Dünya Klasikleri

Dünya Klasiklerinden; “Bir Afazi Vakası”

Dünya Klasiklerinden; “Bir Afazi Vakası”

Sabah karımla her zaman nasıl ayrılıyorsak öyle ayrıldık. İkinci fincan çayını yarıda bırakıp peşimden kapıya kadar geldi. Yakamdan o görünmez ipliği çekip aldı (kadınların sahiplik iddiasında bulunmak için başvurdukları evrensel bir harekettir bu) ve nezle olduğum için kendime dikkat etmemi söyledi. Nezle değildim. Ardından veda öpücüğü geldi, yeşil çayla çeşnilendirilmiş evcil, düz bir öpücük. O sonu gelmez alışkanlığının doğaçlamalarla veya çeşitlemelerle süslenmeyeceğinden emin olabilirdiniz. Müzmin bir sakarın usta dokunuşuyla düzgün fular iğnemi bozdu, kapıyı kapatırken onun sabah terliklerinin, soğumakta olan çayına doğru yürürken çıkardığı tıkırtıları duydum.

Yola çıktığımda olacaklardan habersizdim veya neler olacağını bilemezdim. Nöbet aniden geldi.

Haftalardır gece gündüz demeden ünlü bir demiryolu davasıyla uğraşmıştım ve kazandığım bu dava daha birkaç gün önce sonuçlanmıştı. Aslında davayı yıllardır, neredeyse hiç ara vermeden incelemekteydim. Dostum ve doktorum, iyi yürekli Doktor Volney beni birkaç kez uyarmıştı.

“İstirahat etmezsen, bir gün perişan olacaksın Bellford. Ya sinirlerin ya beynin, birinden biri iflas edecek. Gazetelerde afazi vakalarından bahsedilmediği bir hafta gördün mü? Geçmişini ve kim olduğunu unutmuş birinin isminden bile habersiz, amaçsızca dolaştığı vakalar bunlar. Hepsinin kaynağı aşırı çalışmaktan veya endişeden dolayı beyinde meydana gelen küçük bir pıhtı. Bunu biliyor muydun?” demişti bana.

“Beyninde pıhtı olan birileri varsa, o da bunları yazan gazetecilerdir,” demiştim ben de ona.

Dr. Volney başını sallamış, “Böyle bir hastalık var,” demişti. “Bir değişikliğe veya dinlenmeye ihtiyacın var. Mahkeme salonu, ofis, ev, güzergâhın bundan ibaret. Boş zamanlarında hukuk kitapları okuyorsun. Uyarıma iş işten geçmeden kulak versen iyi olur.”

“Perşembe geceleri karımla bezik oynuyoruz,” dedim kendimi savunurcasına. “Pazar günleri karım bana annesinin her hafta göndermeyi âdet edindiği mektuplarını okur. Hukuk kitaplarının boş zamanlarda okunacak kitaplar olmadığı da henüz kanıtlanmamıştır.”

O sabah yolda yürürken Doktor Volney’in sözlerini düşünüyordum. Her zamanki gibi bir ruh hali içindeydim, hatta kendimi daha iyi hissettiğimi bile söyleyebilirim.

Bir yolcu arabasının rahatsız koltuğunda uzun süre yatmaktan kaslarım sertleşmiş olduğundan kaskatı uyandım. Başımı koltuğa dayadım ve düşünmeye çalıştım. Uzun bir aradan sonra, “Bir ismim olmalı,” dedim kendi kendime. Ceplerimi karıştırdım. Ne bir kart, ne bir mektup, ne bir kâğıt ne de bir monogram vardı. Ama cebimde desteler halinde 3.000 dolar para buldum. “Adı sanı olan birisi olmalıyım,” dedim kendi kendime ve düşünmeye başladım yine.

Yolcu arabası erkek yolcularla tıka basa doluydu, ortak bir ilgi alanları olsa gerek diye düşündüm, zira pek bir sıkı fıkı, neşeli ve keyifliydiler. İçlerinden biri, tarçın ve sarısabır kokularıyla sarmalanmış, şişman, gözlüklü bir beyefendi, başını nazikçe eğerek yanımdaki boş yere oturdu ve bir gazete açtı. O gazete okurken zaman zaman, yolcuların yaptığı gibi, günlük olaylardan söz ederek sohbet ettik. Sohbeti günlük olaylar üzerinden yürütmekte çok başarılı olduğumu fark ettim, en azından hafızamın elverdiği ölçüde. Sonra yol arkadaşım şöyle dedi:

“Siz de bizdensiniz elbette. Son zamanlarda Batı’nın yolladığı muteber beylerden birisiniz. Toplantıyı New York’ta yapmalarından memnunum; daha önce Doğu’da hiç bulunmamıştım. Adım R.P. Bolder, Missouri, Hickory Grove’daki Bolder & Oğlu Şirketi’nin sahibiyim.”

Hazırlıksız yakalanmama rağmen, acil durumlarda herkesin yaptığını yaptım ve derhal harekete geçtim. Hemen vaftiz olmalı ve aynı anda hem bebek, hem rahip hem de kendi kendimin ebeveyni olmalıydım. Duyularım, ağırlaşmış beynimin imdadına koştu. Yol arkadaşımdan gelen ısrarcı ilaç kokuları bana bir fikir verdi; gazeteye bir göz atmam ve bariz bir duyuruyla karşılaşmam bu fikri daha da geliştirmeme yardımcı oldu.

“Adım Edward Pinkhammer,” dedim ikna edici bir ses tonuyla. “Eczacıyım. Kansas’ın Cornopolis şehrinden geliyorum.”

“Sizin eczacı olduğunuzu anlamıştım,” dedi yol arkadaşım nazik bir tavırla. “Havan tokmağının aşındırmasıyla oluşan sağ elinizin başparmağındaki nasırı fark etmiştim zira. Ulusal kongremizin delegelerinden biri olduğunuz muhakkak.”

“Buradakilerin hepsi eczacı mı?” diye sordum merakla.

“Evet. Bu araba Batı’dan geliyor. Bu kişiler bildiğiniz o eski, halis eczacılardan; reçeteye göre ilaç yapmaktan ziyade hap makineleriyle patentli tablet ve tanecikli ilaç basan o eczacı müsveddelerinden değil yani. Kendi müsekkinlerimizi kendimiz yapıyor, haplarımızı kendimiz basıyoruz, yaptığımız iş baharda birkaç bahçe filizi toplamaktan ibaret ve şekercilik ile kunduracılık işlerinden pek de farklı değil. Hampinker, ne diyeceğim bakın, bu kongrede bir fikir öne süreceğim; istedikleri tek şey yeni fikir. Kusturucu tartarik asit ile Rochelle tuzu, yani Ant. Pot. Tart. ile Sod. Pot. Tart. şişelerini bilirsiniz; bunlardan biri zehirdir, diğeri zararsız. Eczacılar genelde bunları raflara nasıl yerleştirir bilir misiniz? Farklı raflara ve birbirinden mümkün olduğunca uzağa. Bu yanlıştır. Ben diyorum ki, bunlar yan yana konsun, böylece içlerinden birini kullanacağı zaman insan her seferinde bunları birbiriyle karşılaştırır ve hata yapmaz. Anlıyorsunuz değil mi?”

“Bu bana çok iyi bir fikir gibi geldi,” dedim.

“Tamam o zaman! Kongrede bu fikri öne sürdüğümde siz de bana arka çıkarsınız. Piyasanın tek dermanı olduklarını düşünen o Doğulu portakal-fosfat-masaj kremi profesörlerini derialtı tabletlerine benzeteceğiz.”

“Eğer yardımım dokunacaksa,” dedim samimi bir ifadeyle, “şu iki şişeyi… eee….!”

“Antimonlu ve potaslı tartarik asit tozu ile sodalı ve potaslı tartarik asit tozu.”

“Hah işte onlar, bundan böyle yan yana duracak,” dedim kararlı bir ses tonuyla.

“Bir şey daha var,” dedi Bay Bolder. “Bir hap terkibi hazırlarken hangi maddeyi tercih edersiniz, magnezyum karbonatı mı, yoksa toz haline getirilmiş meyankökünü mü?”

“E, şey, magnezyumu,” dedim. Bunu daha rahat söyleyebildiğim için seçmiştim.

Bay Bolder gözlüklerinin arasından bana şüpheyle baktı.

“Meyankökü azizim,” dedi. “Magnezyum kurur.”

“Al bir sahte afazi olayı daha,” dedi sonra, gazetesini bana doğru uzatıp bir yazının üzerine parmağını bastırarak. “Bu adamlara inanmıyorum. Bence bunlar yüzde doksan sahtekâr. Adamın biri işinden, çevresinden sıkılıyor, biraz eğlenmek istiyor. Bir yerlere kaçıyor, birileri onu bulduğunda da hafızasını yitirmiş numarası yapıyor; ismini bilmiyor, hatta karısının sol omzundaki çilek rengi lekeyi bile hatırlamıyor. Afaziymiş! Hah! Peki neden hafızalarını evde yitirmiyorlar?”

Gazeteyi aldım ve o dokunaklı başlığın altındaki şu yazıyı okudum:

“DENVER, 12 Haziran – Ünlü avukat Elwyn C. Bellford üç gündür evine uğramıyor. Tüm çabalara rağmen nerede olduğu tespit edilemedi. Bay Bellford toplumun saygın kişilerinden ve ülkenin tanınmış simalarından biri. Hukuk alanında engin bir deneyime ve iyi bir gelire sahip. Evli olan Bay Bellford’un güzel bir evi var, aynı zamanda eyaletin en büyük özel kütüphanelerinden birinin sahibi. Kaybolduğu gün bankadaki hesabından yüklü bir meblağ çekmiş. Bankadan ayrıldıktan sonra onu bir daha gören olmamış. Bay Bellford, sessiz, sakin, evcimen biriydi ve yegâne mutluluğunun işiyle evi olduğu biliniyordu. Bay Bellford’un bu tuhaf kayboluşuyla ilgili bir ipucu bulunacaksa eğer, bu ipucu birkaç aydır Q.Y. ve Z. Demiryolu Şirketi arasındaki önemli davada aranmalıdır. Aşırı çalışmanın Bay Bellford’un beynine zarar verdiğinden korkuluyor. Onu bulmak için büyük bir çaba harcanıyor.”

“Bana söylediklerinizde pek de o kadar ciddi değilsiniz gibi geliyor Bay Bolder,” dedim haberi okuduktan sonra. “Bu olay gerçek gibi göründü bana. Paraya para demeyen, mutlu bir evliliği olan ve herkesin saygı duyduğu bu adam neden birdenbire her şeyi bırakıp gitsin ki? Bu tür hafıza kayıplarının yaşandığını, bazı insanların ismini, geçmişini ve evinin yolunu bilmeden sürüklenip durduğunu biliyorum.”

“Saçmalık!” dedi Bay Bolder. “İşin eğlencesinde onlar. Son zamanlarda insanların bilgi düzeyi epey arttı. İnsanlar afaziyi öğreniyor ve bunu bahane olarak kullanıyor. Kadınlar da az anasının gözü değil hani. Her şey bittikten sonra gözünün içine bakarlar, mümkün olduğunca bilimsel bir ifadeyle tabii, sonra da, ‘Beni hipnotize etti, ne yapayım,’ derler.”

Bay Bolder konuşmasını bu minval üzre sürdürdü, ama fikir ve görüşlerinden feyzaldığımı pek söyleyemeyeceğim.

New York’a gece saat onda vardık. Kiralık bir arabaya atladım, bir otele gittim ve kayıt defterine “Edward Pinkhammer” ismini yazdım. Bu ismi yazarken müthiş bir neşenin, vahşice, arıtıcı bir neşenin, sınırsız bir özgürlük duygusunun, yeni fırsatlarla karşı karşıya olduğum duygusunun tüm vücudumu sardığını hissettim. Dünyaya daha yeni gelmiştim. Ellerimle ayaklarım bana köstek olan o eski prangalardan (onlar her ne idiyse) kurtulmuştu. Tıpkı bir bebek gibi önümde bomboş bir yol vardı ve ben bu yola yetişkin bir adamın bilgisi ve tecrübeleriyle donanmış bir halde çıkabilecektim.

Otel kâtibi beni normalden beş saniye daha uzun süzdü gibi geldi bana. Bagajım yoktu.

“‘Eczacılar Kongresi,’” dedim. “Bagajım her nedense gelmedi.” Bir tomar para çıkardım cebimden.

“Ya!” dedi otel kâtibi altın dişini göstererek, “kongrenin Batılı delegelerinin çoğu burada.” Zile basıp belboyu çağırdı.

Rolümü süslemeye çalıştım.

“Biz Batılılar kongreye yeni bir soluk getireceğiz,” dedim. “Antimonlu ve potaslı tartarik asit tozu ile sodalı ve potaslı tartarik asit tozu içeren şişelerin raflarda yan yana konması üzerine bir teklif sunacağız.”

“Beyefendiyi üç yüz on dörde götür,” dedi otel kâtibi acele acele. Hemen odama götürdü çocuk beni.

Ertesi gün bavul ve giysi satın aldım ve Edward Pinkhammer’ın hayatını yaşamaya başladım. Beynimi geçmişle ilgili sorunları çözmek gibi meşgalelerle meşgul etmedim.

O büyük ada şehir bana keskin tatlı ve parlak bir kap sundu. Ben de o kaptan kana kana içtim. Manhattan’ın anahtarı onu taşıyabilecek beceriye sahip kişilerindir. Ya şehrin misafiri olursun ya da onun kurbanı.

O günü takip eden günler sütliman geçti. Yaşı ancak saatlerle ölçülse de Edward Pinkhammer böyle dolu dolu ve kısıtlamalardan uzak bir dünyaya gelmiş olmanın pek kolay yakalanmayacak bir mutluluk olduğunu biliyordu. İnsanı neşeli müzikle, güzel kızlarla ve insanoğluyla ilgili grotesk, aşırı, tuhaf parodilerle dolu, gizemli, hoş diyarlara götüren tiyatro ve teras bahçelerinin o sihirli halılarında kendimden geçtim. Zaman ve mekân kısıtlaması, hareketlerime ölçü koyma zorunluluğu olmadan gönlümün çektiği yere gittim. Tuhaf kabarelerde, daha da tuhaf tabldot lokantalarında Macar müziği ve sağı solu belli olmayan sanatçı ve heykeltıraşların bağırtıları eşliğinde yemekler yedim. Gece hayatının elektrik ışıltısı altında kinetoskop fotoğrafları gibi titrediği, dünyanın tüm tuhafiye eşyasının, mücevherlerinin, onların süsledikleri kişilerin ve bu üçünü mümkün kılan insanların neşelenmek ve bu ihtişamı yaşamak için bir araya geldiği yerlerde dolaştım. Bahsettiğim tüm bu sahneler içinde daha önce hiç bilmediğim bir şey öğrendim. O da özgürlüğün imtiyaz sahibi olmaktan geçmediği, özgürlüğün anahtarının cemiyet adabının elinde olduğuydu. Görgü kurallarının bir geçiş bedeli vardır, yoksa Özgürlük diyarına giremezsiniz.

Tüm o ışıltı, o sözde düzensizlik, o gösteriş, o serbestlik içinde bu göze batmayan, ama demir gibi katı yasanın işlediğini gördüm. Yani, Manhattan’da yazılı olmayan bu yasalara itaat ederseniz sizden özgürü yoktur. Yok eğer kendimi bu yasalarla sınırlamam derseniz, o zaman prangaları taktığınızın resmidir.

Bazen, aklıma esince, yemek yemek için asil hayat ve zarif ölçülülük kokan, fısıltıyla konuşulan o ihtişamlı palmiye salonlarına gidiyordum. Suları gürültüyle akan, süslü püslü, gözlerden ırak, kâtiplerle tezgâhtar kızların adalarının kıyılarında kaba hazlarını doyurdukları nehir kıyılarında da dolaşıyordum. Broadway’e de gidiyordum tabii ki, insanda afyon gibi alışkanlık yapan, parıltılı, zengin, kurnaz, değişken, cazibeli Broadway’e.

Bir akşam otele girerken koca burunlu, kara bıyıklı, şişman bir adam koridorda yolumu kesti. Yanından dolanarak geçmeye çalışırken saldırgan bir teklifsizlikle beni selamladı.

“N’aber Bellford!” diye kükredi. “New York’ta ne işin var senin? O eski kitap ininden seni hiçbir kuvvet çıkaramaz zannediyordum. Bayan B. de seninle birlikte mi geldi, yoksa bu tek başına çıktığın bir iş gezisi falan mı, ha?”

“Bir yanlışınız var, beyefendi,” dedim soğuk bir ifadeyle, elinden, kavradığı elimi kurtararak. “Benim adım Pinkhammer. Müsaadenizle.”

Adam kenarda öylece kalakaldı, belli ki çok şaşırmıştı. Otel kâtibinin masasına doğru yürürken adamın belboylardan birini çağırdığını ve telgraf kâğıdı istediğini falan duydum.

“Hesabımı çıkarın,” dedim kâtibe, “ve yarım saat içinde eşyalarımı aşağı indirin. Dolandırıcılar tarafından rahatsız edildiğim bir yerde daha fazla kalamam.”

O gün öğleden sonra Beşinci Cadde’nin aşağısında sakin, eski bir otele yerleştim.

Broadway’in biraz ilerisinde açık havada, çiçeklerle bezeli güzel bir manzara eşliğinde yemek yenen bir lokanta vardı. Sessizlik, lüks ve mükemmel bir servis orasını öğle yemeği veya aperatif için ideal bir yer haline getirmişti. Yine bir gün öğleden sonra orada, aşkmerdivenlerinin arasındaki boş bir masaya doğru yürürken biri ceketimin kolundan çekti.

“Bay Bellford!” dedi son derece tatlı bir ses.

Hemen arkama döndüm ve tek başına oturan bir kadın gördüm; otuz yaşlarındaydı, muhteşem güzellikte gözleri vardı ve bana sanki onun çok yakın bir dostuymuşum gibi bakıyordu.

“Görmeden geçiyordunuz,” dedi suçlarcasına. “Beni tanımadığınızı söylemeyin sakın. Neden el sıkışmıyoruz, en az on beş yıldan sonra?”

Hemen onunla el sıkıştım. Masada karşısındaki sandalyeye oturdum. Ortalıkta dolanan bir garsona gözlerimle işaret ettim. Kadın portakallı dondurmasıyla haşır neşirdi. Ben de bir nane likörü ısmarladım. Kadının saçları kızıla çalan kahverengiydi. Saçlarına bakamıyordunuz, çünkü gözlerinizi gözlerinden ayıramıyordunuz. Ama saçlarının farkındaydınız, tıpkı alacakaranlıkta ormanın derinliklerine bakarken şafağın farkında olduğunuz gibi.

“Beni tanıdığınızdan emin misiniz?” diye sordum.

“Hayır,” dedi, gülümseyerek, “Bundan hiçbir zaman emin olamadım.”

“Peki ya size Kansas’ın Cornopolis şehrinden geldiğimi, adımın da Edward Pinkhammer olduğunu söylesem, ne düşünürdünüz?” dedim, biraz endişeyle.

“Ne mi düşünürdüm?” dedi neşeli bir bakışla. “Sizin New York’a gelirken Bayan Bellford’u yanınızda getirmediğinizi tabii ki. Onu da yanınızda getirmiş olmanızı dilerdim. Marian’la görüşmek isterdim.” Sonra sesi hafifçe alçaldı. “Fazla değişmemişsin Elwyn,” dedi.

Onun o muhteşem gözlerinin gözlerimi ve yüzümü daha yakından incelediğini hissettim.

“Yo, değişmişsin,” diye düzeltti sözlerini. Sonraki sözlerinde ise mutlulukla gurur karışımı bir ifade vardı. “Şimdi anladım. Unutmamışsın. Bir yıl, bir gün veya bir saat bile unutmamışsın. Sana unutamayacağını söylemiştim.”

Endişeli duygularla nane likörümdeki kürdanla oynadım.

“Özür dilerim, ama,” dedim, onun beni süzmesinden biraz sıkılarak, “sorun da bu zaten. Unuttum. Her şeyi unuttum.”

Sözlerime karşı çıktı. Yüzüme bakarak tatlı tatlı güldü.

“Adınızı ara sıra duyardım,” diye devam etti sözlerine. “Batı’nın başarılı avukatlarından biri olmuşsunuz; Denver’daydınız galiba değil mi, yoksa Los Angeles mıydı? Marian sizinle gurur duyuyor olmalı. Siz evlendikten altı ay sonra evlendiğimi biliyorsunuz sanırım. Gazetelerde okumuşsunuzdur. Düğündeki çiçekler bile tek başına iki bin dolar tutmuştu.”

On beş yıl gibi bir zamandan söz etmişti. On beş yıl çok uzun bir süreydi.

“Sizi şimdi tebrik etsem, çok mu geç olur acaba?” diye sordum, biraz ürkekçe.

“Bunu yapabilecekseniz, elbette hayır,” dedi. Bunu öyle bir gözüpeklikle söylemişti ki, sessizleştim ve başparmağımın tırnağıyla örtünün üzerinde şekiller yapmaya başladım.

“Bir şey öğrenmek istiyorum,” dedi, kararlı bir ifadeyle bana doğru eğilerek. “Bunu yıllardır merak ediyorum. Kadınlara özgü bir merak işte. O geceden sonra beyaz güllere dokunabildin mi, onları koklayabildin mi veya onlara bakabildin mi hiç; yağmur sularıyla ve çiyle ıslanmış beyaz güllere?”

Nane liköründen bir yudum aldım.

“Bunların hiçbirini hatırlamadığımı tekrar söylemem gereksiz sanırım,” dedim iç çekerek. “Hafızam tamamen boş. Bu durumun beni ne kadar üzdüğünü söylememe gerek yok sanırım.”

Kadın kollarını masaya dayadı ve yine o sözlerime itibar etmeyen gözlerini gözlerime dikti; gözleri kendi bildikleri yolda ilerledi ve doğrudan ruhuma ulaştı. Hafif bir kahkaha attı, sesinde tuhaf bir şey vardı; bu bir mutluluk kahkahasıydı, evet, bu kahkahada hoşnutluk ve keder vardı. Gözlerimi ondan kaçırmaya çalıştım.

“Yalan söylüyorsun Elwyn Bellford,” dedi mutlu bir ifadeyle iç geçirerek. “Yalan söylediğine adım gibi eminim!”

Can sıkıntısıyla aşkmerdivenlerine baktım.

“Benim adım Edward Pinkhammer,” dedim. “Buraya Ulusal Eczacılar Kongresi’ne katılacak heyetle geldim. Antimonlu ve potaslı tartarik asit tozu şişeleri ile sodalı ve potaslı tartarik asit tozu şişelerinin nasıl yerleştirileceğiyle ilgili yeni bir atılım söz konusu, ki bu konu hiç mi hiç ilginizi çekmez sanırım.”

Lokantanın kapısında gıcır bir lando durdu. Kadın ayağa kalktı. Elini tuttum ve eğilerek selam verdim.

“Hatırlayamadığım için çok üzgünüm,” dedim ona. “Size bunun nedenini açıklayabilirdim, ama anlamayacağınızdan korktum. Siz Pinkhammer’ı kabul etmiyorsunuz, benimse şu… şu gül meselesini ve diğer şeyleri bir türlü aklım havsalam almıyor.”

“İyi günler Bay Bellford,” dedi kadın arabaya binerken, mutlulukla hüzün karışımı o gülümsemesiyle.

O gece tiyatroya gittim. Otele döndüğümde, ikide bir ipek mendiliyle tırnaklarını silen ve bunu yapmaktan hoşlandığı anlaşılan koyu renk giysili bir adam esrarengiz bir şekilde yanı başımda bitiverdi.

“Bay Pinkhammer,” dedi adam sakin bir sesle, şimdi dikkatini işaretparmağına yoğunlaştırmıştı, “benimle küçük bir sohbet için gelir misiniz? Şurada bir oda var.”

“Elbette,” dedim.

Adam beni küçük, özel bir odaya götürdü. İçeride bir kadınla bir adam vardı. Kadının, görünüşüne derin bir keder ve bitkinliğin gölgesi düşmemiş olsa olağanüstü derecede güzel bir kadın olabileceğini düşündüm. Endamı yerindeydi ve teninin rengiyle görünüşü beğenilerime hitap ediyordu. Gezi giysileri içindeydi; son derece endişeli bir ifadeyle dosdoğru bana baktı ve titreyen elini göğsüne bastırdı. Sanırım ileri doğru hareketlenecekti ki, yanındaki adam kararlı bir el hareketiyle onu durdurdu. Sonra adam yanıma geldi. Kırk yaşlarındaydı, şakakları hafif kırlaşmıştı, yüzü sert hatlıydı ve bilgili bir ifadesi vardı.

“Bellford dostum,” dedi dostça bir ifadeyle. “Seni tekrar gördüğüme sevindim. Her şey yolunda, bundan hiçbirimizin şüphesi yok. Aşırıya gittiğini söylemiş, seni bu konuda uyarmıştım, biliyorsun. Şimdi bizimle birlikte döneceksin ve hiç gecikmeden tekrar kendin olacaksın.”

Alay edercesine güldüm.

“O kadar çok ‘Bellford’laştırıldım ki, bu iş artık iyice zıvanadan çıktı,” dedim. “Hatta gına geldi. Adımın Edward Pinkhammer olabileceği ve sizi hayatımda daha önce hiç görmemiş olabileceğim ihtimalini değerlendirmeyi hiç düşünmeyecek misiniz?”

Adam bana cevap vermeye fırsat bulamadan kadın feryat figan etti. Kolunu onu tutan ellerden kurtardı, “Elwyn!” diye haykırdı ve bana sımsıkı sarıldı. “Elwyn!” dedi hıçkırarak. “Kalbimi kırıyorsun. Ben senin karınım, bir kerecik olsun adımı söyle, bir kerecik! Seni böyle göreceğime ölmüş olmanı tercih ederdim.”

Onu rencide etmemeye özen göstererek, ama kararlı bir şekilde kollarını kendimden uzaklaştırdım.

“Hanımefendi,” dedim sert bir sesle, “kusura bakmayın, ama bir benzerlikten yola çıkarak hiç düşünmeden kesin bir yargıya varıyorsunuz.” Sonra da aklıma gelen şeyi düşününce gülerek, “Yazık ki, bu Bellford’la beni kimlik tanımı için antimonlu ve potaslı tartarik asit tozu ile sodalı ve potaslı tartarik asit tozu gibi yan yana koyamayacaksınız,” dedim. Ardından burnundan kıl aldırmaz bir tavırla ekledim: “Ulusal Eczacılar Kongresi’nin raporlarına göz atsanız iyi olur.”

Kadın yanındaki adama döndü ve kolunu kavradı.

“Bu nasıl bir şeydir Doktor Volney? Nasıl bir şeydir böyle?” dedi inlercesine.

Adam kadını kapının yanına götürdü.

Adamın, “Git bir süre odanda bekle,” dediğini duydum. “Ben burada kalıp onunla konuşacağım. Beyni mi? Hayır,

sanmam; sadece bir kısmını etkilemiş olmalı. Evet, iyileşeceğinden eminim. Git odana beni onunla yalnız bırak.”

Kadın odasına gitti. Koyu renk giysili adam da dışarı çıktı; dışarı çıkarken düşünceli düşünceli tırnaklarına manikür yapıyordu. Sanırım adam holde bekliyordu.

“Sizinle biraz konuşmak istiyorum Bay Pinkhammer, izin verirseniz tabii,” dedi odada benimle kalan adam.

“İstiyorsanız benim için fark etmez,” dedim, “yalnız kusura bakmayın biraz rahatıma bakacağım, çünkü çok yorgunum.” Pencerenin önündeki bir kanepeye uzandım ve bir puro yaktım. Adam bir sandalye alıp yakınıma oturdu.

“Hemen konuya girelim istersen,” dedi yatıştırıcı bir ses tonuyla. “Senin adın Pinkhammer değil.”

“Bunu senin kadar ben de biliyorum,” dedim soğuk bir ifadeyle. “Ama herkesin bir adı olmalı. Şahsen ben de Pinkhammer adını çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Ama insan kendi kendini vaftiz ederken en şahane isimler aklına gelmiyor işte. Scheringhausen veya Scroggins de olabilirdi maazallah. Pinkhammer bence yine de gayet iyi.”

“Adın,” dedi adam çok ciddi bir ifadeyle, “Elwyn C. Bellford. Denver’ın birinci sınıf avukatlarından birisin. Bir afazi nöbeti geçirdin, bu nöbet kimliğini unutmana neden oldu. Bu nöbeti geçirmenin nedeni aşırı çalışmak ve belki de doğal eğlence ve hazlardan uzak bir hayat sürmekti. Az önce odadan çıkan kadın senin karın.”

“O tam da benim güzel kadın tanımıma uyan biri,” dedim konuyu bir süre kafamda tarttıktan sonra. “Saçındaki kahverengi gölgeyi özellikle çok beğendim.”

“O gurur duyulacak bir kadın. Sen kaybolduğundan beri, yaklaşık iki haftadır, gözlerine uyku girmedi. Denverlı bir yolcu olan Isidore Newman’dan aldığımız bir telgrafla senin New York’ta olduğunu öğrendik. Telgrafta seninle bir otelde karşılaştığını, senin onu tanımadığını yazıyordu.”

“Sanırım o olayı hatırlıyorum,” dedim. “Adam bana ‘Bellford’ ismiyle hitap etmişti yanılmıyorsam. Peki kendini tanıtmanın zamanı gelmedi mi sence?”

“Benim adım Robert Volney, Doktor Volney. Yirmi yıllık dostunum, on beş yıldır da doktorun. Telgrafı alır almaz Bayan Bellford’la birlikte izini sürmeye geldim buraya. Hadi Elwyn, eski dostum, hatırlamaya çalış!”

“Çalışsam ne fayda!” dedim biraz surat asarak. “Doktor olduğunu söyledin. Afazi iyileştirilebilir bir hastalık mı? İnsan hafızasını kaybettiğinde, hafızası tekrar hızla mı yerine gelir, yoksa yavaş yavaş mı?”

“Bazen yavaş yavaş ve kısmen yerine gelir, bazen de gittiği gibi hemen yerine gelir.”

“Benim hastalığımın tedavisini üstlenecek misiniz peki Doktor Volney?” diye sordum.

“Dostum,” dedi, “seni iyileştirmek için gücümün sınırları dahilinde ve bilimin izin verdiği yere kadar elimden geleni yaparım.”

“Çok iyi,” dedim. “O zaman beni hastanız olarak kabul edin. Her şey kontrol altında artık, uzman bir kişinin kontrolü altında.”

“Elbette,” dedi Doktor Volney.

gelir, yoksa yavaş yavaş mı?”

“Bazen yavaş yavaş ve kısmen yerine gelir, bazen de gittiği gibi hemen yerine gelir.”

“Benim hastalığımın tedavisini üstlenecek misiniz peki Doktor Volney?” diye sordum.

“Dostum,” dedi, “seni iyileştirmek için gücümün sınırları dahilinde ve bilimin izin verdiği yere kadar elimden geleni yaparım.”

“Çok iyi,” dedim. “O zaman beni hastanız olarak kabul edin. Her şey kontrol altında artık, uzman bir kişinin kontrolü altında.”

“Elbette,” dedi Doktor Volney.

Kanepeden kalktım. Sehpanın üzerinde içinde beyaz güller bulunan bir vazo vardı; dalından yeni koparılmış, hoş kokulu bir demet beyaz gül. Onları alıp pencereden dışarı fırlattım ve tekrar kanepeye uzandım.

“Bir an önce tedaviye başlasak iyi olur Bobby.” dedim. “Çok yoruldum artık. Şimdi git de Marian’ı buraya getir.” Sonra iç geçirip bacağına hafifçe vurarak, “Doktor, eski dostum, ne kadar muhteşemdi, anlatamam.” dedim.

Dünya Klasikleri

O Henry – Hikayeler – Stories – 

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu