Fantastik Hikayeler; “Tek Çare Başlangıç”
Salon başkanı sakin bir şekilde ayağa kalkarak, dört parmaklı perdeli elini kaldırdı ve salondaki sesler yavaş yavaş azaldı. Bir süre sonra sessizlik sağlandığında elini indirdi ve “Evet sayın Bilim Kurulu Başkanı, söyleyeceklerinizi dinlemek üzere sizi kürsüye davet ediyorum.” dedikten sonra yerine oturdu.
Bilim Kurulu Başkanı ayağa kalktığında salondaki sesler yine yükseldi. O da tek toynaklı ayaklarının izin verdiği kadar sakin adımlarla kürsüye doğru yürüdü ve konuşma yapmak için yerini aldı. Ama sesler azalmak yerine daha fazla artıp hakaretler ve küfürler duyulmaya başlanınca, salon başkanı tekrar ağaya kalkarak elini kaldırdı ve salona yine sessizlik hakim oldu; o da kürsüye eliyle konuşmanın, daha doğrusu açıklamanın devam etmesi yönünde bir hareket yaptı. Bilim Kurulu Başkanı bir baş işaretiyle salon başkanını selamlayarak konuşmaya başladı.
“Sevgili ırkdaşlarım bugün buraya size kötü değil aksine iyi haberler vermeye geldim. Tepkinizi anlayabiliyorum ama bunun tek suçlusunun, bilim insanları olarak sadece bizim olmadığımızı; aksine bütün insanlığın suçu olduğunu da belirtmek zorundayım.” dedikten sonra arkasındaki sıralardan büyük kulaklı, uzun burunlu ve dişlek bir adam: “Sana fare kafa demedikleri için orda o kadar rahat konuşabiliyorsun; defol git buradan yalancı pislik!” diye bağırarak üzerine atlamaya çalıştı ama yanındakiler tarafından yakalanarak yaka paça salon dışına çıkarıldı. Bunun üzerine salon başkanı hiddetli bir şekilde sesini yükselterek: “Sayın başkan, siz burada insanlara bir açıklama yapmak üzere kürsüye çıktınız. Kimseye laf çarpıtmadan açıklamanızı yapın ve sonra sonucunu hep beraber konuşalım!” dedi. Bilim Kurulu Başkanı istifini bozmadan devam etti: “Saygıdeğer başkanım benim amacım burada kimseyi üzmek ya da sinirlendirmek değil. Eğer yanlış bir şey söylediysem herkesten özür diliyorum. Benim, daha doğrusu şu andaki bütün bilim insanlarının tek amacı insanlığı eski günlerine döndürebilmek… Başımıza gelen bu musibetlerin sorumluluğunu tamamen bilim insanlarına atmanın acımasızca olduğunu düşünüyorum sadece. Neyse, asıl konumuza gelecek olursak…” Bir an duraksayarak salona göz gezdirdi ve dış görünüşlerinde hayvanı andıran, fakat duygusal ve düşünsel olarak yüzde yüz insan olan salondaki canlıların gözlerindeki meraklı ifadeyi görerek memnun oldu.
“Konuşmama öncelikle bu duruma nasıl geldiğimizi özetlemekle başlamak istiyorum. Aslında her şey DNA’nın keşfedilmesiyle başladı diyebiliriz. Bu keşiften sonra bilim insanları doğal olarak DNA’nın üzerine giderek en derin ayrıntılarına kadar araştırmaya başladılar. Ve bu yoğun araştırmalar sonucunda, sadece birkaç yılda DNA’yı oluşturan bazlar bulundu ve bunların oluşturduğu yapı kısmen çözülerek canlıların özelliklerini kontrol eden grup yani gen keşfedildi. İşte bence sorun, bu genlerin kontrol ettikleri özellikler belirlenmeye başlayınca ortaya çıktı. Çünkü genlerin özellikleri bilindikten sonra, bunları diğer canlılara aktarıp onlardaki eksikliklerin giderilmesi düşüncesi oluştu. Burada bilim insanları olarak yanlış yaptığımızdan söz edebiliriz çünkü bu bilginin heyecanıyla çok aceleci davrandık. Genlerin birden fazla özelliği kontrol ettiğini; örnek vermek gerekirse: Kulak mememizin şeklini belirleyen genle topuklarımızı belirleyen genin aynı olduğunu bulmamıza rağmen, bu bilgileri kulak arkası ederek çalışmalarımızı sürdürdük. İlk olarak, insanlığın beslenmesindeki sorunları ortadan kaldırmak için tarıma yöneldik. Tarım bitkilerinde hasara neden olan ve kimyasal ilaçlarla öldürülemeyen virüslere karşı, bitkilerde dayanım çalışmaları başladı ve başarılı da oldu. Sonra verimi yükseltme amacıyla gen aktarımları yaptık ve bu da başarılı sonuç verdi.
Peki şimdi izninizle soruyorum: Biz bunları yaparken dünya kamuoyu ne yaptı? Bunları açık açık paylaşmamıza rağmen sadece küçük çapta denebilecek çatlak sesler çıktı ve dünya bunu sahiplendi. Bu yüzden hatayı tek kaynakta aramamak gerektiğini düşünüyorum. Şahsi kanaatim olarak, tam bu noktada kalmamız gerekirdi fakat, tam bu sıralarda doğada bazı bakterilerin bazı ağaçlara gen aktardıkları; hatta bakterilerin kendi türlerinin ölülerinden bile gen alıp antibiyotik direnci kazandıkları da keşfedilince, insanlar GDO’lu ürünlere rağbet etmeye başladılar; maddi anlamda büyük karlar da oluşmaya başlayınca özel şirketler de işin içine girdi ve başta tamamen masum ve sadece insanlığın yararı için başlayan sistem ticari bir meta oldu ve tamamen kontrolden çıktı.
Bu aşamadan kısa bir süre sonra, 2000 yılında, muhtemelen hayatınız boyunca görmediğiniz ve bir daha da görmeyeceğiniz basit ve yabani bir tere çeşidi olan Arabidopsis thaliana’nın genlerinin şifresinin çözülmesiyle birlikte genetik biliminin önündeki perde kalktı. Hemen adından meyve sineği denilen ve daha önceden de genetik araştırmalarda sık olarak kullanılmış olan Drosophila melanogaster’in gen şifresi çözüldü. Ve bu gelişmelerden sonra insanlık, dünya sahnesine çıktığı ilk anlardan beri hiç eksilmeyen bir açgözlülükle istediği “Ölümsüzlük”’ü sağlayabileceğini düşündüğü için gözünü tek bir şeye dikti: İnsan Gen Şifresi! Bu çok ses getirdi ve çok destek gördü. Sonucunda da Milenyum, İnsan Genom Projesi’yle başladı.
Tabi ki insan genomu diğer canlılara nazaran çok daha kompleks olduğu için tamamen çözülmesi uzun yıllar gerektiriyordu fakat insanlığın artık beklemeye sabrı kalmamıştı. Yüzbinlerce yıldır beklediği ölümsüzlük artık çok yakındı. Artık balinanın uzun yıllar yaşamasını sağlayan genleri insana aktarılabilir ve insan ömrü ilk etapta en azından 200 yıla çıkarılabilirdi; ya da radyasyona karşı direnç için akreplerin bunu kontrol eden genleri aktarılıp kanser hastalığının önüne geçilebilirdi… Hatta görünüşüne özen gösteren ailelerin erkek olan çocuklarına ayıdan kuvvet geni aktarılıp fazla terlemenin önüne geçmek için de tavuktan gen alınıp kombin yapılabilirdi…
İnsanlara iletişimin bütün araçlarıyla bunlar empoze edilmeye başlandı. Eğitim müfredatlarına bile alındı. İnsana yapılacak gen aktarımının, zigot devresinde yapılıp özelliklerin yavrularda ve sonraki nesillerde görüleceği okullarda biyoloji derslerinde anlatılmaya başlandı. Orta yaş üzerindekiler bunlara temkinli yaklaşırken gençler bunu çok sahiplendi. Bunun sadece çocuklarına aktarılabileceğini bilmelerine rağmen, sosyal medyada hayvan kostümlü paylaşım trendleri adeta patlama yaptı. Gençler biran önce çocuklarının ceylan zerafetine, çita hızına, bülbül sesine, kaplumbağa ömrüne sahip olmalarını istiyorlardı… İnsanın genleriyle oynamaya karşıt olanlar için de yazılı ve sözlü medyada: “Yüz yıldır fare geni aktarılmış mısır, denizanası geni aktarılmış domates yiyoruz; aramızda bunlara dönüşen var mı?” şeklinde açıklamalar yapılıyordu ve bilim çevrelerinden insanlar da bu açıklamaları aynen yapar olmuşlardı.
Ve 22. Yüzyıl da insana gen transferiyle açıldı. Çin’de dev bir av şirketinin sahibi olan zengin bir iş adamı, neslinin keskin görüşlere sahip olması için, kartalda bu özelliği sağlayan genin bulunup, yeni evlendiği eşinden doğacak olan ilk çocuğuna aktarılması için büyük bir fon ayırıp çok sayıda genetikçi istihdam etti. On yıl içerisinde ilgili genler tespit edildi ve adam çocuğunda oluşabilecek her türlü hasarın sorumluluğunu alarak, ilk çocuğuna yaptıramasa bile üçüncü çocuğuna gen aktarımını yaptırttı. Doğumdan birkaç ay sonra yapılan ölçümlerde, çocuğun retinasında normalden daha fazla hücre gözlemlendi ve bunun kartalların keskin görüşünü sağlayan mekanizma olduğu açıklandı. Böylece dinamitin fitili ateşlenmiş oldu. İlk yıllarda operasyonlar pahalı olduğu için sadece zenginler yararlanabilirken elli yıl içinde yatırımların devasa boyutlara gelmesiyle hemen hemen normal ameliyatlar seviyesine geldi. Artık herkes hayvanlardan istediği özellikleri çocuğuna aktarabiliyor ve hayat konforunu yüksek tutabiliyordu. Ve gözle görülür bir sorun da gözükmüyordu.
Bunun sonucunda da yeni nesilden olan bayanlar artık anneleri gibi güzel görünmek için makyaj malzemelerine, erkekler de spor salonlarına para harcamıyorlardı. Olimpiyatlardaki eski dünya rekorlarını çocuklar çok rahat bir biçimde aşabiliyorlardı. Futbol topları artık çok kalın yapılıyordu çünkü eski toplar sert vuruşlar sonrasında patlamaya başlamışlardı. Homo sapiens’in standardı olan boy uzunlukları ortalamaları en azından 10 cm artmıştı. Bu yapay seleksiyon çılgınlığı içinde tabi ki bu operasyonları yaptıramayanların nesilleri, açıkça isimlendirilmese bile, adeta maymun statüsünde görülüyor; kapılar arkasındaki bütün pis işler bunlara yaptırılıyordu. Hatta bazen maymunların değil de bu insanların denek olarak kullanılıp, artık evrimde gelinebilecek en üst noktaya ulaşan insanlığa daha iyi hizmet verilebileceğini söyleyenler dahi görülmeye başlanmıştı. Bilimsel çalışmalar öyle ilerlemişti ki artık mikroskobik canlılardan gen aktarımı dahi düşünülmeye başlanmıştı. Neredeyse her ortamda hayatta kalabilen su ayılarının genlerine sahip olabilmeyi kim istemezdi ki?
İşte böyle bir ortamda bazı aklıselim insanların aklına birden ilk nakil yapılan adam geldi. Nakilden sonra yaklaşık 80 sene geçmişti ki bu adamla sıradan bir Çinli gazeteci röportaj yapma hevesi duydu. Ona ulaşmaya çalıştığında öğrendi ki adam sadece iki yıl önce, daha 100 yaşına bile varmadan hayata veda etmişti. İlk duyduğunda aslında yadırgamıştı tabi ki bu erken ölümü… Asır dediğimiz zaman dilimi artık insanlar için ömrün yarısı gibi bir şeydi. Evin dördüncü ve en küçük çocuğu olan kardeşini röportaj yapmaya ikna ettiğinde, ilk olarak abisinin çocuğu olup olmadığını sordu ve aldığı cevap karşısında şok oldu: “Abim yaşadıklarından dolayı evlenmeyi ve bu dünyaya kendi neslinden bir çocuk getirmeyi reddetti”. Nedenini sorduğunda ise, ölmeden önceki son yıllarında sakallarının bir kısmında kuş tüyü gibi tüyler çıktığını ve sadece çiğ et tükettiğini öğrendi. Ve kardeşi ne yaparsa yapsın, abisinin bu özelliklerinden dolayı kendini insanlardan soyutlayıp hiçbir yardımı kabul etmeme davranışını düzeltemediğini, gazeteci kendi sitesinden duyurdu. Ama ekleme yapmayı da unutmadı: ”Tabi ki bunlar eski nesilden 70’li yaşlarda olan bir ihtiyarın psikolojik çöküntüsünden de kaynaklanabilir. Bilimi bu yönden suçlayamayız!”
Bilim kurulu başkanı sustu ve derin bir nefes aldı. “Evet, saygıdeğer başkanım buraya kadar anlattıklarım tamamen objektif ve gerçektir. Şu anda burada olma sebebime gelince… Konuşmamın başında da söylediğim gibi müjdeli bir haber vermek için huzurunuza geldim. Bilim insanları olarak biz de sizin gibi mutsuzuz; zira biz de yarı hayvanız. Ama bu nasıl sizin suçunuz değilse bizim de suçumuz değil çünkü bütün bunlar dedelerimiz ve babalarımız tarafından yapıldı. Ben de babamın günlerce yorulmadan ayakta kalmam için bana aktarttığı bir at geni yüzünden ömrüm boyunca toynaklarla yaşamaya mahkum oldum. Üstelik daha dünyaya bile gelmeden! Dolayısıyla atalarımızın ortaya çıkarttığı bu sorunu biz çözeceğiz. 2000 yılında Arabidopsis’in şifresinin çözülmesiyle başlayan gen aktarımlarını bundan yaklaşık üç asır sonra, yani 2291 yılında sonlandırarak geri dönüşümü başlatıyoruz! Yaklaşık yarım asırdır süren çalışmalarımız sonucunda, yapay gen aktarımlarıyla bize eklenen genleri okuyup kesebilen bir mutant virüs elde etmeyi başardık. Binlerce farklı insan ve hayvan denek üzerinde yapılan çalışmalarda virüs %100 başarılı performans gösterdi. Virüs, anne karnındaki zigotlara enjekte ediliyor; istenmeyen genlerin uzaklaştırılmasını sağladıktan sonra kendini sonsuza dek kapatıyor ve ebeveynlerden gelen hiçbir ekstra özellik yavrularda gözlemlenmiyor”. Salonda sesler bir anda yeniden yükseldi ama bu sefer Bilim Kurulu Başkanı gülümsedi; çünkü bunlar olumlu seslerdi. “Gördüklerimden anlaşılıyor ki, son söylediklerimden sonra biraz da olsa umut tohumları serpebildim. Evet, biz bu hayvanımsı yüklerle yaşamaya devam edeceğiz ama eğer gerekli maddi desteği alabilirsek; şu anda bile anne karnında zigot durumda olan çocuklarımız bunların hiçbirini yaşamayacaklar ve onlardan sonraki nesiller de bizden ders alarak bunu denemeyeceklerdir. Yaptığımız bütün denemelerin detaylı raporları kurulunuza sunduğumuz belgelerde mevcuttur. Sizden sadece bu proje için maddi destek talep ediyoruz”.
Salon başkanı tekrar ayağa kalktı ve salondaki bütün kurul üyelerine sordu: “Söyleyecek veya ekleyecek bir şeyi olan var mı?”. Kimseden ses çıkmayınca: “O zaman oylamaya geçiyorum. Kabul edenler?”. Ve karar cümlesinin ağzından çıkması da fazla uzun sürmedi: “Oy birliğiyle kabul edilmiştir…”
Yazan – YUSUF SERCAN TEMEL
hikaye, hikaye oku, hikayeler, bilim kurulu, virüs, bilim kurgu hikayeleri, fantastik hikayeler, bilim kurgu, fantastik, gizem, öykü, bilim kurgu öyküleri, fantastik öyküler, gizemli öyküler, gizemli hikayeler, evrim, gen teorisi, gen, GDO, DNA,