Çok Güzel Bir Masal; “Billur Köşk”
Eski zamanda çocuk yüzünden hiç talihi olmayan bir Han vardı. Ne kadar evladı dünyaya gelmişse hiç biri yaşamamıştı.
Bir gün Han’ın bir kız çocuğu oldu. Han, derhâl en itibarlı hekim ve hocaları saraya çağırttı:
Bu kızı nasıl yaşatalım, diye sordu.
Hekim ve hocalar dediler ki:
– Han’ım! Kerimenize yer altında bir mağara yaptırınız orada yesin, içsin, yatsın, kalksın, büyüsün… Yaşaması için başka çare yoktur!..
Han bu çareyi beğendi, hemen yer altında dört köşesi kapalı büyük bir mağara yaptırdı. Çocuğunu oraya kapattı, bir halayık (Kadın hizmetkâr) sütannenin eline bıraktı,
Han’ın kızı, O halayık sütannenin elinde büyüdü. on dört, on beş yaşına girdi, fevkalade güzel, müstesna bir kız oldu.
Bir gün kızın canı çok sıkıldı. Masaları ve sandalyeleri üst üste koyarak mağaranın tavanına çıktı! Tepe camını kırarak başını dışarıya uzattı! Etrafına bakınca, bir de ne görsün!.. A, Meğerse dünya varmış: Parlak, masmavi bir gökyüzü, altında büyük, yeşil, zümrüt gibi deniz, tatlı bir hava.. Oh! Genç Banu (hanımefendi, prenses) bu havayı koklamaya doyamadı Güneş denize vurdukça sular parıldıyor, küçük hanımın gözlerini kamaştırıyordu.
Pencereden aşağıya inerken, karşısına sütannesi çıktı:
– Hanımım! Bu tepe camını böyle kim kırdı?
Banu, dadısına dedi ki:
– Ya beni bu mağaradan çıkarırsınız, yahut kendimi öldürürüm!
Sütanne hemen Han’a koşarak Banu’nun söylediklerini anlattı. Han çok telaş etti, yine hekimleri çağırttı, kızını muayene ettirdi. Hekimler dediler ki:
– Efendimiz! Küçük hanımı mağaradan çıkartınız ama birdenbire götürmeyiniz. Gözleri alışıncaya kadar yavaş yavaş gezdiriniz.
Dadısı, Banu’yu mağaradan çıkardı! Güzel bir gül bahçesine götürüp gezdirdi. Genç Banu, o bahçeden görünen büyük denize bakarak düşünüyor, hülyalara dalıyordu.
Banu, oradan babasının yanına gelerek dedi ki:
– Ey benim devletli babacığım! Şu karşı ki denizin üstüne bir billur (kristal) köşk yaptır, içine elmas ve altından sandalyeler, sırmalı döşemeler koydur. Yapmazsan kendimi öldürürüm.
Babası, bir tanecik kızını kucakladı:
– Aman kızım, senin istediğin köşk olsun, dedi.
Billurcuları çağırdı, hemen deniz üstünde bir köşk yapılmasını emretti. Köşk bir senede yapıldı. Han, yalısının bahçesine giderek, bu köşkü seyretti. Ama ne köşk ne köşk! Her tarafındaki billurlar parıl parıl parlıyor, gözleri kamaştırıyor, ışıkları taaa gökyüzüne çıkıyor…
Han, kızını çağırttı:
– İstediğin köşk yapıldı, içine gir, ömrünün sonuna kadar keyifle yaşa!..
Banu, babasının yanından ayrıldı, etrafına birkaç tane genç, güzel halayık alarak köşke girdi! Her yerini gezdi, sevincinden deli divâne oldu.
Gün geldi billur köşkün adı sanı dünyayı tuttu. Cihanın dört köşesinden gemilerle, sandallarla seyyahlar geliyor, billur köşkü seyrediyor, görmeyenlere ballandıra ballandıra anlatıyorlardı.
Bir gün Yemen hükümdarının oğlu da köşkün methini işitince şaştı kaldı. Babasına gidip dedi ki:
– Şevketli (Azametli, heybetli) babacığım! İstanbul Hükümdarı denizin üstünde bir billur köşk yaptırmış ki dil ile anlatılamaz.
İzin verirseniz gidip göreyim, dört aya kadar gelirim.
Babası izin verince, yanına birkaç arkadaşını aldı, bir gemiye binerek yola çıktı. Gemi, gece gündüz, hiçbir yerde durmayarak yol aldı. Hanzade (Padişah oğlu, şehzade) bir sabah, suların üstünde acayip bir bina gördü. Bu binanın ışıkları göz kamaştırıyor, ta gökyüzüne çıkıyordu. Arkadaşlarına dedi ki:
– İşte billur köşk bu olacak!
Nihayet birkaç saat sonra, köşke yaklaştılar. Hanzade, gemiyle köşkün dört bir tarafını dolaştı.
– Hakikat mi görüyorum, yoksa rüya mı, diye şaştı. Akşam olunca, gemiyi köşkün karşısına demirledi.
Banu da o sırada, köşkün balkonuna çıkarak denizi seyrediyordu ki bir de ne görsün? Denizde bir gemi, içinde gayet güzel bir delikanlı var. Banu:
– Acaba bu ayın en dördü gibi delikanlı kimdir, demeye kalmadan, Hanzade’ye can u gönülden âşık oldu. Hanzade’nin de Banu’yu görünce aklı başından gitti. Neden sonra kendine gelerek ayağa kalktı, köşkün balkonuna baktı. Baktı ama Banu’yu göremedi.
– Aman şu kızı bir daha göreyim, derken uykuya daldı. Banu pencerenin önüne gelince, Hanzade’nin uyuduğunu gördü! Uzun bir “Ah!” çekti, gözlerinden yaş yerine kan aktı. Böyle ağlarken, kan yaşlarının, bir damlası Hanzade’nin yüzüne sıçradı.
Hanzade uyandı, bir de baktı ki Banu’nun gözlerinden yaş yerine kan akıyor.
– İşte gemi. İşte deniz! Pupa yelken, dedi. Gemi kalktı, Hanzade’yi memleketine götürdü.
Banu, iki gözü iki çeşme, ağlaya sızlaya babasına giderek dedi ki:
– Babacığım! Senden gemi isterim. Öyle bir gemi ki teknesi safi elmas, kamaraları mücevher, sütunları yakuttan olsun. İçinde de kırk tane beyaz hizmetkâr bulunsun.
Eğer bunları yapmazsan kendimi Öldürürüm.
Han babası:
– Elbette kızım! Senin istediğin gemi olsun, cevabını vererek kuyumcuları çağırttı; emir verdi.
İki senede gemi hazır oldu. Banu, babasına gidip, elini öperek dedi ki:
– Babacığım! Bana izin ver de tebdilihavaya (havadeğişimi) gideyim! İnşallah yakında gelirim!..
Dârıdünyada (dünya,yeryüzü) bir tanecik kızından başka evladı olmadığı için Han babası, Banu’nun sözünden dışarı çıkamadı. Çaresiz izin verdi ve dedi ki:
– Kızım! Gözlerimi yollarda bırakma. Allah selamet versin!…
Banu, oradan yanına kırk tane beyaz halayık, kırk tane de beyaz hizmetkâr aldı. Geminin içini mükemmel konak eşyasıyla döşetti.
Ertesi sabah yola çıktılar. Herkes bu gemiyi gördükçe:
– Aşkolsun, hünerli bir Banu imiş, diye takdir ettiler.
Banu, yanına tecrübeli bir ihtiyar kaptanı yardımcı almış ve baş kaptanlığa da kendisi geçmişti. Halayıklarla hizmetkârları da tayfa yerine kullanıyordu. Böylece Yemen’e vardılar.
Akşamüstü gemiyi demirleyip, o geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin şehrin valisi gelip gemiyi seyretti:
– Acaba kimin bu gemi? Hiç ömrümde böyle şey görmedim, diyerek saraya koştu. Gemiyi hükümdara anlattı:
– Aman efendiciğim! Dün akşam buraya bir gemi gelmiş, dille tarifi mümkün değil! Her tarafı safi elmas ve mücevher, dedi.
Hükümdar merak edip, geminin sahibini öğrenmek için, lalasınını gönderdi.
Hükümdarın lalası, kayığa binerek doğruca elmas gemiye gitti.
Banu lalanın geldiğini görünce, tayfalarına baştan tırnağa kadar al elbise giydirdi. Tayfalar, lalayı karşılayıp yukarı aldılar ve doğruca Banu’nun odasına götürdüler. Lala, Banu’yu kıyafetinden erkek zannederek dedi ki:
Aman beyim! Bu gemi bir harikadır. Han, beni bekler, güzel isminizi söyleyiniz de Han’a haber vereyim.
Banu şu cevabı Verdi:
– Bendeniz bir tüccar oğluyum. Gönlüm ferah bulsun diye seyahate çıktım.
Bunun üzerine lala, hemen efendisinin yanına koştu:
– Ey efendim, dedi. Bu gelen bir tüccar gemisi imiş. Kaptanı gençten bir delikanlı. Ne bıyığı var ne sakalı. Ayın on dördü gibi bir yiğit. Allah bağışlasın, tayfası da kendisi gibi
– Aman Efendim! Bir kere gidip görmeye değer.
Lala’nın bu tarifi, Han’ın hoşuna gitti ve Han da bu gemiyi görmek istedi. Yedi çifte bir kayığa binerek gemiye gitti.
Banu, Han’ın geldiğini görünce tayfasına tekmil (tüm,bütün) sarı elbiseler giydirdi.
Han iskeleye gelince, hepsi birden onu karşılayarak yukarı aldılar. Kaptanın kamarasında kendisine birçok ikramda bulundular. Han, şaştı kaldı. Sarayına döndüğü zaman, bunu Hanzade de işitti. O da bir kayığa binerek doğru gemiye gitti.
Banu, bu sefer tayfasına tekmil yeşil elbiseler giydirdi. Hanzade gemiye gelince, tayfalar onu da ikramlarla karşıladılar. Hanzade de kaptanın kamarasına gelip oturdu. Kaptana inceden inceye sorular sorarak, kim olduğunu öğrenmek istedi ama Banu, hiç kendini bildirmedi.
Akşam yaklaşınca, çaresiz ayrıldı, sarayına döndü.
Banu, gemiyi havuza çektirdi. Han’ın sarayı karşısındaki büyük konağı kiraladı; eşyalarını oraya taşıttı. Kendisi de tayfalarıyla beraber yerleşerek, oturdu, keyfine baktı.
Hanzade, ertesi sabah geminin olduğu yere geldi; ama hiçbir şey göremeyerek başını yere çarptı, lalasına koştu. Meseleyi öğrenince sevinçli, saraya gelip konağın penceresine baktı. Böylece bakarken Banu gözüne ilişti, aklı darmadağınık oldu.
– Bu güzel kız kimdir, diye düşündü. Kız. Hanzale’yi görünce pencereyi kapayarak içeri çekildi. Şimdi Hanzade, yeniden âşık olmuş, yanıp tutuşmuştu:
– Bir daha da güzeli görebilir miyim, diye her tarafa başvurdu, dolaştı, dört döndü. Gece sabaha kadar odasına çekilerek ağladı.
Sabah olunca konağa yine baktı ama pencerede hiç kimseyi göremedi. Doğruca annesine koştu:
– Aman anne şu karşı ki konakta bir kız var. Şu mücevherli nalını (tahtadan yontularak yapılan bir tür ayakkabı) ona hediye götür! Ben de bir kerecik yüzünü göreyim! Yoksa kendimi öldürürüm, dedi. Validesi de çaresiz kalarak doğru Banu’nun konağına gitti, içeri girdi, selam verdi. Nalını Banu’ya takdim etti.
Banu da nalını alarak mutfaktaki halayıklara verdi. Zavallı kadın şaşırdı, kıza dedi ki:
– Sultanım! Hanzade’nin özel selamı var, güzel yüzünüzü görmek istiyor. Ne buyurursunuz?
Kız, hiçbir cevap vermedi. Kadın, biraz oturduktan sonra saraya döndü. Hanzadesi’ne öfke ile dedi ki:
– Mücevherli nalını, Banu’ya verdim. O da tuttu halayıklara verdi. Benim de pek canım sıkıldı. Senin isteğini de bildirdim ama hiçbir cevap alamadım. Bundan sonra başının çaresine bak. Ne hâlin varsa gör!…
Hanzade, odasına çekilip sabaha kadar ağladı.
Ertesi gün yine annesinin yanına giderek elini öptü:
– Aman güzel anneciğim! Ne olursa senden olur… Şunun bir çaresine bak, dedi.
Kadının gayet kıymetli bir dizi incisi vardı. Aklına bu geldi:
– Oğlum! Benim sandıkta bir dizi incim var. Götürüp bunu vereyim. Bakalım ne muamele edecek, dedi İncileri alarak saraydan çıktı. Banu’nun konağına girdi. Hanzade’nin selamını söyleyerek incileri kıza verdi.
Banu’nun, tavanda asılı kafesinde bir papağanı vardı. Kadından incileri alınca, papağana yem diye verdi. Papağan da bu incileri güzelce çatır çatır yedi.
Kadının parmağı, ağzında kaldı. Kendi kendine dedi ki:
– Bak, şu haspanın papağanına. Yem yerine inci yiyor!
Saraya dönerek olanları oğluna anlattı:
– Ah oğlum, dedi; İncileri o kıza verdim ama o da onları papağana yedirdi. Bunu görünce, içimin yağı eridi, ne yapacağımı şaşırdım. Bilmem ki, ne yapa-ağız?
Hanzade şu cevabı verdi:
– Anneciğim! Cahilliktir, kusuruna bakma!
Hanzade, 9 gece de sabaha kadar uyumadı,
Sabah cıkınca, yine doğruca annesinin yanına geldi, elini öptü ve dedi ki:
– Anneciğim! Bir Kur’ân-ı Kerimim var. Bu sefer de bunu hediye et. Belki onun hürmetine bana acır ve insaf eder.
Kadıncağız, Kur’ân-ı Kerim’i alarak konağa gitti. Bu sefer Banu, aşağıya inerek kadını ikramla karşılayıp yukarı aldı.
Kadın buna şaştı, çantasından Kur’ân-ı Kerim’i çıkarıp Banu’ya verdi. Kız da üç kere öptükten sonra rafa koydu.
Hanzade’nin validesi, kıza dedi ki:
Ey benim sultanım! Oğlum gece gündüz, sabahlara kadar ağlıyor, kendisini öldürecek diye korkuyorum. Ne olursa senden olur, bir kerecik yüzünü göster, biraz gönlü rahatlasın!…
Kız, şu cevabı verdi:
–Ey valide! Ben kendimi öyle değme şeylerle gösteremem.
Hanzade’nin validesi, genç Banu’nun bir maksadı olduğunu anlayarak sordu:
Peki sultanım! Ne dilersen dile ki, biz de yapıp senin gönlünü alalım!..
Valide! Sana doğrusunu söyleyeyim mi? Altından bir köprü yaptır.. Her tarafını has bahçenin gülleriyle süsle. Hanzade, bu köprünün bir ucuna gelip, otursun, beni beklesin. Ben de o zaman onun yanına giderim.
Hanzade’nin validesi, kalkıp saraya geldi. Oğlu;
– Aman anne! Ne yaptın? Ne oldu, diye sorunca kadın anlattı:
– Evladım! O kız kesip attı. Etrafı has bahçenin gülleriyle süslü bir altın köprü istiyor. Sen, bu köprünün bir ucuna oturacaksın, o da senin yanına gelecek. Artık çaresine sen bak!
Hanzade, kızın istediği gibi, altından bir köprü yaptırdı, etrafını has bahçenin gülleriyle süsledi. Bir ucuna oturdu, Banu’yu bekledi.
Kız, haber aldı, giyindi, kuşandı, saltanatla köprüden geçerken yüzüne güllerden birinin dikeni batmaz mı! Kız “Ay yüzüm!” diye gerisin geriye döndü, konağına geldi.
Hanzade, bunu görünce, annesine:
– Aman anne! Kızı göremedim, elden gitti, dedi. Annesi, kızın evine koştu. Banu’ya dedi ki:
– Ey kızım! Niçin Hanzade’nin yanına gitmedin? Banu, şu cevabı verdi:
– Ey valide! Yüzüme gül dikeni battı.. Köprü de sizin olsun, Hanzade de.
– Kızım! Ne yapayım? Sen hepsine bir bahane buluyorsun!
– Ey valide! Sana doğrusunu söyleyeyim. Şimdi bir altın köprü daha yaptır. Bir tarafına altın, öteki tarafına gümüş şamdanlar koydur. Ondan sonra Hanzade ölsün, köprünün bir ucuna mezar kazılsın. Bu mezarda yatsın, ben gider baş ucunda dururum. O da bana doya doya bakar!
Kadın, hiddetle saraya geldi, kızın söylediklerini oğluna anlattı:
– Oğlum! Kızın yüzüne diken batmış. O da dönüp konağa gitmiş. “Şimdi ne yapalım?” diye sordum. “Evvelki gibi bir altın köprü yaptırın; bir tarafına altın, öteki tarafına da gümüş şamdanlar koydurun. Ondan sonra Hanzade ölsün, köprünün bir ucuna mezarı kazılsın, bu mezarda yatsın. Ben gider, baş ucunda dururum, o da bana doya doya bakar.” dedi.
Hanzade cevap verdi:
– Anneciğim! Ben yalancıktan ölür, mezara girer, onu beklerim. Bakalım, bu sefer de ne bahane bulacak!
Ertesi gün, altın köprünün bir tarafına altın, öteki tarafına gümüş şamdanlar kondu. Hanzade, mezarın içine girerek kızı bekledi.
Hâlbuki Banu, havuzdan gemiyi çıkarttı, konakta ne kadar döşeme varsa gemiye taşıttı. Sabahleyin gemiyle beraber köprüye geldi. Hanzade’nin mezarına yaklaştı.
Hanzade’ye dedi ki:
– İşte gemi, işte deniz! İstanbul’a pupa yelken!”
Bunu söyledikten sonra gemisine bindi, köprüden uzaklaştı! Bir saniye durmadan yürüdü, yürüdü.
Hanzade, geminin böyle durmadan uzaklaştığını görünce, büyük bir çığlık kopararak annesine koştu:
– Eyvah!… Anne, bütün kabahatlar bende.. Ben bu Banu‘yu şimdi tanıdım, dedi. Aklı başına gelerek babasına koştu:
Babacığım! Bana izin ver. Seyahat edeceğim, dedi. Babası izin verdi. Hanzade, validesinin elini öperek:
– Anneciğim! Bana yol gözüktü, gitmek lazım, dedi. Saraydan çıkarak bir gemiye bindi, yola düzüldü, Billur köşke gitti.
Banu, Hanzade’nin geldiğini görünce, hemen halayıklarını gönderdi, onu yukarıya aldırdı.
Banu ile Hanzade karşı karşıya geldiler.
Hanzade boynunu bükerek Banu’ya sordu:
– Sultanım! Bu kadar cefalar ettin, bana yazık değil mi?
Banu da boynunu büktü, zümrüt gibi parlayan güzel mavi gözlerinin ucuyla Hanzade’ye bakarak dedi ki:
– Hanzadem! Hatırlıyor musun? Bu köşkün karşısına gemiyle geldiğin zaman, sen de bana öyle yapmıştın.
Bu sözler üzerine Hanzade, Banu’nun ayaklarına kapandı:
– Sultanım! Hep kabahatler bende.. Kusurlarımı affet, dedi.
Banu, babasına giderek olan biteni birer birer anlattı. Han, bunlara sevindi. Allah’a şükretti.
Ertesi gün, derhâl nikâhları kıyıldı. Kırk gün, kırk gece düğün yapıldı. Bu düğünün renkleri ve ışıkları göğe çıktı, seslerini yıldızlar da işitti.
Dansı bütün âşıklarla mâşukların (sevilen, aşık olunan) başına!..
Peyami Safa