Burhan Perkgöz Hikayelerinden; “Çocukluğum”
Hikaye Oku; Kendimi hatırladığım ilk günü çok merak etmişimdir veya daha doğrusu çocukluğumda ilk hatırladığım şey acaba neydi. Elazığ’da kerpiç bir evde yılbaşı gecesi doğmuşum. Annemin her annenin çocuğuna söylediği ninnilerini hatırlamıyorum ama babaannemin beni bir taraftan bacaklarında sallarken bir taraftan da mutfaktaki şöminede yemeği karıştırdığını çok net hatırlıyorum. Bu yaşlardan hatıra kalanların gerçek veya kurgu olup olmaması arasında çelişkiler yaşasak da bilinçaltımızın bizi yanılttığına çok az rastlarız. Sanırım bu hatıra benim iki yaşlarıma ait olsa gerek çünkü üç yaşımı Antep’de geçirdim. Üç yaşını şaşırtıcı bir şekilde film şeridi gibi hatırlıyor olmam ailece Antep’e taşınmış olmamızdan dolayı köklü bir değişime bağlıyor olmamdan kaynaklanabilir.
Sert bir baba, cıvıl cıvıl dört kardeş ve Türkçe bilmeyen sürekli ağlayan gözleri nemli bir anne. Bir apartmanın üçüncü katında, tüm perdeleri kapalı ve çok eşyası olmayan bir evde oturuyorduk. Buradaki eve dair üç farklı şey hatırlıyorum. Sokağın başında kamıştan flüt yapan yaşlı bir amca, yazın sonlarına doğru önümüze dökülen ve kabuklarını soyup kırarken asla yememiz gereken fıstık yığınları ve annemin peşinden koşarken kaybolmam. Hala var mı bilmiyorum ama eskiden aileler ek gelir olsun diye belli bir ücret karşılığında Antep fıstığı soyup kırarlardı. Yemiş olanlar çok iyi bilirler, taze fıstığın tadı inanılmazdır. Haram eğitimi babam tarafından tüm kardeşlerime en güzel şekilde verildiği kesin, çünkü ağzıma bir fıstık tanesini götürdüğüm anda benden büyük olan kız kardeşim elime sertçe vurup beni yememem konusunda uyarmıştı. Bu benim haram ile ilk tanışmamdı.
Daha sonra Antep’in Karşıyaka semti içerisinde mezarlıklara çok yakın olan yerdeki elektrik trafolarının olduğu merkezin lojmanlarına taşındık. Lojmanların bahçesine babamla beraber diktiğimiz söğüt ağacı hala duruyor mu bilmiyorum. Hatırladığım tek şey bunun mucizevi bir şey olduğuydu. Koca bir ağaçtan Bir parça dalı toprağa ekiyorsunuz ve sadece su vererek aynı şekilde koca bir ağaç oluşuyordu. O yaşlarda bu fikir oldukça şaşırtıcı gelmişti. Muhtemelen tarım toplumunun ilk denemelerinde yüzyılları alacak tecrübenin sonuçlarını toplam bir saat içerisinde ve üç yaşındayken öğreniyor olmam atalarımın bilgi birikiminin bana ve benimle aynı tecrübeyi yaşayan çağdaşlarıma çektiği bir kıyağın sonucuydu. Her ne kadar ebeveynler bilinç altlarında kabullenmeseler de bir sonraki jenerasyonun hep bir adım ileride olması beklenir. Neticede bu süreç tecrübe ve bilgi birikiminin karşı konulmaz bir sonucudur.
Antep bilmediğimiz bir kültürdü her ne kadar baharatlı ve acılı et kültürünün zirvesini yaşasa da yemek kültürü üç yaşında ki bir çocuğu neredeyse hiç ilgilendirmeyeceği açıktır. Neticede günde en az bir defa esnaf lokantasından öğlen yemeği yemez. Hele o yıllarda esnaf lokantalarında bir mercimek çorbası dahi içmek üst orta gelir seviyelerine has bir şeydi. Farklılık biraz dilden biraz da sosyal yaşam biçiminden kaynaklıydı. Biz Elazığ’dan babamın işi nedeniyle göç etmiş yedi kişilik bir aileydik. Zaza bir anne ve babanın evlatları olarak Türkçeyi çok iyi telaffuz ettiğimiz söylenemese de lojmanlarda yaşayan diğer çocuklar ile bizler çok iyi anlaşabiliyorduk. Zaten dağarcığımızda kelimelerin toplamı kim bilir belki ilkçağlarda ki göçebelerin lügatlarında ki kelime sayısı kadar olması telaffuzu çok da önemli hale getirmiyordu. Neticede çocuklar barışın ortak dilini bulmada büyükleri ile mukayese edildiğinde üniversitelerin iletişim fakültelerine bile taş çıkartabilir. Anlaşılmaz birazda garipsenecek olan, aynı çocukların yaşları ilerleyip ergen, devamında genç, orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde iletişim kurma becerisinin sürekli geriye doğru evrilmesidir.
Çocukken kendimize tanımladığımız dünyanın büyüklüğü ve kurduğumuz düşler bedenimiz ve o yaştaki bilincimizin ebatları ile paralel şekilleniyor sanki. Üç katlı, sarı renkli ve tavanı oldukça küçük lojmanlar o yaşlarda bana bir gökdelen gibi geliyordu. Şimdi görsem herhalde biraz zorlasa iyi bir olimpik Rus atlet sırıkla rahatlıkla çatısına atlar gibi geliyor. Yine aynı sebeple yolun karşısındaki mezarlıklara gidip gelmek oldukça uzun bir mesafe olmalıydı ki çok sevdiğim bu mekânda oynamamı biraz da imkânsız kılıyordu.
Şehir mezarlıkları hep güzel yerlerdir; envai türde ve her mevsimde açan güzel çiçekler, güller, büyük ağaçlar, düzenli yollarıyla mevcut ürkütücülüğünü zorlama da olsa kısmen sevimli kılar. Hatta kendimize ‘’ hayır öldüğümüzde böyle bir bahçeye geleceğiz ve her ne kadar toprak altında da olsak o kadar da ürkütücü bir yer değil’’ bile diyebiliriz. Ölülerimize bahşettiğimiz güzel bir çevreyi dirilerimize bahşetmeyişimiz garip bir ironiyi içinde barındırıyor. Üç yaşında ki bir çocuğun mecburiyetten kendine seçtiği en cezbedici oyun sahasının bir mezarlık olması hayata yeni başlayanlar ile yaşamı son bulmuş kişilerin aynı mekânda olması açısından başka ironiyi çağrıştırıyor. Mezarlık yakınında ki evlerde yaşayan çocukların, daha hayata merhaba derken ölümle tanışmaları açısından ürkütücü gelen bu durum. Bekçisi olmayan mezarlıklar tüm ironilerin zihninde çözmüş çocuklar için iyi bir oyun parkı olabilir. En azından benim tecrübelerim bunu söyler.
Hayatımda; mor ve ağzını koca bir şekilde açmış gergedanı anımsatan zambakları bu mezarlıkta görmüştüm. İlk tırmandığım ağaç mezarlıkta yetişmiş veya özel olarak oraya dikilmiş bir siyah dut ağacıydı. Büyük meyvelerinden yemek için kendimi üç yaşında ki bir çocuğa göre çok zorlamıştım. Hatta biraz ceplerime de doldurmuştum. Siyah dutun renk verdiğini öğrenmek pahalıya mal olsa da annemin şiddetine maruz kalmadan atlatmak açısından rahatlatıcıydı. Hayat da böyle olmalıydı bazen yaşadığımız durumlar hayat boyu kalıcı etkiler bırakabilir. Bazen bilmeden bazen bilerek bazen de zorunlulukların hayatımıza bulaştırdığı iyi veya kötü tesirlerin bizlere çizdiği pratiği yaşarız. İşte bütün yaşamımızda başımıza gelen belki siyah dutun tadına bakmak gibi zevk veren veya merak duyulan bir olgu iken tüm hayatımızı belki de bir çağı açıp kapayan devrimlere dönüşebiliyordu.
Bazen mezarlıklarda cenaze merasimi bittikten sonra hayır dağıtılırdı. İlk yediğim Antep usulü lahmacun da yine bu mezarlıkta oldu. Tadı itiraf etmeliyim ki başımı döndürmüştü. Eve gelip anneme anlattığımda yabancılardan bir şey alınmaz düsturunca uyarılmıştım ancak bu uyarılma şiddet veya ceza içeriyor muydu açıkçası hatırlamıyorum. Ölünün arkasından hayır dağıtmak köklü bir gelenek olarak Türkiye’nin bazı yerlerinde ve genellikle yöresel yiyeceklerle ifa edilir. Bu geleneğin ortaya çıkışı ile ilgili bir kayıt elimizde mevcut değil. Ölen kişinin yakınları tarafından ruhunu sadakalarla hafifletmek adına yüzyıllardır uygulanan bir gelenek olduğu kesin. Mezarlığa yakın bir evde oturmak hayırların çeşitliliğini, ölenin yakınlarının cömertliğini veya kişilerin sevgi ve samimiyetlerini gözlemleme adına sizi tecrübe sahibi yapabilir ancak benim yaşımdaki biri için hayırdan tatmaya karşı istek ile annemin tehdidi arasında ki dengeden öteye geçmesi beklenilemezdi.
Lojmanların arka tarafında kertenkelelerin mesken tuttuğu mağaralar eğlenmemiz için ikinci bir oyun alanıydı. Ancak küçük bir çocuk için tehlikeli olması nedeniyle büyük kardeşlerle gitmeme izin verilen yerlerdi. Antep’de değerlendirileceği zaman turizme de tarihe de iyi bir kaynaklık yapacağını düşündüğüm ilkçağlardan beri kullanılmakta olan mağaralar vardır. Lojmanların bulunduğu Karşıyaka civarında (yeraltında sanırım çok mağara var ki ara ara çöküntülerden adı mağara olan çöküntü çukurlar oluşmuştu) onlarcasını hatırlıyorum. Bu çöküntü çukurlar bazı canlılara ev sahipliği de yapmaktaydı. Dünyadaki üç bin kertenkele türünden olan bir tür Antep civarında iyice uyum sağlamış olmalıydı ki mağaralar bu kertenkeleler ile kaynıyordu. Büyük ağabeyim ve ablam taş ile nişan almak suretiyle doğada böcek yiyerek beslenen ve oldukça masum olan bu sürüngenleri öldürmeye çalışıyorlardı. Bazen çatallı bir kuyruğa sahip kertenkele de gördüğüm olurdu. Meğerse o yaşlarda kutsallık atfettiğim çatal kuyruklu kertenkeleler kazaen veya saldırı sonucu kuyruğu kopunca rejenere olarak organını yeniliyor ve yeni bir kuyruk oluşturuyormuş. Organlarda rejenerasyon modern tıbbın arkasından koştuğu bir konu. Düşünsenize bir organ üretim tesisi gibi çalışan insan dönorler, sürekli organ üretimi yapıyor. Diğer yanda bu organları nakleden doktorlar ve tıp kuruluşları… Kopan veya işlevi tükenen bir organın insan vücudunda ya da dış bir ortamda aynı genetik yapıya uygun aynı kas -kemik-yağ ve deri dokusunda yeni ve kullanılmamış sıfır ayarında yeni bir organ… Belki de insanlar bu gidişle yaşlılığın da önüne geçecekler ve sınırsız bir yaşam formunu keşfedecekler. 1980 li yıllarda cebinizde taşıdığınız bir cihazdan hem görüntülü konuşma hem restorandan öğlen yemeği siparişi, günlük falınıza ve akşam yemeğinde yapacağınız yemeğin tarifine kadar her şey için kullanacağımızı hayal bile edemezdik.
Antep, M.Ö 10 000 yıllarında yerleşimlerin olduğu bilinen bir yer ve altın hilal denen bölgede buzul çağında dahi yerleşik yaşamın olduğu (hatta dünyanın ilk tapınağının olduğu) Urfa Göbeklitepe’ye oldukça yakın. Muhtemelen buradaki mağaralar o dönemlerde yerleşim için kullanılıyordu. Göbeklitepe buluntularından hareket edersek düzenli ve tarımla uğraşan yerleşimcilerin olduğunu varsayabiliriz. Muhtemelen bu yerleşimcilerin barındıkları evler buralarda ki mağaralar idi. 10000 yıl önce yaşamış atalarımızın o günkü şartlarda ev olarak kullandığı mekanlarda, bizim kertenkele avlamamız Batı Avrupalı bir çocuk için oldukça fantastik bir düşünce olabilir.
Lojmanlar Nizip yolu üzerindeydi. Nizib’e doğru giderken yol üzerinde sayısız üzüm bağları vardı. Babamın bir arkadaşının da lojmanlara yakın üzüm bağı vardı. Babam köy kökenli olup tarımdan anlayan biriydi benim şu anki tarıma dayalı bilgilerim onun bana öğrettikleridir. Bir gün babam üzüm bağının sahibiyle beni tanıştırdı. Bu tanışıklık daha sonra o adamın izin vermeysiyle üzüm bağından sınırsız ve süresiz üzüm tüketme özgürlüğü anlamına gelmesine rağmen, tek sefer dahi bu şansımı kullanmadım. Ancak aynı adamın üzüm bağına bitişik tarlasında ektiği mercimek ve nohutun taze iken tadına bakmıştım ve tadı her gün yemekten bıkkınlık duyduğum kuru hallerinden daha iyiydi. Baklagiller içerdikleri proteinlerden dolayı tarım toplumunun yüksek protein ihtiyacını karşılamada et gibi olmasa da takviye edici bir besin olarak keşfettiği en değerli tahıllar gurubundandır. Soğuk kış günlerinde bir geyik ya da tavşan avlamanın zorluklarına karşı en ideal çözüm baklagillerdir. En azından iyi korunmuş kilden yapılmış bir küpün içinde birkaç yıl depolanma şansları vardı.
Burhan Perkgöz – “Çocukluğum” (Giriş Bölümünün Bir Kısmı) –
Ciddi bir bilgi birikimi ve müthiş bir anlatım. Bu zamanda böyle yetenekleri bulmak zor. Kitapları varmıdır acaba?