Çok Güzel Bir Hikaye “Dilmaç”
Dilmaç, Altındere’ye çook uzaklardan, İngiliz memleketinden gelmişti. Doğu Anadolu yaylasının havasına, suyuna uzun süre alışamadı, yemedi, içmedi. Yanına kimseleri yaklaştırmadı. Direndi, tepindi, yavaş yavaş sakinleşti. Acıkınca yem keser su içmeğe başladı. Tımarını yalnız Davut Ağa yapabiliyordu.
Veterinerlerden biri okuduğu romandaki “Dilmaç” sözünü ona ad olarak düşündü. Bu “Dil”li, “maç”lı heceler tutuldu. Damızlık İngiliz atının adı “Dilmaç oldu”.
Dilmaç, huyundan vazgeçmedi.
Davut Ağa’yla geziyor, su içiyor, başkasını yanına yanaştırmıyordu.
Hara Müdürü bir gün Davut Ağa’yı çağırttı:
— Dilmaç ne âlemde, Davut Ağa?
— Eyi beğim.
— Yiyor içiyor mu?
— Evet beğim. Bana ses etmiyo.
Etmesine de.. şey!..
— Ne Davut Ağa?
— Beyim bu attan bi fayda gelmez. Bu ne damızlık olur, ne de bi şey…
— Nasıl olur Davut Ağa?. İngiltere’den geldi. En iyi cins…
—D aha eyi dedin ya beğim? Bu at tam gâvur huyu taşıyo. Suvarırken, yemlerken heç sevinmiyo. Kafasını dimdik dutuyo. Bi azamet bi kibir…
— Daha da neler, atta kibir?!
Deme beğim, ben atları insandan eyi tanırım. Bu çok soğuk bi hayvan. Sanki kölesiymişim, ona bakmaya mecburmuşum gibi hayın hayın bakıyo. Bizim Münih Alamanyasında usta başı da böyle bakardı… Gâvur, gâvur! Bu da öyle işte!..
Kasabanın memurları grup halinde harayı gezmeğe gelmişlerdi.
Lisenin İngilizce öğretmeni önayak olmuştu bu geziye.
Hocânım, Çerkez asıllıydı. Aynı zamanda at delisi… At resmi bulunan bütün kartpostalları toplar, pulları biriktirirdi. Dergi ve gazetelerdeki bütün at resimlerini toplar dosyalardı. “Çerkezler at hırsızı olurmuş, benim kanım çekiyor” diye de şaka ederdi.
Öğle yemeği, bitmiş sıra atların bağlı olarak bakıldığı bölüme gelmişti. Bakıcılar, tayları kısrakları gösterdiler. İyi huylularını hocânımın okşamasına izin verdiler…
Derken öğretmen hanımın gözü Dilmaç’a takıldı.
— Bu hangi cins Davut Ağa?
— İngiliz atı hocânım. Adı Dilmaç
.
Hayvan adını duyunca kulakları seğirdi. İstifini bozmadan göz ucuyla öğretmen hanımı süzdü, sonra yemliğine uzandı.
— Şeker veremez miyiz?!..
— Olmaazz. Çok hayındır. Gâvur gibi. Hiç kimseye alışmak istemiyo.
Öğretmen hanıma Dilmaç’ın durumu merak olmuştu. Uyarılara rağmen yürüdü. Dilmaç’a yaklaştı.
At yaklaşan insanın kokusunun alıştıklarından başka olduğunu hissetti. Sağrısında, ön baldırlarında seğirmeler oldu. Horuldadı.
Öğretmen hanım:
— Dilmaç… Good Morning!. dedi.
Dilmaç üç beş saniye sanki dondu. Taş kesildi. Sinirli, tedirgin davranışlarda bulundu. Hocânım biraz daha yaklaştı İngilizce olarak; (Nasılsın oğlum, prensim) dedi. Dilmaç yerinde duramaz oldu.
Başını çevirdi. Gözleri buğulandı, göz kapaklarını kırpıştırmağa başladı. Başını hocanıma çevirdi, Kendisine anladığı dille seslenen kadının ellerine yaklaştırdı burnunu. Hafif hafif kişniyor; sanki için için hıçkırıyordu.
Hocânım, İngilizlerin çocuk severken kullandığı, yavrum’lu, kuzum’lu, bebeğim’li, canım’lı bütün kelimeleri saydı. Atın önce burnunu, yüzünü, gözaltlarını, kulak aralarım sevdi, kaşıdı, okşadı. Atın gözlerinden yaşlar süzülmeğe başladı. Hocânımın da gözleri dolu doluydu. Bunu gören Davut Ağa, sağ yumruğunu sol avucunva uruyor:”Hay vah, hay yavrum. Bi de gâvur dedik, hayın dedik!.. Meğer hayvanın suçu yokmuş. Biz eşeklik etmişiz, dilinden anlamamışız…
Hocânım, Dilmaç’ın ipini çözdü, eğerlediler. Üzerine biner binmez fırladı. At dörtnal gidiyor, fakat biniciyi hiç incitmiyordu.
Bütün hünerini, hızını, dilinden anlayana duyduğu sonsuz minnetini anlatmak için çaba harcıyordu. Bir süre koştuktan sonra Dilmaç döndü. Tavlalara yöneldi. Sevinç kişnemeleri ile rahvan yürüyüşe geçti.
Dilmaç, o günden sonra haranın en neşeli, ele avuca sığmaz atı oldu. Yedi, içti, kuvvetlendi. Bir sürü tayın babası oldu. Davut Ağa üç beş İngilizce laf öğrendi. “Dilmaç gel kamin kamin” veya “Gut moring oğlum” diyerek çağırıyordu.
Kafası gözü yarılan bu cümleler bile Dilmaç’ın gurbet-sıla özlemini azaltıyordu.
Fikret Kızıltuğ