İlk Görüşte Aşk
Hukuktan takıntılıydı, o yılı kasabanın bir köyünde vekil öğretmen olarak çalışarak geçirecekti. Kamyon sırtında meşakkatli bir yolculuktan sonra çalışacağı köye vardı. Eşyalarını köy kahvesinin bir köşesine bıraktı, okula gitti, müdür beyle tanıştı. Müdür “Şimdi dersteler, siz öğretmenler odasında oturun, birazdan diğer öğretmen arkadaşlarda gelir tanışırsınız.” dedi, gitti.
Bir sigara yaktı, beklemeye başladı, çok geçmeden kapı açıldı, bayan öğretmenlerden biri geldi. Çocukları aceleyle teneffüsse yollamış, yeni bir öğretmenin geldiğini duymuş, merak etmiş, görmeye gelmişti, “Merhaba, ben H.” dedi. Otururken elini saçına götürerek yüzünü açtı. Ben buradayım der gibi gözlerini dikerek ona baktı baktı..
Bir ay parçası gibiydi. O kadar tatlıydı ki ona bakarak ömrünün kalan bölümünü hiç nefes almadan geçirebilirdi. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Sanki içinde binlerce kelebek birden uçuştu, ayakları yerden kesildi. Salakça bir hal almıştı ve sigarayı tutamadığını fark etti… Birden eli ayağına dolaştı ve kendini kötü hissetmeye başladı. ‘Noluyo lan bana’ dedi kendi kendine. “Merhaba”, ardından “buyrun!” diyebildi… Tanışmaları bu şekilde olmuştu.
Biraz afalladı, en azından gülümser diye tahmin ediyordu, ama durum istediği gibi gitmemişti. O masum bir kedinin sahibinden birazcık yemek istemesi gibi davranmıştı; onun davranışı ise hiç tahmin etmediği kadar katı ve soğuktu.
Diğer öğretmenler de geldiler. Sohbet koyulaştı. Havadan sudan şeyler üzerine konuşuluyordu. Herkes yeni gelen öğretmen hakkında bir şeyler öğrenmek istiyor, sorular soruyordu.
O ise sanki öğretmenler odasında o yokmuş gibi davranıyor, arkadaşları ile sohbet ediyor, kendi işiyle uğraşıyordu. Herkes var da bir o yokmuş gibi davranıyordu. Ders zili çaldı, birden ayağa kalktı ve yine elini saçına götürerek yüzünü açtı, ben buradayım der gibi… Sonra gözlerini dikerek ona baktı, konuşmadan yanından geçip gitti.
Birden yine eli ayağına dolaştı, içindeki kelebekler kıpırdamaya ve yine kendini kötü hissetmeye başladı. Yine ‘Noluyo lan!’ dedi, kendi kendine.. Heyecanlanmıştı, kalbi pır pır yerinden uçacak gibi oluyordu, uzaktan baka kaldı.
Okuldan çıktı, köy kahvesine gitti, bir masaya oturdu, iç çekmeye başladı. O’nun baktığı anı düşündü. Ona sempatiyle hatta sevgiyle baktığını sanmıştı. Yanıldığını anlaması hiç de uzun sürmedi. “Salağım ben.” dedi. İlk muharebede yenik düşmüş bir savaşçı gibiydi, morali yerlerde sürünüyordu. Kendini biraz toparladıktan sonra eve döndü. Bir türlü davranışlarındaki iniş çıkışların nedenini.. anlayamıyordu.
Bir ev kiralamıştı, getirdiği eşyalarını yerleştirdi. O akşam evden hiç dışarı çıkmadı. İkinci gün okula vardığında öğretmenler odasından çıkarken karşılaştı. Ürkmüş bir kedi yavrusu gibi kocaman kocaman gözlerini açarak, ona baktı baktı “Günaydın” dedi. Öyle bir bakmıştı ki etkilenmemek mümkün değildi, heyecandan eli ayağına dolaşmıştı. Hayatında ona böyle bakan ilk kızdı. Şimdiye kadar kimse ona böyle bakmamış, yüreğini yerinden koparıp avucunun içine koymamıştı. Eli zangır zangır titriyordu. Öğretmen arkadaşlar yanlış anlayacak, sapık diyecek diye de korkuyor, bir yandan da “ama çarpıldım be ne yapayım…” diye düşünüyordu, kendi kendine. Biraz oturduktan sonra zil çaldı derse girdi. Ne yaptığını, dersi nasıl işlediğini hatırlamıyordu. Gözü tenefüsteydi.
Zil çalınca öğretmenler odasına koştu. O da saçlarını savurarak geldi. Karşısına oturdu. Karşı masadan onu izlemeye başladı. Bazen göz göze geliyorlar, bir anda onun hayatının en önemli kişisi oluveriyor; ama genelde diğer arkadaşları ile konuştuğunu, bir şeylerle meşgul olduğunu görünce, onun hayatında sıradan birisi olmaya devam ettiğini sezinliyor, perişan oluyordu.
Aşık mıyım? Yoksa salak mıyım? diye düşünüyor, git geller yaşyor, en ufak davranışından, konuşmalarından birşeyler alıp boş yere umutlanıp duruyor, kendi kendine bozuluyor, kendini kendine sinirleniyor, kendi kendine küsüyor, oysa onun hiç bir şeyden haberi bile yoktu. Öyle masum tatlı bir yüzü vardı ki ‘hani insan dünyalar tatlısı dokunmaya bile kıyamadığı küçük bir kız çocuğunu öpmek ister ya tatlılığından masumluğundan dolayı’ öyle yavaşça öpmek geçiyordu içinden. Kim bilir yanakları ne kadar sıcak, ne kadar yumuşak, ne kadar tatlıydı…
“Salağım ben, salağım. Salaklık bu yaptığım.” diyerek kendine gelmeye ve kızın etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. Salaktı tabii, daha dün gördüğü bir kıza.. Üstelik aynı okulda çalışıyorlardı. İnsanlar bir şey anlayacak diye ödü kopuyor. Sınıfta, yolda, içi içine sığmıyor, ‘ondan söz edilince yüzü kızarıyor, sureti gözünden, sesi kulağından silinmiyordu bir türlü.’
Dersten çıkınca köy kahvesine doğru yürüdü, kafamı biraz dağıtırım diye düşünüyordu. 2 saate yakın oturmuş, köylülerle biraz sohbet etmişti. Kendini biraz toparladıktan sonra eve döndü. Bir türlü davranışlarındaki gel gitlerin nedenini.. anlayamıyordu.
İyice yorulmuştu, kafasını yastığa koyar koymaz uyudu. 5-6 saat sonra uyandı, melankolik bir ruh hali vardı, kanının içine aktığını hissediyordu. Ömründe hiç kimse için ağlamamış bir adamdı, böğürerek hayvanlar gibi ağlayası, deliler gibi bağırası geliyor, çaresizlikten çırpınıyordu.
Pencereyi açıp baktı. Sabah olmuştu, kalktı. Yıkılmış durumdaydı. Yüzünü yıkadı, kahvaltı filan yapmadan okula gitti.
Büyük bir okul. Öğrenciler neşeli, herkes kafasına göre söyleyip gülüyor. O ise yerlerde sürünen solucanlar gibi hissediyordu kendini. “Nasıl lan!” diyor, “Nasıl herkes mutlu olabiliyor da ben mutsuzum.” diyordu, kendi kendine. Umudunu kesmesi gerektiğini düşünüyordu, ama başaramıyordu.
O kadar içi acıyordu ki üzüntüsü yüzüne vuruyordu galiba. Öğretmenler odasında, iki öğretmen arkadaş yanına geldi; “İyi misin nerdeydin? Hasta mısın?” dediler. Yalan üstüne yalan söylüyor, “hastalandım falan” diyordu.
Artık hislerinin karşılıksız kaldığını görüyor. Derslerde ne yaptığını, teneffüslerin nasıl geçtiğini hiç hatırlamıyor, kendini ölü gibi hissediyor, eli ayağı uyuşuyordu. Dersten sonra okuldan eve giderken, yine aynı hisler içinde bunalıyor, içi daralıyor ve terliyordu. Acınacak haldeydi, kendinden nefret ediyordu. Nasıl olduğunu anlayamıyor. Neden bana böyle oldu diye isyan ediyordu. Eve doğru koşmaya başladı, sigara içtiği için çabucak tıkanıverdi, yavaşladı. Öksürmeye başladı. Ciğerleri çıkacak gibi oluyordu. Biraz bekledi, ayağa kalktı ve yoluna devam etti.
Aç olmasına rağmen birşey yiyemiyor.. Uykusuz olmasına rağmen uyuyamıyordu. Biraz dalıyor, kalp çarpıntısı ile uyanıyor, heyecanlanıyordu. Kendini bir gün dünyanın en mutlu ve umutlu; ertesi gün en mutsuz ve umutsuz insanı olarak görüyor. Onun söylediği her şeyi kafasında bir bir tartıp ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. Onunla göz göze geldiğinde kalbinin durduğunu hissediyor… Hiç beklemediği bir anda onu gördüğünde, ağzı kulaklarıma doğru yola çıkıyor, bu durumu belli etmemek için olağanüstü çaba sarfediyordu.
Bu içinde bulunduğu melankolik durum bir ay kadar sürdü. Bir ay sonra parolalarını çözmüştü: Halkbank’ın Şekerbank’la mı, Yapı Kredi’yle mi, Ziraat’le mi ne boksa? Başka bir banka ile çalıştığını öğrendi.
Okulda birbirleriyle iyi anlaşan üç bayan öğretmen vardı. Kendi aralarında bir parola bulmuşlardı. Biri bir banka adı söylüyor, arkasından o bankanın hangi bankayla çalıştığını söylüyor, kimse bir şey anlamıyordu, arkasında basıyorlardı kahkahayı.
Kimin kimle ilişkisinin olduğunu kimse çakmasın diye, herkese kendi isminin baş harfiyle başlayan bir banka adı vermişlerdi. Onun ismi İsmail olduğu için ona İşbank, Menekşe’ye Merkazbank, Gülten’e Garantibank, Yüksel’e Yapı Kredi Bank diyorlardı.
Ne zaman bir cümlenin içinde bir İşbank sözü geçse gözlerini onun üstüne çevirdiklerini farkettiğinde, parolayı çözmüştü ve dünyalar başına yıkılmıştı. Halkbank İşbank’la yakından ya da uzaktan ilişkilendirilmiyordu. Çok geçmedi gerçeği kabüllenmek zorunda kalmış, içinde bulunduğu melankolik durumdan bir nebze de olsa kurtulmaya başlamıştı.
Okuyucularımızdan Gelenler – İsmail Samur