik ederseniz bir tekneyle buradan Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a geçerim”, diye tercihini belirtti Zeydan.
“Hay hay kardeşim, birkaç gün veya daha çok, Allah’ın selametiyle burada dilediğin kadar kal. Ayrılmak istediğinde de ihtiyacın olan her şey senin için hazırlanacak, merak etme.”
Şefik Dede, gücünü yeniden toplaması için tekkede Zeydan için hazırlattığı odaya sabah akşam kuvvetlendirilmiş gıdalar, meyveler, yemişler bıraktırdı. İskemlenin üstüne bir Mesnevî ile musikiyle kendini daha çabuk sağaltması için bir ney koydurdu.
Zeydan ilk günü sükût içinde tefekkürle geçirdi. İkinci günün akşamına doğru neye şöyle bir üfledi ancak nağmeler kederli ve ümitsizdi. Üçüncü günün akşamında neye yine üfledi. Bu kez nağmeler coşkuyla haykırıyordu. Esaretteki bir kuşun gökyüzüne doğru hızla kanat çırpıp özgürlüğüne kavuşmasını dillendiriyor gibiydi. Büyüleyici neyin o efsunlu iniltisini duyan tüm hizmetkârlar ve dervişler tekkenin avlusuna toplandılar. “Sanki cennette bir melek şarkı söylüyor,” diye fısıldadı biri. “Hayır o, kalbindeki derin yarayı Allah’ın iyileştirdiği biridir,” diye karşılık verdi diğeri. Ne var ki özgürlüğe doğru süzülen kuşun kanat çırpması yavaşlamaya durdu ve sustu. Sonraki gün yine çaldı ve herkes artık Zeydan’ın tamamen iyileştiğine hükmetti. İkinci cuma geldiğinde tekkede sema hazırlıkları sürerken Şefik Dede, Zeydan’dan musikişinas topluluğuna rehberlik ederek Şam ve Konya’daki coşkun musikiyi burada da icra etmesi ricasında bulundu.
Her şey tam da planlandığı gibi gidiyordu. Vecd halinde fırıl fırıl dönen semazenlerle neyden yükselen seslerin rehberlik ettiği musikinin meydana getirdiği manevi coşku ve cezbe, herkese pek coşkulu ve feyizli bir gece yaşatmaktaydı.
Ne var ki Zeydan bir anda kendini yine kaybediverdi, feryatlarla deliler gibi bağırmaya, sağa sola saldırmaya başladı. Nişteki tüm sazende ve hanendeler şaşkınlıktan susarak âdeta donup kalmışlar, ne yapacaklarını bilememişlerdi. Zeydan bir anda elindeki neyi semazenlerin ortasında bulunan Şefik Dede’ye doğru ok gibi fırlattı. Neyse ki hedefi az bir farkla ıskalanmıştı. Biraz biraz kendilerine gelen musiki heyetindeki dervişler hemen Zeydan’ın elini kolunu zapt ederek sakinleştirmeye ve onu zararsız hale getirmeye çalıştılar. Neyini ok gibi fırlatan Zeydan’ın hedefi elbette Şefik Dede’den başkası değildi. Öfkelenmiş boğalar gibi böğürerek Dede’ye hitaben “Nefret ve kutsal saygısızlık! Aranızda bir sahtekâr var, işte burada! O adam bizim şeyhimiz değil! Âh! Ak sakallı İblis!” diye bağırıp durmaya başladı.
Aynı zamanda usta bir insan sarrafı, maharetli bir ruh doktoru olan Şefik Dede’ye göre yüreği ezik, müptelalı Zeydan’ın bu taşkınlığı musikinin ve semanın vecdine kendini tamamen kaptırmasından kaynaklanmıştı. Bu vecd içinde ait olduğu Şam Tekkesi’ne ruhen gitmiş, semanın orada icra edildiğini düşünmüş, aşağıya, ayin meydanına doğru baktığında ise semazenlerin odak noktasında kendi şeyhini aramış, onun yerine daha uzun boylu, farklı endamlı, daha yaşlı ve ak sakallı bir başkasını şeyh makamında görünce ağzından bu hezeyanlar dökülmüştü.
Ne Şefik Dede, ne tekkedeki diğer dervişler bu taşkınlığından dolayı Zeydan’ı kınadı. Sadece Zeydan’ın hastalığının yeniden nüksetmesine çok üzüldüler ve onu sakinleştirmek için seferber oldular. Ellerinden gelen her türlü yol denendi ama nafileydi. Daha önce geçirdiği delilik nöbetlerindeki gibi olmadı bu kez. Önceden bir müddet hırçınlaşıp saldırganlaşıyor, sonra sakinleşiyor, ardından da derin bir uykuya dalıyordu. Bu esnada sadece kendine veya bir başkasına zarar vermemesi için ellerini, ayaklarını ve kafasını zapt etmek yetiyordu. Ama bu kez deliliği, etkileri ve sonrasında uykuya dalması çok uzun sürdü. Tekkenin manevi sembolü olan derviş kıyafetleri üstünden çıkarılarak bir torbaya kondu ve ona sivil elbiseler giydirildi. Tennuresi, hırkası ve külahı iyileştiği zaman kendisine geri verilmek üzere muhafaza altına alındı. Yazık ki Zeydan’ın delilik nöbeti geceleyin yeniden tekrar etti. Üzerindeki elbiseleri yırtarak çıkarmıştı. Yarı çıplak vaziyette koridor ve sahanlıklarda koşuşturup duruyor, “vay sahte şeyh vay!” diyerek yorgun keçiler gibi meliyordu. Çözüm olarak Zeydan’ı karyolasına belinden zincirlemekten başka çare bulunamadı. Sabaha çıkıldığında ise Şam’a haberci yollanarak durumun tekkesine bildirilmesine karar verildi. Herkes belirsiz bir tereddüt ve tedirginlik içindeydi. Öte yandan tekkede işler zaten yoğundu ve herkes bir hayli yorgundu. Ramazan ayı içinde olunması tekkede hareketliliği ve yorgunluğu bir kat daha artırıyor, tüm geceler sema ayini düzenlenmesini gerekli kılıyordu.
Gece tüm tekkenin istirahate çekildiği bir dinginlik anında Şefik Dede’yi uyku tutmamıştı. Tetikte olmanın doğurduğu endişe ve düşüncelerle tekkenin az aşağısında akıp duran nehrin kıyısındaki değirmenin damında bir sağa bir sola adımlayıp duruyordu.
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, sahur için kalkma saati yaklaşmıştı. Bir anda kadınlıktan çok çocukluk döneminde olan kızı Yemile’nin çığlık ve feryadı kulaklarına doldu. Az sonra da çığlıklar kesildi. Şefik Dede hemen tekkeye, kızının uyumakta olduğu hareme koştu. Neredeyse tüm tekke ahalisi çığlıklara uyanmış ve ne olup bittiğini görmek için sesin geldiği yere koşmuştu.
Harem fazla karanlık değildi, düzenli aralıklarla nişlere yerleştirilmiş küçük gece kandilleri belli belirsiz yanıyordu. Yemile baygın halde yerde yatıyordu. Zincirli elleriyle Yemile’nin üzerine diz çökerek kucaklayan çılgın Zeydan büyük bir huzur ve aydınlanma içinde etraftakilere “susun, sakın gürültü etmeyin, hanımım uyuyor, parmaklarınızın uçlarında yumuşakça yürüyün,” diye fısıldıyordu. Henüz Şefik Dede’yi görmemişti. Birkaç saniye sonra Şefik Dede gözüne ilişir ilişmez Zeydan öfkeyle ayağa fırladı; ona saldırmaya, küfürler savurup tekme tokat vurmaya başladı. Dede ve yardıma koşan dervişler Zeydan’ı tutup hareketsiz hale getirdiler. Olan biteni zihinlerinde çözen dervişler durumu aralarında kısık seslerle konuşuyorlardı.
Zeydan zincirlerinden bir şekilde kurtularak koridorda gezinmeye başladıktan sonra hareme girmiş, loş ışıkta uyuyan Yemile’yi görmüş ve sevgilisi Firdevs sanarak saçlarını okşamaya başlamıştı. Uyanan Yemile bir anda zincirlere bağlanmış Zeydan’ı yanında görünce büyük bir sinir krizi yaşamış ve korkudan bayılmıştı. Amacı Yemile’ye zarar vermek değildi aslında Zeydan’ın. İstese de zarar veremezdi zaten Firdevs olarak gördüğü şeyh kızına.
Dervişler sıkıca zapt ettikleri Zeydan’ı odasına götürürlerken bir anda ellerinden kurtulmayı başardı ve paravanların üstünden kendisini alt kat sahanlığına atıverdi. Aşağıdaki kayalıklara yapışan Zeydan’ın iki ayağı kırılmıştı. Trablusşam’daki bir hastaneye kaldırıldı.
Yemile ise yaşadığı ruhi çöküntüden bir türlü kurtulamadı, medet istenen hekimlerin hiçbiri çare bulamadı. Ne yazık ki Şefik Dede’nin üzerine titrediği biricik sevgili kızı Yemile Ramazan Bayramı’na bile çıkamadan hayatını kaybetti. Acı ve keder bir gelmeye görsün; yağmur damlaları gibi indikçe iner, ardı arkası kesilmezdi. Tekkede hüzün, tarifin ötesi büyüklükteydi.
Zeydan’nın kırıkları altı ayın sonunda tümüyle iyileşti ve akıl sağlığı da düzelmiş görünüyordu. İyileştikten sonra Şefik Dede’nin huzuruna tarifi imkânsız bir mahcubiyetle çıktı ve önünde yerlere kapandı. Büyük bir üzüntüyle defalarca özür diledi, affetmesi için yalvardı. “Hayatıma yeniden başlayacağım. Şam’a dönmektense fakir ve uzak bir tekkede sığınak bulmaya çalışacağım,” diyerek huzurdan ayrıldı. Kudüs taraflarında izbe bir tekkede günlerini musiki aletlerinden ve tekke musikisi icra etmekten uzak olarak sadece dua, tefekkür ve hizmetle geçiren bir derviş olarak hayatına devam etti.
Tüm bu olup bitenleri öğrenen Konya şeyhi Abdülhalim Çelebi uzun uzun düşündü ve neredeyse aradan iki yıl geçtikten sonra Firdevs’le konuyu bir kez daha konuşmaya karar verdi. Evlenme yaşına girmiş olan Firdevs, şu ana kadar çıkan tüm taliplerini reddetmişti.
“Kızım lütfen söyle, beni defnettiklerinde yerime kim hükmedecek?”
“Halep’teki büyük tekkenin şeyhi ve idarecisi olan, Allah sağlık ve afiyet versin, oğlunuz Muhammed Bâkır Çelebi büyüğümüz neden hükmetmesin efendim?”
“Doğru dedin kızım, bir gün çelebi o olacak ve yerime geçecek. Senin kendisiyle evlenmeye razı olup olmadığını soran bir mektup yolladı bize. Gençliğinin zirvesinde. İpek gibi simsiyah saçları ve sırma sakalı olan oğlumun bu talebine ne dersin kızım? Düşünsene bir, onunla evlenirsen ben öldükten sonra yerime kocan geçecek ve ilk doğan oğlunuz da post tahtına oturacak. Haydi söyle kızım, ne diyorsun?”
Büyük bir şaşkınlık ve gözyaşları içinde “Efendim,” diyerek söze başladı Firdevs:
“Bu şeref hayal edebileceğim herhangi bir şeyden çok daha yüksek ve çok daha büyük. Ama efendim ben bitkin biriyim ve tamamen harap vaziyetteyim. Kalbim kovulup uzaklaştırılan o sesten sonra öldü, bir daha da hiç çarpmadı.”
Çelebi dizlerinin üstünde doğrularak Firdevs’i alnından öptü ve selametle uğurladı. Hemen ardından başyardımcısını çağırttı. Zeydan Hilmi’nin Kudüs taraflarında sürgünde olduğu tekkeye bir haberci gönderildi ve Konya’ya davet edildi.
Çelebi tüm Mevlevihane ahalisinin bir araya geldiği bir toplantıda dervişlere şöyle seslendi:
“Allah’ın âdetleri akıl havsalanın da, öğrenmenin de ötesindedir. Ve hiç kimse O’nun takdir ettiğiyle mücadele edemez. Eğer bir kimse bir kadına aşık olup deliriyorsa, sonra yeniden aklı başına geliyorsa, ama kalbi de hâlâ harap ve bitap kalmaya devam ediyorsa, bir kez daha deliliğe düşmemesi için onları ayrı tutmaya devam etmektense evlenmelerine rıza göstermek gerekmez mi?”
Hitabın büyüsüyle ikna olan Firdevs’in babası ve tüm kardeşler bir ağızdan “Ey Müslümanların en adili, hükmettiğiniz gibi olsun, razı olduğunuza biz de razıyız,” dediler.
Büyük bir düğün hazırlığı yapıldı ve üç gün üç gece süren şölenlerin ardından Zeydan ve Firdevs muratlarına kavuştular. İşte yıllardır Mevlevihane’nin duvarlarında yankılanıp duran o deruni altın ses ve nefes, Zeydan’ın mecazi aşkının hakiki aşka evrilmesinin şarkısından başkası değildir.
Kaynakça:
-W.B. Seabrook, Adventures in Arabia –Among the Bedouins, Druses, Whirling Dervishes and Yezidee Devil Worshipers, New York, 1927, Harcourt, Brace and Company.
-Rıza Duru, Mevlevînâme -Çeviri Metinler ve Resimlerle Batılı Seyehatnamelerinde Mevlevîlik, Konya 2012, Konya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay.
-Nuri Özcan, Mevlevî Ayini, DIA., c. XXIX, s. 464-466. -Ş. Barihüda Tanrıkorur, Mevleviyye, DIA., c. XXIX, s. 468-475.
-https://www.dunyabizim.com/m/dunyada-kultur/trablus-Mevlevihanesi-tika-tarafindan-restore-edildi-h24758.html (20.02.2022)
hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, aşk hikayesi, aşk öyküsü, Mevlevî Ayini, Mevleviyye, Mevlevi, Konya, tekke, Mustafa Ünver, Konya Mevlevihanesi, şeyh, sema, feyz, tarikat, melek, ruh,