Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 9. Bölüm; “Yeraltı Mezarları”
Hikaye Oku: Birader Peter katedraldeki görevine dönerken biz de güneşin batmasını bekliyorduk. Andrew, yeraltı mezarlarına girmek için en ideal yerin, katedralin yakınlarındaki terk edilmiş bir evin kileri olduğunu söyledi; karanlık bastıktan sonra fark edilmemiz daha güçtü.
Saatler geçtikçe daha da endişelenmeye başladım. Andrew ve Birader Peter ile konuşurken kendimden emin görünmeye çalışmıştım, ama Zehir beni gerçekten korkutuyordu. Hayalet’in çantasını karıştırıp duruyor , işe yarayabilecek bir şeyler arıyordum.
Öncelikle Hayalet’in cadıları bağlamak için kullandığı uzun gümüş zinciri, görülmeyecek şekilde gömleğimin altından belime sardım. Ama bunu, ahşap bir direğe dolamakla Zehir’e yapmak arasında çok büyük fark olduğunu biliyordum. Sıra tuz ve demirdeydi. Çıra kutumu ceketimin cebine yerleştirdikten sonra, arkadaki ceplerimi doldurdum; sağ cebimi tuzla, sol cebimiyse demirle… Bu karışım, karanlığa ait birçok yaratığa karşı işe yarıyordu. Şu yaşlı cadı Malkin Ana’yla ancak bunlarla başa çıkabilmiştim.
Zehir gibi güçlü bir yaratığın bu şekilde yok edilebileceğine inanmıyordum; eğer bu mümkün olsaydı Hayalet, onu sonsuza dek yok etmiş olurdu. Yine de her şeyi deneyecek kadar çaresizdim, onlar ve gümüş zincir kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu. Ne de olsa bu kez Zehir’i yok etmeyi değil, ustamı kurtarabilmeme yetecek kadar bir süre uzak tutmayı planlıyordum.
En sonunda, Hayalet’in asası sol elimde, çantasıyla cüppelerimiz sağ elimde, katedrale doğru uzanan karanlık caddelerde Andrew’u takip ediyordum. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı ve havada yağmur kokusu vardı. Daracık, taş kaldırımlı sokakları ve duvar örülü arka bahçeleriyle Priestown’dan nefret etmeye başlamıştım. Yaylaları, geniş, açık alanları özlüyordum. Keşke Chipenden’da Hayalet’in derslerinin tekdüzeliğine dönebilseydim! Oradaki hayatımın sona ermiş olabileceğini kabul etmek çok zordu.
Katedrale yaklaşırken Andrew, taraçalı evlerin arkasındaki dar geçitlerden birine girdi. Bir kapının önünde durup yavaşça kilidi açtı, küçük arka bahçeye girmem için başıyla işaret etti. Bahçe kapısını dikkatlice kapattıktan sonra, evin karanlıkta kalmış arka kapısına yürüdü.
Hemen sonra bir kilitle kapıyı açtı ve içeri girdik. Arkamızdan kapıyı kilitledikten sonra, iki tane mum yakıp birini bana verdi.
“Bu ev yirmi yıldan uzun süredir terk edilmiş durumda,” dedi, “ve böyle de kalacak, çünkü senin de gördüğün gibi abim gibiler bu kasabada iyi karşılanmıyor. Evde çok tekinsiz bir şey var, o yüzden insanlar ve hatta köpekler bile uzak duruyor.”
Evde tekinsiz bir şey olduğu konusunda haklıydı. Hayalet, arka kapının iç kısmına aşağıdaki işareti kazımıştı.
Bu, Yunan alfabesindeki gammaydı, ya bir cin ya da hortlak için kullanılıyordu. Hemen sağındaki bir rakamıysa birinci dereceden bir hortlak olduğunu belirtiyordu. Yani bazı insanların aklını kaçırmasına neden olabilecek bir yaratıktı.
“Adı Matty Barnes idi,” dedi Andrew, “ve bu kasabada yedi kişiyi öldürdü, hatta belki de daha fazlasını. İri elleri vardı ve kurbanlarını elleriyle boğarak öldürüyordu. Genellikle genç kadınları seçiyordu. Onları buraya getirip tam bu odada boğduğunu söylüyorlar . En sonunda kadınlardan biri mücadele edip şapkasındaki süs iğnesini gözüne batırdı. Kan zehirlenmesinden yavaş yavaş öldü. John, buradan gitmesi için, hortlağını razı etmeye çalışacaktı, ama bundan vazgeçti. Hep buraya geri gelip Zehir’in hakkından gelmek istediğinden, yeraltı mezarlarına inen bu yolun daima kullanılır olmasını istiyordu. Kimse perili bir ev almak istemiyor.”
Aniden havanın soğumaya başladığını hissettim, mum alevleri de titriyordu. Çok yakında bir şeyler vardı ve her saniye daha da yaklaşıyordu. Bir nefes daha alamadan gelmişti bile. Onu göremiyordum ama mutfağın uzak köşesindeki gölgelerin arasında bir şeyin varlığını hissedebiliyordum; kötü kötü bana bakıyordu.
Onu görememem durumu daha da kötüleştiriyordu. En güçlü hortlaklar , görünür olup olmamayı seçebilirler . Matty Barnes’ın hortlağı da kendini gizleyerek bana ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu, ama öte yandan beni izlediğini de hissettiriyordu. Dahası, niyetinin kötülüğünü dahi hissedebiliyordum. Kötülüğümüzü istiyordu ve oradan ne kadar çabuk çıkarsak bizim için o kadar iyiydi.
“Bana mı öyle geliyor, yoksa burası aniden çok mu soğudu?” diye sordu Andrew.
“Evet, epey soğuk,” dedim, hortlağın varlığından bahsetmeden. Onu daha da endişelendirmeye gerek yoktu.
“O zaman hadi ilerleyelim,” dedi Andrew, kilere inen merdivenlere yönelerek.
Ev, eyaletteki kasabalarda sıklıkla rastlanan taraçalı evlerdendi: Üst katta basit iki oda ve alt katta da iki odayla damın altında da bir başka oda. Ve mutfaktaki kiler kapısı Horshaw’dakiyle, yani Hayalet’in çırağı olduğum gün beni götürdüğü evdekiyle aynı konumdaydı. O ev bir cin tarafından ele geçirilmişti ve bu işi yapıp yapamayacağımı anlamak için Hayalet benden gece yarısı kilere inmemi istemişti. O geceyi unutabileceğimi sanmıyorum; düşünmek bile hâlâ içimi ürpertiyor.
Andrew ile birlikte merdivenlerden inip kilere girdik. Zeminde üst üste yığılmış eski halı ve kilimlerden başka bir şey yoktu. Oldukça kuru görünüyordu, ama küf kokusu vardı. Andrew elindeki mumu bana verip yerdeki kilimleri çekince ahşap bir kapak gözüktü.
“Yeraltı mezarlarına girmek için birden fazla yol var ,” dedi, “ama bu, en kolay ve en az riskli olanı. Burada, dolaşan birilerine rastlama olasılığı çok düşük.”
Kapağı kaldırınca aşağıdaki karanlığa doğru inen taş merdivenler gördüm. Islak toprak ve küf kokuyordu. Andrew mumu elimden alıp, bir süre beklememi söyleyerek aşağıya indi. Çok geçmeden seslendi: “Aşağı gelebilirsin, ama kapağı açık bırak. Buradan hızla çıkmamız gerekebilir!”
Hayalet’in çantasıyla cüppeleri kilerde bırakıp onu takip ettim, ustamın asasını hâlâ sıkı sıkı tutuyordum. Aşağı indiğimde, çamur beklerken taş kaldırımların üzerine bastığımı fark edince şaşırdım. Yeraltı mezarları da dışarıdaki sokaklar kadar iyi döşeliydi. Bunu kasaba kurulmadan önce burada yaşayanlar mı yapmıştı; yani Zehir’e tapanlar? Eğer öyleyse, Priestown’ın taş kaldırımlı sokakları için yeraltı mezarlarının sokakları örnek alınmıştı.
Andrew tek kelime etmeden yürümeye başladı. Bu işi bir an önce bitirmek istediğini hissediyordum. Ben de bunu istiyordum.
İlk başlarda tünel, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar genişti, ama taş döşeli tavan oldukça alçaktı ve Andrew başını öne eğerek yürümek zorunda kalmıştı. Hayalet’in bu insanlara ‘Küçük İnsanlar’ demesine şaşmamalıydı. Burayı inşa edenler kesinlikle günümüzdeki insanlardan çok daha küçük olmalıydı.
Henüz çok ilerlememiştik ki tünel daralmaya başladı; bazı yerlerde oldukça biçimsizdi, sanki katedral ve yukarıdaki diğer binaların ağırlığının altında ezilerek şekli bozuluyordu. Tavan ve duvardaki taşlar yer yer dökülmüş, duvarlardan çamurla balçık akmaya başlamıştı.
Çok geçmeden tünel daha da daraldı. Andrew’un arkasında yürümem gerekiyordu ve yolumuz daha da küçük tünellere çatallandı. Soldaki tüneli takip edince duvarda, solumuzda kalan bir girintiye geldik. Andrew durup içerinin bir kısmını aydınlatacak şekilde elindeki mumu kaldırdı. Gördüklerim karşısında dehşete düştüm. Sıra sıra raflar vardı ve içleri kemik doluydu: Kafatasları, bacak kemikleri, kol kemikleri, parmak kemikleri… İrili ufaklı birçok kemik bir aradaydı. Ve hepsi de insan kemiğiydi!
“Yeraltı mezarları bunun gibi mahzen-mezarlarla dolu,” dedi Andrew. “Burada, karanlıkta kaybolmak pek hoş olmazdı.”
Kemikler oldukça ufaktı, çocuk kemiklerine benziyordu. Küçük İnsanlar’ın kalıntıları olmalıydı.
İlerlemeye devam ettik ve çok geçmeden önümüzde hızla akan bir su sesi duydum. Köşeyi dönünce bir su akıntısından çok ufak bir ırmakla karşılaştık.
“Bu, katedralin önündeki ana caddenin altından akıyor ,” dedi Andrew, kopkoyu akan suyu göstererek, “ve şuradan geçeceğiz…”
İşaret ettiği yerde dokuz tane atlama taşı vardı. Düz ve pürüzsüzdüler , hepsi de suyun çok az üstündeydi.
Bir kez daha Andrew önden gidip uzun adımlarla fazla zorlanmadan taştan taşa atladı. Karşıya geçince durup benim de geçmemi bekledi.
“Bu gece kolay geçtik sayılır ,” dedi, “ama şiddetli bir yağıştan sonra su seviyesi kayaları aşabilir. O zaman akıntıya kapılma riski olur.”
Yürümeye devam ettik, su sesi arkamızda kalmıştı.
Andrew aniden durunca omzunun üzerinden bir kapıya vardığımızı gördüm. Ne kapıydı ama! Böylesini daha önce hiç görmemiştim. Zeminden tavana, duvardan duvara, Andrew’un tuttuğu mum ışığında parlayan geniş bir metal parmaklık tüneli tamamen kapatmıştı. Fazlaca gümüş içeren bir alaşımdan yapılmışa benziyordu ve oldukça yetenekli bir demirci ustası tarafından elle şekillendirilmiş olmalıydı. Parmaklıktaki her parça tek bir metal kalıptan değil de birbirine dolanarak spiral oluşturan daha ince birkaç metal parçadan oluşuyordu. Tasarım oldukça karmaşıktı: belli belirsiz bazı desen ve şekiller vardı ama sanki parmaklığa baktıkça değişiyorlardı.