Hikaye “Süper Kahraman” 2. Bölüm
Baktım ki bu konuda tabiat ana bana yardımcı olmuyor, bütün hayvanlar bana sırtını dönüyor, döndüm tekrar bilime ve ilime. Zaten ne demiş sevgili Ata’m;
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
“Hayatta en hakiki mürşit tavuktur, kuzudur, git onlarla yat yuvarlan” dememiş ki.
Ben cevabı yanlış yerde aramışım boşu boşuna. Ata’mdan da aldığım gazla, TÜBİTAK’ın yolunu tuttum. Daha 7 yaşındayım ama TÜBİTAK’ta tanıdıklarım var. Bu iş biraz network işi çünkü biliyorum. Bir süper kahramanın bu tarz yerlerde tanıdıkları olması şart. TÜBİTAK olur, TÜSİAD olur, Genç İş Adamları Derneği olur, Kulüpler Birliği olur, Uzay Bilim Üssü olur, NASA olur, Sinoplular Yardımlaşma ve Kalkındırma Derneği olur. Fark etmez. Buralarda bir tanıdığın olsun yeter ki.
Görüyoruz çünkü hep filmlerde, dizilerde, ülkeye bir göktaşı düşse senin gidip onu yok etmen için beyaz önlüklü adamların sana koordinatları falan söylemesi lazım. Tamam, uçuyorsun, gözlerinden lazer çıkıyor, taşı sıksan suyunu çıkartırsın ama tövbe haşa Allah da değilsin ki nerden bilesin göktaşının memleketin neresine düşeceğini. O yüzden buralarda adamın olursa, hesap makinesi görünümlü Casio marka kol saatinden sana sinyali çakar. Sen de anlarsın ki bir terslik var, atlar gidersin yanına. “Profesör ne oldu, bir sıkıntı mı var ?” dersin. Yoksa o ilişki ağını kuramazsan, süper kahraman olsan ne yazar? Akşama kadar mahalledeki taksi durağına oturur, tavlada altı kapısını kapatacağım diye, rüzgârdan uçuşan pelerinini bacaklarının arasına sıkıştırırken zar atmaya çalışırsın.
Babam hep derdi zaten “Bu memlekette bir yerlerde mutlaka bir dayın, bir amcan olacak, yoksa işin zor.”
Benim TÜBİTAK’ta bir dayım, bir amcam yoktu ama tanıdığım bir şerif vardı. Şerif dediysem sahici şerif değil tabi ki. Bizim sınıftaki Feyyaz’ın babası, Şerif Orhan Amca. TÜBİTAK’ta güvenlik görevlisiydi. Üniformasında güvenlik görevlisi olmasından dolayı taşıdığı yıldızdan dolayı ‘Şerif Orhan’ derdi mahalleli Orhan Amca’ya. Ağır aksak yürürdü. Hafif göbekli, tonton bir adamdı. TÜBİTAK’tan önce mahallenin 2 sokak ötesindeki alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi olarak çalışıyormuş. Sonra araya bir tanıdık sokup TÜBİTAK’a kapağı atmış.
“Tabi koca TÜBİTAK, kıçı kırık AVM gibi olur mu, imkânları çok iyidir oranın. Bir kere devlet dairesi orası Behzat” demişti bir akşam yemeğinde annem babama. “Keşke sen de öyle bir yerde iş bulsan, ne iyi olur biraz ferahlardık” diye de eklemişti.
Babam güzel adamdı her daim. “Hayırlısı Gülten”, “Hayırlısı Allah’tan Gülten”, “ Ben Ankara’da yapamam, orada deniz yok Gülten” diyerek 3 cümlede konuyu kendisinden savuşturup, altılının son ayağını izlemek için tombul birasını açıp tuzlu fıstığıyla televizyonun karşısına geçmişti çoktan.
Sonrasında annemin masayı toplarken ki “Aman Ankara’da deniz olsa gideceksin sanki Behzat, duyan da İstanbul’da her gün denize giriyorsun sanacak seni. Her gün boğazı baştan sona yüzerek geçiyorsun ya sıkılırsın tabi oralarda. Deniz yoksa yapamazmış haspam. Piri Reis misin sen Behzat? Gemilerin mi var senin? Boğazları mı bekliyorsun? Cenevizliler tekrar gelip şehri işgal ederse Beykoz sahilinden düşman gemilerine bira şişesi mi fırlatacaksın? Şu işe yaramaz arkadaşlarınla her hafta içip içip içine işediğin bir deniz için bu neyin duygusallığı Allah aşkına?” diye yakarışlarını duymadığına eminim.
Sadece “Amonyak balıklara iyi geliyor Gülten, sen karışma” gibi bir şeyler mırıldandı ve sustu. Çünkü o an yine istediği zaman istediği kişiyi duymamazlıktan gelme süper gücünü kullandı.
Dedim ya benim babam güzel adamdır diye. O da kendi çapında bir süper kahramandı aslında. Bazı süper güçleri vardı onun da. Bir kere istediği zaman karşısındaki kişinin ses frekanslarıyla oynayabiliyor ve onu sessize alabiliyordu. Pazar akşamları maç özetlerini izlerken annemin mutfaktan defalarca “Behzaaaat… Behzaaaat…” diye haykırışlarına tepkisiz kaldığına birebir ben şahidim.
Sonra ağzıyla bira açabiliyor mesela. Herkes yapamaz bunu. Geçen gün fabrikada bir arkadaşı yapmaya çalışmış, çat, ön diş gitmiş. Kırılmış ucundan. Fare gibi dolaşıyormuş ortalıkta, öyle dedi babam.
Bir de en önemlisi televizyon aracılığı ile atlarla konuşabiliyor. Adana, İstanbul, Bursa hiç fark etmez. Atlar nerde olursa olsun televizyonu açıp koş oğlum dediğinde bütün atlar koşuyor, “kop da gel” dediği bütün atlar kopuk uçurtma gibi babamın sözünden çıkmadan haldır haldır ona doğru geliyorlardı.
İşte ben ilk kez TÜBİTAK’ı o akşam yemekte duymuştum. 3 ayda bir çift maaş, 6 ayda bir kumanya yardımı yapıyorlarmış. Sigortaları eksiksiz yatırıyor, yemeği de kocaman yemekhanelerinde açık büfe yiyorlarmış. Koca TÜBİTAK tabi, sıkıyorsa kapatsınlar büfeyi diye düşünmüştüm o an. Sonradan öğrendim, o iş öyle değilmiş.
Bu imkânlar içerisinde maddi olarak bir miktar feraha eren Şerif Orhan Amca, önce sırtında yıllardır kambur olan borçlarını hafifletmiş, sonra da ucuz yollu bir Lada Samara çekmişti altına. Aylar sonra bir pazar günü bize geldiklerinde görmüştüm o kıpkırmızı Lada Samara’yı. Babama göre çok yakan ve masrafı olan bir araçtı Lada Samara. Bana göre ise kıpkırmızı taytını üstüne çekmiş bir Flash Gordon. Babamla Orhan amca bahçede mangalı yakmakla uğraşırken, Feyyaz’la ben, Kırmızı Flash Gordon ile diyardan diyara uçup birçok faili meçhul olayı çözmüş, ejderhaların burnuna ot tıkamış, denizin dibindeki gizli hazineleri bulmuş, bir iki yaşlıyı karşıdan karşıya geçirmiş, ağaçta kalan bir pisiciği ağaçtan indirmiş ve orta büyüklükte bir orman yangınını söndürüp yine yemek saatinde evde olacak şekilde geri dönmüştük mahallemize. Ne kadar süper kahraman olsak da annem bizi dövebiliyordu. “Yemek saatinde burada olun, beni bağırtmayın mahallenin ortasında” demişti çünkü.
O senenin ara tatilinde Feyyaz geri döndü mahalleye, halasının yanına. Alışamamış Ankara’ya, yapamamış Ankara’da.
“Sürekli bana la bebe diyorlar, beni küçük görüyorlar, aralarına almıyorlar beni” diye hüngür hüngür ağlayarak geldi yanıma. Burnundaki sümükleri çekerken “Hem orada deniz yok oğlum yapamıyorum ben denizsiz şehirde, bunalıyorum, şehir üstüme üstüme geliyor” dedi.
Ensesine vurdum.
“Lan oğlum sen daha 7,5 yaşındasın, sen bunalamazsın” dedim. “Olsa olsa senin canın sıkılmıştır. Şimdi gider aşağı mahallenin piçleriyle gazoz kapağı oynarız, geçer gider can sıkıntın. Bir şeyciğin kalmaz, takma kafana sen” diye de terapi niteliğinde akıl verdim.
“He doğru lan canım sıkılıyor benim” deyip güldü.
Feyyaz gülünce çok çirkin bir çocuk oluyordu. Yarım yamalak dişlerinin arasında sıkışmış salçalı ekmeğin son demleri gözüküyordu gülünce. Olsun yine de seviyordum Feyyaz’ı. Çirkin ama iyi bir arkadaştı.
O sene eve de hemen Digiturk bağlatmıştı Feyyaz’lar. Hem de spor paketiyle beraber. Tabi sonuçta TÜBİTAK’ta çalışıyor babası. İyi maaş veriyorlardı Orhan Amcam’a. O sezon teneffüs aralarında Feyyaz anlattı bize ligin ilk yarısında neler olup bittiğini. O zamanlar sadece kahve camlarının perde aralarından gördüğümüz kadarıyla biliyorduk Beşiktaş’ı. Ama Feyyaz öyle mi? Bütün kadroyu sayabilirdi. Hem de sadece 11’i değil. Yedekleriyle beraber bütün kadroyu.
Sergen geçen Fener maçında bir gol atmışmış, görmemiz lazımmış. Tam doksana. Raket gibi sol ayağı varmış. Ne yalan söyleyeyim görürdük. Feyyaz öyle bir anlatırdı ki o maçları, İnönü’nün atmosferini, takımın sahaya çıkışını, çimlerin kokusunu, kapalıdaki çan sesini, Sergen’in raket gibi sol ayağını 5 dakikacık teneffüs arasında görür, “Goool” diye bağırır sınıflara dağılırdık.
İlkay Demir
hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye yaz, hikaye yazma, super kahraman,Digiturk,TÜBİTAK’,TÜSİAD,