Masallar

Sırmalı Pabuç

Sırmalı Pabuç

Bir gün başımdan kavak yelleri esti… Nasip, kısmet deyip düştüm yola. Az gittim, uz gittim; inişlerde ter dökerek, yokuşlarda tırnak sökerek dere, tepe düz gittim, üç köy çıktı uğruma. İkisi viran, meran; birinin de aslı var, astarı yok… Aslı astarı yok köyde üç kuyu kazdım, üç kuruş kazandım. İkisi silik milik, birinin de yazısı var, turası yok. Turasızı aldım, çarşıya daldım. Bir de baktım, tüfekçinin birinde üç tüfek. İkisi kırık mırık, birinin de kundağı var, çakmağı yok… Ne ona baktım, ne buna baktım, çakmaksızı dala taktım. Yürüdüm babam yürüdüm; gölgemi peşimde sürüdüm. Bir de baktım, bitmemiş bir ağacın dibinde üç tavşan. İkisi daha doğmamış, birinin de adı var sanı yok… Adı var sanı yok tavşanı avladım tüfeğimi pekmezinen yağladım, yeniden düştüm yola, haydi avcılar başı uğurlar ola… Az gittim, uz gittim, çayır çimen geçerek, lâle sümbül biçerek altı ayla bir güz gittim. Bir de baktım üç ev. İkisi yıkık mıkık, birinin de üstü açık, dört duvarı yok… Üstü açık evden üç hatun çıktı; ikisi yalan dolan, biri de Kaf Dağında doğan. Kaf Dağında doğandan bir kazan istedim, üç kazan verdi cebinden; ya Hint’ten gelmiş yahut da Çin’den. İkisi yamuk yumuk, birinin de kenarı var dibi yok… Dipsiz kazanı vurdum ocağa, ne baltaya baktım ne bıçağa; yok oğlu yok tavşanı doğradım kazana; göz değmesin, şu mavalı dizip, bozana …

Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş; bir memleketin birinde de bir öksüz kız varmış. Anacığının toprağa düştüğü gün, onun da bağrına bir ateş düşmüş, benzine kül elenmiş; gayrı yüzü güler mi yetimin! Bari babası, baba olup da üstüne kol kanat gerse… Daha karısının toprağı kurumadan bir üvey ananın eline bırakmış onu… Üvey ana dersen, taş yüreklinin biri imiş. Kendi kızının elini sıcaktan soğuğa vurdurmazmış ama, bu kara yazılıya aman, zaman vermez, her yüke onu koşar, her yokuşa onu yorarmış, daha olmazsa, elekle su taşıtırmış çeşmeden. Öyle iken her yaptığı diken olur, gözlerine batarmış. Çekilir kahır değil doğrusu, dağ olsa dayanmaz buna, başını alıp gidecekmiş, ya, şu sarı inekle küpeli horoz boynunu büküyormuş yoksa.

Ahırın üstündeki kerevette yattığı için bunlarla öyle bir can, ciğer olmuş ki, âdeta, birbirlerinin halinden, dilinden anlamaya başlamışlar.

Küpelisi sabah sabah baş ucunda öter: «Uyan öksüzüm uyan, dünyanın gamı da çok, demi de çok, kara gün kıyamete kadar sürmez. Senin başında öyle hayırlı sabahlar açılacak ki, bugün mü desem, yarın mı desem! Sen yüreğini temiz tut!» dermiş. İşte o zaman bu öksüzün yüreğinde bir ümit çırası yanar, öyle bir olurmuş, öyle bir olurmuş ki, tutup küpeliyi ciğerine sokası gelirmiş.

«Sırmalım!» dediği sarı inek de bu anadan gülmedik yetime ana olur; bir memesinden bal, bir memesinden kaymak verirmiş. O da, kızı gibi gider, boynuna saçılır ve anasına söyler gibi söylermiş her derdini.

Bundandır, başlarından savmak için, sarı ineği önüne katar da yaymaya gönderirlerse yok mu, bütün dünyalar onun olurmuş.

Günlerden bir gün, yine sarı ineği önüne katıp nerde yemlik, yeşillik bir yer varsa oraya götürmüş. O yayım yayım yayılırken, kendi de bir ağacın altında serilip yumak yumak yün eğirmeye başlamış. Bir de nerde var nerde yok, bir rüzgâr, dağdan dağa esip gelmiş; yününü yumağını alıp gitmiş…

Öksüz kız neye uğradığını bilmemiş! Öyle ya analığı ne yel tanır, ne sel tanır; alim Allah bir süyümüne kurban eder onu, ya böyle bir yumak olursa, ne kıyametler koparır, var kıyas et gayrı!

Bu korkuyla, vurulmuş gibi, yerinden fırlayıp yumağın peşine düşmüş. Yumak gitmiş o gitmiş, yumak gitmiş o gitmiş, ille velakin, ne bir çalıya dolanıp kalmış yumak, ne de bir ağaç dalı çekip almış onu, rüzgârın elinden… Yuvarlana yuvarlana varıp bir kulübeye düşmüş, öksüz kız da ardından… Bir de bakmış ki, ne görsün, bir akça nine! Altında bir hasır, karşısında bir ayna, hemen eğilip eline varmış.

Meğer o ayna devran aynası imiş; neler geldi neler geçti felekten, hep ayan beyan görünürmüş ya, insan bu hatun kişi gibi erişmiş olursa… Bundandır, öksüz kız nasıl olup da gelip kapısına düştüğünü anlatmaya niyetlenirken. Akça Nine:

«Yorulma kızım, demiş; ben neler neler gördüm; anasını kaybetmiş, kuzusunu meler gördüm. Hey ana kuzusu! Senin başından da geçenleri biliyorum, kalbinden geçenleri de… Rüzgâr, yumağını elinden alıp kaçırdı değil mi? İyi saatte olsunlar, onunla bir kör şeytanın elini; dilini bağlayacaklar. Üvey anandan korkuyorsan, başımdaki yünden, yapağıdan al, alacağın kadar, yine eğirir, büker, yumak yapıp dökersin önüne!»

Öksüz kız kulaklarına inanamamış:

«Aman nine, o nasıl söz! Ben kendi başımı kayırır da, tutar sizin başınızdan bir tel koparırsam, Allah ne der; iki elim yanıma düşmez mi? Zaten ne yapsam üvey anamın gözüne batıyor. Destiyi kırsam da bir, suyu doldursam da, bahane mi yok onun için. Varsın, yumağı yele verdimse o da beni sele versin, ne çıkar, bir güne bir gün gülmedikten geri…» deyip de, ah ü zara başlayınca, Akça Nine:

«Ağlama kızım ağlama; sende bu cevher, bu yürek olduktan sonra, o güldürmezse Allah güldürür bir gün, hele sen şu yüzünü, gözünü bir yıka» deyip de ellerini ona doğru uzatmaz mı! Sihir mi desem, keramet mi desem, ne desem, on parmağından damla damla nur damlamaya başlamış. Öksüz kız da, ne olduğunu bildiği yok ya, şifa niyetine deyip yüzüne gözüne sürmüş, sonra da Akça Ninenin duasını alarak sarı ineğin yanını bulmuş ve lakin eve dönünce bir kızılca kıyamet kopmuş!

Üvey anası, tepeden tırnağa şöyle bir süzdükten geri:

Bir de bakmış ki ne görsün, bir akça nine! Altında bir hasır, karşısında bir ayna…

«Amanın ne günlere kaldık, iyi ki üstümüze taş yağmıyor. Huuu, efendi; gel de kızının marifetini gör. Gayrı ben onu bu kapıya bastırmam. Üzüm üzüme baka baka kararır. Benim ev’de gül gibi kızım var!» yaygarayı basınca, yer yerinden oynamış. Bir de babası gelip görmüş ki, ne görsün; kızının şekli şemaili değişmiş: kaşları kalem olmuş çekilmiş, kirpikleri top top olmuş sürmeden, dudakları kan kırmızı, yanakları püskürme ben!

Adamın aklı fikri durmuş:

«Kız, tuz – ekmek haini, demiş; kızım demeye dilim varmıyor sana, bu ne, bu yüzündeki allık, bu ne gözündeki sürme? Kapımıza kara sürüp de adımızı on paralık mı edeceksin. Şimdiden geri bu evde yerin yok. Hangi yolsuz yoldan çıkardıysa seni, git onun eşiğine yüzünü sür!»

Kızcağız böyle iki taraflı bir yaylım ateşine tutulunca, neye uğradığını bilememiş; kanı, iliği kuruyup, olduğu yerde donup kalmış. Nerdeyse gözleri kararıp düşecekmiş ya, bacılığı olacak başına bir yumruk indirip de, aynayı eline verince ayılmış; hele bir aynaya bakıp da yüzünden, gözünden nur aktığını görünce, bunu Akça Ninenin kerametine verip:

«Demek bühtan üstüne bühtan ettiklerinin sebebi bu ha! Ben de yüzümde bir yüz karası var sandım…» diye; melûl mahzun ağlamaya başlamış. Ağladıkça güzelleşmiş, güzelleştikçe güzelleşmiş, huri iken melek olmuş. İşte o zaman hikmeti hüda sarı inek dile gelip:

«Hey Allah’ın zalimleri; ağzınız nasıl varıyor da şu öksüze dil uzatıyorsunuz. Doğan ayda, batan gün de kara var onda yok. Ben de şahidim, yer gök de şahit buna!» deyince ötekiler neye uğradıklarını bilememişler; babası olacak bir dönüp ineğin gözüne bakmış, bir dönüp kızının yüzüne bakmış, sonra karısına:

«Öyle ya, akıl var, yakın var, bu kızın yüzündeki allık pulluk olsaydı bu gözyaşı seline dayanır mıydı?» diye, ömründe bir defa doğru söyleyecek olmuş ya, üvey ana inanır mı, inanmamış; alıp götürmüş kızı başından kırk kazan su dökmüş, velakin ne kaşlarından bir elif silinmiş, ne de benlerinden bir nokta…

O zaman o da dilini ısırmış:

«Acep dağda belde bir uğrağa mı uğradı, git gide güzelliği kan ediyor bu kızın; nasıl etsek de ağzından alsak bunu!» diye söylenmiş kendi kendine…

O günden beri öksüz kızın sağına geçmişler, soluna geçmişler, estek edip köstek etmişler; kulübenin de kulübedekinin de kerametini öğrenmişler, gayrı durur mu! Daha gün doğmadan sarı ineği kendi kızının önüne katmış…

Allah insanın kavline göre vermez, kalbine göre verir! Neyse, inek gitmiş, kız gitmiş, duman gitmiş, toz gitmiş, derken o yemlik yeşillik yere yetmiş. Sözde bu’ da, yün eğirip yumak yapacak olmuş ya, ömründe eline aldığı şey mi; yüzüne gözüne bulaştırmış; yel neylesin onu, sel neylesin onu! Bakmış ki olacak gibi değil, kendi ayağıyla götürmeye kalkmış, kalkmış ama, bu güne dek ne yaşa basmış, ne taşa, inişe yokuşa dayanır mı? Bayır aşağı, yumak misali yuvarlana yuvarlana kan revan içinde kalmış. Güç bela kendini kulübeye atmış ama. Akça Nineyi görünce, gözlerine inanamamış:

«Vay, nur yüzlü dedikleri de, bu paslı, pasaklı kan mı? Saçı başı örümcek ağı gibi, yüzünden de melanet akıyor, cadının biri!»

Deyip ne eline varmış, ne eteğine; başlamış kem Küm etmeye:

— Cadı karı, ne eğirip dokuyorsun burada?

— Kimin ne olduğunu bir Allah bilir kızım, kim bana ne gözle bakarsa, ben de ona o gözle görünürüm. Eğirip dokuduğuma gelince, bu herkesin kalbine, niyetine bağlı; kim ne eğirirse onu dokurum! Hani dilim varmıyor ama, baban hayrına şu saçıma başıma bakar mısın kızım?

— Saçın başın bakılacak gibi değil, cadı karı!

— Şu yüzümü, gözümü olsun bir siler misin kızım?

— Yüzün gözünde silinecek gibi değil, cadı karı!

— Ya, öyle mi kızım, belki bir yerine bulaşmıştır, gel şu elini yüzünü bir yıka! deyip de, on parmağını uzatınca —körün istediği de iki göz değil mi— hemen elini, yüzünü yıkamış ve sarı ineği önüne katıp evine dönmüş dönmüş ya, anası onu öyle görünce, kanı, iliği kuruyup, yetmiş iki bin damarı birden çekilmiş:

Bu hal karşısında kızı bir tuhaf olup:

«Bre ana, ne oldu böyle sana; dilin dişin mi kilitlendi, ağzını açıp da bir harf etmiyorsun?» diye sorunca anası ne «he!» diyebilmiş, ne «yok!» diyebilmiş, aynayı yüzüne tutmuş. Bir de bakmış ki ne görsün! Ne kaşılarında kaş kalmış, ne gözlerinde kirpik, felek tırnak çalmış gibi, yolum yolum yolunmuş yüzleri, Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olan kız, yedi yerinden kurşunla vurulmuşa dönüp elindeki aynayı taşa çalmış:

«Gördün mü başıma gelenleri! Gayrı, kim başını kaldırır da yüzüme bakar!» diye ah ü zara başlamış. Bunun üstüne evin içinde bir fırtına kopmuş. «Senin yüzünden oldu!» yine o anadan gülmedik öksüze yapmadıkları kalmamış. Nerdeyse, derisini bile yüzeceklermiş ya, yine sarı inek dile gelip de:

«Hey Allah’ın insafsız kulları; suç, günah onda değil ağzından çıkanı kulağı duymayan kızınızda. O ermiş erişmiş hatuncuğa karşı öyle ipe sapa gelmez laflar atıp eğirdi ki, dağın taşın bile yüreği parçalandı; ettiği eylediği yanına kalır mı; maymuna, şebeğe döndü işte… Gayrı ister öğünün, ister taşlar alıp döğününl» demez mi! Üvey ana büsbütün köpürüp küplere binerek sarı ineğin üstüne yürümüş:

«Sus, adamdan azma, sen de mi söz sahibi oldun, sebebin asıl büyüğü sensin, sen! Seni tutup da yaymaya götürmeselerdi ne şu, yüzüne bakanın kırk yıl kısmeti kesilen kızın ekmeğine yağ sürülürdü, ne de benim has kızım, elmas kızım, böyle yolunmuş çil tavuğa dönerdi; senin de sütün başını yesin; onun da güzelliği soyha kalsın üstünden!» deyip de Hacı kasabın yolunu tutunca, öksüz kız eline, eteğine sarılarak:

«Kıyacaksan bana kıy, bu ağızsız, dilsize kıyma; hangi inek dile gelir de konuşur; demek onu bir söyleten var; bir tüyüne dokunursan, Allah’ın huzuruna ne yüzle çıkarsın sonra!» diye yalvarıp, yakarmış ama, üvey ananın gözlerini kan bürümüş bir kere… Büsbütün öfkelenerek:

«Be öksüz dana demiş; bana akıl verecek bir sen mi kaldın, sen kendi başını kayır; hele onun üç avuç kanını içeyim bir, senin de anandan emdiğini burnundan getireceğim!» deyip de gidince, kız, sırmalısının boynuna sarılarak, süyüm süyüm ağlamaya başlamış:

Çok sürmemiş. Hacı kasap da kanlı bıçaklarıyla kapıdan girmiş! Velakin sırmalı, ne «maa!» demiş; ne «moo!» demiş; götürüp başını kasaba teslim etmiş. Adam üvey anaya dönerek:

«Ne malûm olmaz ki bu mahluklara, ölecekleri malûm olmasın; sarı sinek gözlerine göründü mü, kendi ayaklarıyla gelip başlarını verirler böyle!» deyip bıçağı sürmüş ama, bıçak kesmemiş. «Bismillah» deyip bir daha sürmüş, yine kesmemiş; bir daha sürmüş, yine kesmemiş! işte o zaman Hacı kasap, sakalını avcuna alarak:

«Allah Allah; benim bıçağım taş olsa taşı keser; bunda bir hikmet var. Doğrusu ben bu mübareğin kılına dokunamam gayrı!» deyip bıçağını atmış ama, üvey ananın ağzını bıçak açmamış! Velakin, o günden beri ne kır ne bayır; ne ot, ne çayır; birine bir avuç saman, birine bir dilim ekmek; böylece ikisinin iflahını kesmeye kastetmiş, kasdetmiş ya öksüz kız ekmeğini yemez, gözyaşıyla ıslatıp sırmalısına verirmiş; o da ak sütüne bal kaymak katıp öksüzüne içirirmiş. Aradan aylar yıllar geçmiş; öfkeler, kinler geçmemiş! Gayrı biz ne diyelim, Allah vursun mizanına!

O günlerde konaklardan birinde bir düğün varmış. Herkes mühür mumuyla çağrılacak değil ya, konak bu… Açık kapı çok, girme diyen yok! Gününü gün etmek isteyenler dolup dolup boşalıyormuş.

Kambersiz düğün olur mu! Üvey ana da «has kızım, elmas kızım!» dediği maymun suratlı kızını giydirip kuşatmış; kaşlarına kalem, gözlerine sürme çekip «ver elini düğün evi!» demiş, demiş ama, kapıdan çıkarken başını ahıra uzatıp:

«Kız, öksüz dana; ben kendi ciğerparemi düğüne götürüyorum. Bu günlük seni ahırdan çıkarayım da kapıya bacaya göz kulak ol; bir iğneme ziyan olursa iğneli yayıkta bil kendini!» diye üvey kızına bir göz dağı vermeyi de unutmamış. Yetimin bağrı yufka olur. O acı soğan sözlü karının söyledikleri kurşun gibi işlemiş yüreğine… Kendini tutamazsa ne yapsın! Sırmalının boynuna sarılarak, bir söyleyip iki dökmeye başlamış:

«Ah sarım, sırmalım; sen bu insanları bilmezsin! Çoğu babalar baca tütünü; ana güder kuzuyu; Allah benimkini aldı, başkalarınınkini almasın; anasız kuzuyu kim yedor, kim güder; kim alır da düğüne gider; hele bir de bir üvey ana eline düştü mü, vay geldi başına! Daha olmazsa öyle iğneli laflar eder ki, iğneli yayığı mumla aratır. İnsan güzel olmuş ne çıkar… Felekte bir gün görmedikten geri… Vay ne olur, ne olurdu; o Akça Nine bana verdiğini üvey bacıma verseydi de, kıskançlık dişleri olsun etime işlemeseydi!»

O, böyle ah ü vah ederken sarı inek dile gelmiş: «Ağlama öksüzüm ağlama» demiş; «bir gün bir ağaç perisinin eli değmişti alnıma… Değdiği yerde üç kıl seğiriyor şimdi. Bu, ya o periden bir işaret, ya da o nur yüzlü karıdan müjde, bir beşaret: Sen hele şu kıllardan birini kopar da yak bakalım, Allah ne gösterecek!..»

Öksüz kızın gözlerinde bir ümit çırası yanmış; bu çıra ile kıllardan birini yakmış; bir de bakmış ki, ne görsün kapının önünde bir araba, arabanın içinde dürülü bir bohça, bohçanın arasında da, tellisinden pullusuna, allısından bindallısına kadar düğunlük diye ne ararsan var. Kızcağız baktıkça bakmış, kuruyup kalmış buna!

Bunun üstüne sırmalı:

«Haydi benim öksüzüm; kuruyup kalma, yetim kuşun yuvasını Allah yapar; giyin, kuşan da git gayrı: düğün evinin gözü de bir güzel görsün, senin de gözün gönlün açılsın biraz!»

Kızcağız da özenmiş, bezenmiş; giyinip düzenmiş, olmuş sana bir bal paluzesi! Rengini gülden almış, kokusunu menekşeden… Hele o saçlar, sümbül sümbül, topuklarını dövüyor, gözleri dersen, humar humar, kan üstüne kan ediyormuş.

O böyle teliyle, puluyla; yeşiliyle, alıyla kapıdan girmez mi, kol bastıya uğramış gibi düğün evinin ağzı dili tutulmuş; «acep hangi bağın gülü hangi bahçenin sümbülü?» der gibi, birbirlerinin yüzüne bakmışlar ama, yer yüzünde görülmüş mü böylesi? Tabiî tanıyıp eden olmamış. Düğün başı bile «sakın saraylı olmasın bu!» deyip vezir, vüzeranınkileri bırakmış; onun etrafında pervane olmaya başlamış. Gayrı çalmış sazlar coşkun coşkun, söylemiş kızlar nazlı nazlı… Düğün evi düğün etmiş, öksüz kız da gününü gün etmiş.

Bir köşede büzüm büzüm büzülmüş üvey anasıyla, tuba kazı gibi süzüm süzüm süzülen üvey bacısının yan yan kapıya baktıklarını görünce, «vakit, saattir!» deyip, kalkmış; tıpkı gelirken karşılandığı gibi, giderken de yedi yerden eteklenerek uğurlanmış ama, «Havuzlu meydan» dedikleri meydandan geçerken, nasıl olmuşsa, pabucunun teki havuza düşmesin mi! Girilmez ki girsin, alınmaz ki alsın… Üzülmesine üzülmüş ama, «elbet bunda da bir hayır vardır!» diye hayra yorumlayınca, yüreğine bir su serpilmiş; daha durur mu ya, ele güne görünmeden başka bir çalıya takılıp, karaya sürünmeden eve dönmüş, üstünü başını değiştirip, yine o kırk yerinden kırk yamalığı dökülen çulun, çuvalın içine girmiş; derken ötekiler de kel fatma gibi kabara kabara çıkıp gelmişler:

— Kız, kapı mandalı, kapıyı, bacayı tim, bekledin mi?

bekle demiş

— Bekledim ana, bekledim ama, bir Allah’ın kulu gelip de kapımızı çalmadı!..

— Bre öksüz dana; dağda, bayırda kim kaldı ki, gelip de kapımızı çalsın; kim var, kim yok, arı kovanı gibi düğün evine dolup boşaldı. Hani kızcağızı adam yerine koyduğundan değil ya, hasedinden çatlasın diye, düğün evini anlatmaya başlamış:

«Hepsi ne ise, ne ya, hele öyle bir güzel geldi, öyle bir güzel geldi ki düğüne, doğrusu analar doğurmaz onun gibisini! Kim bilir hangi peri padişahının kızıydı; görenlerin ömrü, günü arttı ya, ille benim yüreğim bir kat daha yağ bağladı! Neye mi dedin öksüz dana bu misli menendi görülmedik güzel bunca kökzadeleri, otzadeleri bıraktı da, gele gele gelip benim yanıma oturdu; has kızımı, elmas kızımı da öyle sevip okşadı, öyle bir sevip okşadı ki» diye birin yanına bin katarak atıp eğirdikçe, öksüz kız da gülmemek için dilini dudağını ısırıp duruyormuş.

Neyse, varsın o yalan üstüne yalan dizip koşadursun, gelin biz haberi öteki yüzden verelim:

Bir gün, bir padişahın oğlu atını sulayacak olmuş, velakin, bu başı yatık hayvanın başını suya eğmesiyle çekmer-i ve kalem kulaklarını dikip geri geri çekilmesi bir olmuş. Bu ürkekliğe bir mana veremeyen şahzade eğilip bakmış ki havuzun dibinde pırıl pırıl bir şey… Bir de çekip çıkarmış ki, telli pullu bir pabuç ama, görülmüş gibi, görülecek gibi değil; makas kesmemiş, iğne batmamış…

Padişahın oğlunun ağzı bir karış açık kalmış:

«Allah Allah demiş; bu, bu kadar güzel olduktan geri, ya bunu giyen güzel, ne güzeldir kim bilir!»

O sırada iki büklüm bir kocakarı da yerleri yalaya yalaya geliyormuş. Şahzadenin ah ü vahi kulağına gelince, yarı belini doğrultarak söyle bir göz ucuyla bakmış:

«Ey oğul, demiş; ben bu pabucu birinin ayağında görmüştüm düğünde, havuzun içinde ne geziyor bu! Sakın haramiler yolunu kesip de dağa kaldırmasınlar? Eğer öyle ise, yanarım doğrusu… Kurda kuşa yem olacaklardan değildi. Bütün düğün halkının gözü üstünde kalmıştı, huri mi desem, peri mi desem, ne desem; tâ öylesine bir güzeldi!» deyip de yürüyüp gidince, şehzadenin yüreğine bir ateştir düşmüş’ Gayrı iki bir der mi! Hemen atlılar kaldırıp dağı taşı taratmış, her yeri adım adım aratmış ya, gidenler başları yerde dönüp gelince, ateş bacayı sarmış, kıvılcımları sarayın üstüne yağmamış olur mu? Anası, babası bir yandan vezir, vüzera öte yandan yanıp yakılmaya başlamışlar. Böylece sırmalı pabuç havuz başından arz odasına, arz odasından da kubbe altına düşüp bir çene yarışıdır başlamış. Üç gün üç gece kılı kırk yarmış, ince eğirip sık dokumuşlar ama dipsiz ambar, boş kiler., söylenenler ceviz kabuğunu doldurmamış. Derken, gün görmüş, umur görmüş bir vezir:

«Bre akça kocalar, demiş; bizim dağlardan kuş uçmaz, kervan geçmez, kırk haramilerin adı mı olur, ne diye oraları elek felek ediyorsunuz? Bu kız bir peri kızı değil de, bir ana baba kuzusu ise, yer yarılıp yere girmedi ya, îlbette kendi işinde, kendi aşında, kendi ocağının başındadır. Şimdi ak ağalar kapısından iki ağa çağırıp kapı kapı dolaştıralım, kimin ayağına olursa pabuç onun demektir. Allah yazdıysa, toy düğün edip alırız, olur biter; gayrı ferman padişahımızındır!»

Meğer padişah da kafes ardından bunları dinliyormuş, bu sözlere aklı fikri yatmış.

O günden beri ak ağalar sırmalı pabuç ellerinde, padişahın fermanı dillerinde, yetmiş iki mahalleyi dolaşıp, ak kapı, kara kapı derken, kara yürekli karının kapısına gelmişler.

Üvey ana, ak ağaların elinden pabucu çekip, kendi ayağına giymek istemiş, olmamış; kendi ayağından çıkarıp kızının ayağına geçirmek istemiş, yine olmamış.

Ağalar burada aradıklarını bulamayınca, başka kapıya yönelmişler ama, komşunun biri:

«Canım teli pulu dökülecek değil ya, bir de öksüz giyse şunu, ne olur sanki; o da bu evin kızı değil mi?» diyecek olmuş ya, üvey ana kaşlarını çatıp:

«İlahi komşu sen de! Kıza, kuzuya benzer nesi var onun; çalı süpürgesi gibi, ahır kapısında dayalı duruyor; yanına yaklaşanın burnu dibinden düşer, ele, güne çıkarılacak şey mi?»

Velakin ak ağalar, bu işte bir güve yeniği olduğunu sezerek:

«Hatun kişi ferman büyük yerden; biz kılı kıldan ayırmıyoruz, o da Allah’ın kulu değil mi?» deyip de ayak direyince, üvey ana çar-naçar, varıp ahırın kapısını açmış; bir de ağalar bakmış ki ne görsün, öksüz kız dedikleri hiç de çalı süpürgesine benzemiyor, çöplükten bitmiş ama gül bitmiş; pabucu giymiş, pabuç da ayağına tıpatıp gelmiş.

işte o zaman üvey ana dilini ısırmış; ak ağaların da parmağı ağzında kalmış.

Başı büyük ağalar, ne yaptılarsa kızın ağzından bir harf çekip alamamışlar ama, kaşından, gözünden okuyacaklarını okuyarak:

«Kızım demişler, Allah yüzüne baktı; başına bir devlet kuşu konacak, vaktine hazır ol!»

İyi ama, üvey ananın karnı götürür mü bunu! Bir ayın, oyun edip öksüz kızın yerine kendi kızını, saraya gelin etmeyi kurmuş. Elbette minareyi çalan kılıfını hazırlar. Kızının, ağzını yüzünü, başını gözünü, düzeltmek için boyamadığı boya kalmamış, ama mayası ne ki boyası ne olsun; er geç foyası meydana çıkar ya, karının gözü bağlanmış bir kere, burnunun üstünü görebilir mi?

Sabah sabah, gelinciler gelip kapıya dayanınca, üvey ana da telleyip pulladığı kızını götürüp yamaçlarına dayamış. Gelinciler başını kaldırıp şöyle bir, tepeden tırnağa süzdükten sonra:

«A canım, demiş; böyle günde ay buluta girer mi? Al duvağını açın da, ay yüzünü görelim bir gelinin!»

Üvey ana duymazlıktan gelince, gelenlerden biri kalkıp açmış ki, ne görsün, adamdan azma, dişleri kazma; üç buçuk telli, kurbağa belli; kaş göz dersen görünmüyor sürmeden! Gözlerine inanamamışlar.

Allah Allah! Ak ağaların «çöplükte bitmiş ama, gül bitmiş diye, yere, göğe konduramadıkları da bu mu! Hani öyleyse havuza düşen pabucun teki?» deyince, üvey ananın etekleri tutuşup kem küm etmeye başlamış:

— Pabucun teki havuza düşünce, bende ötekini kaldırıp dereye attım!

— Dere ne oldu?

— Öküzün biri içti!

— Öküz ne oldu?

— Dağa kaçtı!

— Dağ ne oldu?

— Yandı bitti kül oldu!

Kabilinden yalan üstüne yalan tekerleyip yuvarlayarak gözlerini kütlemeye çalışmış ya, bakın Allah’ın işine! Küpeli horoz kapının ağzına gelip de:

«Öksüz kız tandırda… tandırda…

Öksüz kız tandırda… tandırda…» diye ötmeye başlamasın mı!

Gelincilerin başı:

«Bu ağızsız, dilsiz mahluku Allah söyletiyor!» deyip da tandıra doğru yürüyünce, üvey ana önüne dikilerek:

«İlâhi yenge sultan, şu apdestli ağzımla bana inanmıyorsunuz da yumruk kadar horoza mı inanıyorsunuz?» diye örtbas etmeye yeltenmiş ama, yenge sultan fermanın ucunu gösterince, akan sular durmuş; gayrı çevireceği dolabı çevirebilir mi, ölüm teri dökerek, varıp tandırın kapağını açmış. Bir de ne görsünler, o gün, o düğünde gördükleri dünya güzeli!

Neye uğradıklarını bilememişler. Neden sonra öksüz kız, ağız dilden söz açıp da üvey ananın elinden çektiklerini bir bir sayıp dökünce, yenge sultanın da gözleri dolup:

«A kara yürekli karı; Allah’tan da mı korkmadın, edip eylediklerini şimdi varıp padişah katına ulaştıracağım; şimdi dile dilediğini, kırk satır mı? Kırk katır mı?» deyince, üvey ana bir dönüp kendi kızının yüzüne bakmış, bir dönüp üvey kızının yüzüne bakmış, ve sonra başı öne düşmüş.

İşte o zaman öksüz kız:

«Ak yürekli yenge demiş; bana ettiklerini ne kırk satırla ödeyebilirler, ne kırk katırla… Bir var ki bu da bir ana, bunun da bir kızı var; bana oldu olanlar bari ona olmasın; anası günahını kanıyla öderse, kızı da benim gibi bir üvey ananın eline düşer sonra… iyisi mi, ben Allah’a havale ettim; gayrı ne padişaha duyurun, ne de padişah oğluna; aramızda bir sır olarak kalsın bu!» deyince ana kız gelip eline eteğine sarılacak olmuşlar ama, ne elini vermiş, ne eteğini; kendi eğilip yüzlerini gözlerini öpmüş ve sonra sakladığı bohçayı çıkarıp güller gibi giyinmiş, serviler gibi süzülmüş önlerinde!

Dünya bir yana onlar bir yana… Sırmalısı ile küpelisini unutur mu hiç. İkisini de saray çiftliğine gönderdikten geri, varıp gelin arabasına kurulmuş, yenge sultanla beraber…

Bütün saray sevinip seyran eylemiş, donanıp devran eylemiş ve kırk gün, kırk gece öyle bir toy düğün eylemiş; öyle bir toy düğün eylemiş ki, felek bile bir yaşına daha girmiş; öksüz kızla, padişah oğlu da ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine; gökten üç elma daha düştü; yüzü gülmedik yetimlerin başına…

Eflatun Cem Güney

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

2 Yorum

    1. Elinize Saglik Tolga bey. Eflatun Cem Güney’ den iki satir birsey okuyalim dedik, solugu sizde bulduk. Sayenizde hic bilmedigim sözleri ve degimleri ögrendim. Bu masallarin önemi altin ile bicilemez.

      Hollanda dan bolca selamlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu