Yağmur Yağdıran Kedi Masalı
Delfin’le Marinet’in annesiyle babası akşam, tarladan dönerken, kediyi kuyunun kapağı üzerinde buldular, taranıp arınıyordu.
“Hoppala!”
“Bizim kedi ayağını kulağının ardından geçiriyor: Yarın gene yağmur yağacak!” dediler.
Gerçekten de, ertesi gün sabahtan akşama kadar yağmur yağdı. Tarlaya gitmeyi unutmak gerekiyordu. Büyükler, başlarını kapıdan dışarı çıkaramarnalarına sinirleniyor, kızlarının yaptıklarına da hiç mi hiç katlanaııyorlardı. En büyük Delfin’le en sarışın Marinet, mutfakta uçtu uçtu, aşık, bebek, kurt oyu” nu oynuyorlardı.
“Hep oyun, hep oyun!” diye homurdanıyordu büyükler. “Kocaman kızlar oldular, yaşına da gelseler, oynayacaklar gene. Dikiş dikmek ya da Alfred Amca’ya mektup yazmak dururken.” Küçüklere homurdanmaları sona erince, pencerede oturup yağmura bakan kediye kızmaya başlıyorlardı.
“Bunun da onlardan kalır yanı yok. Sabahtan akşama kadar yerinden bile kıpırdamaz. Ambarlarda fareler cirit atıyormuş, umurunda mı? Beyimiz, farelere aldırmaz, yiyip içip yatmayı sever. Hiç yormaz tatlı canını.”
”Siz de her şeye bir kulp takarsınız,” diye yanıt veriyordu kedi. ”Gündüzleri neye yarar, bilmez misiniz? Eğlenip uyumaya. Geceleri ben ambarda koşup dururken, sizler horul horul uyursunuz hep. Bir aferin. bile demezsiniz.”
“Anladık, anladık, sen de zeytinyağı gibi üste çıkarsın hep!”
İkindi üzeri, yağmur hala yağıyordu. Büyükler bir iş için ahıra gitmişlerdi. Küçük kızlar masanın çevresinde oynamaya başladılar.
“Böyle oynamasanız iyi edersiniz,” dedi kedi. “Bir şey kırarsanız sonra, büyükler de size bağırır.”
“Senin her sözüne uyacak olsak, hiçbir oyun oynamamamız gerekirdi,” dedi Delfin.
“Çok doğru,” dedi Marinet. “Alfons’a (kediye bu adı vermişlerdi) kalsa, bütün gün uyumamız gerekecek.”
Alfons uzatmadı, küçük kızlar yeniden koşmaya başladılar. Masanın üstünde bir çini tabak vardı, büyükler yüz yıldır bu evde olan bu çini tabağı çok sever, üzerine titrerlerdi. Delfin’le Marinet, koşar ken yaptıklarının sonunu düşünmeden masanın ayaklarından birini tutup kaldırdılar. Çini tabak yavaş yavaş kayıp döşeme taşlarının üstüne düşerek parça parça oldu. Kedi hep pencerede oturuyordu, başını çevirip de bakmadı bile. Küçük kızlar, koşmayı çoktan unutmuşlardı, kulakları ateş gibi yanıyordu.
“Alfons. Alfons, çini tabak kırıldı. Ne yapacağız şimdi?”
“Kırıkları toplayın, götürüp bir çukura atın. Belki de büyükler farkına varmaz. Ama çok geç. İşte geliyorlar.”
Büyükler çini tabağın parçalarını görünce öyle bir öfkelendiler, öyle bir öfkelendiler ki, pireler gibi zıplamaya başladılar mutfağın içinde.
“Sizi gidi sizi!” diye bağırıyorlardı. “Yüz yıldır ailemizindi bu tabak! Parça parça ettiniz onu! Başka bir şey gelmez ki elinizden! İki küçük canavarsınız! Ama cezanızı göreceksiniz! Oyun yasak, kuru ekmekten başka bir şey de yemeyeceksiniz!”
Büyükler cezayı hafif buldular, bir süre düşündüler, sonra acımasız bir gülümseyişle küçüklere baktılar:
”Hayır, kuru ekmek de yok. Yarın yağmur yağmazsa … yarın, hah! hah ha! Yarın Melina Teyze’yebir kavanoz reçel götüreceksiniz,” dediler. Delfin’le Marinet sapsarı kesilmişler, ellerinikavuşturarak yalvaran gözlerle bakıyorlardı.
“Yalvarmak hiçbir işe yaramaz! Yağmur yağmazsa. Melina Teyze’ye bir kavanoz reçel götüreceksiniz.”
Melina Teyze çok yaşlı, çok kötü bir kadındı, ağzında diş kalmamıştı, çenesi sakallarla kap,ô lıydı. Küçük kızlar kendisini görmek için,,Jll’ köye gittiklerinde durmadan sarılıp öperdi onları. Hiç de hoş bir şey değildi bu, hele o sakalları yok muydu! Sakallarım yüzlerine batırır, bu da yetmiyormuş gibi, ikide bir saçlarını çekerdi. En hoşlandığı şey de nicedir saklamakta olduğu küflü ekmekleri, küflü peynirleri onlara zorla yedirmekti. Üstelik, bu Melina Teyze, küçük kızların kendisine çok benzediklerini, yıllar sonra tıpkı kendisi gibi olacaklarını söylerdi. Bunu düşünmek bile tüyler ürperticiydi.
Kedi içini çekti:
“Zavallı kızlar,” dedi. “Her yanı çatlamış bir eski tabak için bu kadar ceza da çok ağır.”
“Sen ne karışıyorsun? Onları korumana bakılırsa, sen de yardım ettin tabağı kırmalarına, öyle değil mi ?”
“Hayır, hayır, Alfons pencereden hiç ayrılmadı,” dedi küçükler.
“Kesin sesinizi! Hepiniz aynısınız, hepiniz birbirinizi destekliyorsunuz. Birbirinizin suçunu gizlemekten başka bir şey yaptığınız yok. Bütün günü uyumakla geçiren bir kedi. .. “
“Böyle konuşacaksanız, ben de kalkıp giderim, daha iyi,” dedi kedi. “Marinet, pencereyi aç bana!”
Marinet pencereyi açtı, kedi avluya atladı. Yağmur dinmişti, hafif bir yel bulutları önüne katmış, süpürüp götürüyordu.
Büyüklerin keyfi yerine gelmişti:
“Hava açıyor,” dediler. ”Yarın çok güzel olacak.
Melirıa Teyze’ye gitmek için bundan iyisi can sağlığı. Talihiniz varmış. Hadi, yeter ağladığınız. Ağlamakla tabak yerine gelmez. Odunluktan odun getirin, daha iyi.”
Küçük kızlar, kediyi odunlukta, odun yığınlarının üstüne yerleşmiş buldular. Delfin, gözyaşlarının arasından, kedinin taranıp arınmasına baktı bir süre, sonra, Marinet’i çok şaşırtan bir gülümsemeyle:
“Alfons,” diye seslendi.
“Ne var, minik kızım?”
“Bir düşüncem var: Yarın sen istemezsen, Melina Teyze’ye gitmeyiz.”
“Benim de bütün dileğim bu.
Ama ne söylesem boş, büyükler beni dinlemezler ki!”
“Büyükleri ne yapacaksın! Ne dediler biliyor musun? Yağmur yağmazsa, Melina Teyze’ye gider siniz dediler.”
“Ee?”
“Eeesi mesi var mı? Ayağını kulağının ardından geçirirsin, olur biter. Yarın yağmur yağar, biz de Melina Teyze’ye gitmeyiz.”
“Bak, işte bu çok iyi,” dedi kedi. “Ben bunu düşünmemiştim. Çok iyi bir düşünce bu.”
Ayağını kulağının ardından geçirmeye başladı, elli kez, yüz kez geçirdi belki.
“Rahat rahat uyuyun bu gece. Yarın öyle bir yağmur yağacak ki, köpekler bile dışarıda kalamayacak.”
Akşam yemeğinde, büyükler hep Melina Teyze’ yi konuştular. Yollayacakları reçel kavanozunu çoktan hazırlamışlardı. Küçük kızlar gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Birçok kez, kardeşiyle göz göze gelince, Marinet güldüğünü göstermemek için yutkunur gibi yaptı. Yatma saati gelince, büyükler pencereye gittiler:
“Çok güzel bir gece doğrusu,” dediler. “Gökyüzü hiç böylesine yıldızlı olmamıştı. Yarın yollarda yürümek çok hoş olacak.”
Ama ertesi gün hava kapalıydı, erkenden yağmur başladı. Büyükler, “Bundan bir şey çıkmaz. bu yağmur çok sürmez,” diyorlardı. Küçük kızlara pazarlık giysilerini giydirdiler, saçlarına da birer pembe kurdele bağladılar. Ama sabahtan öğleye, öğleden akşama kadar yağmur yağdı. Pazarlık giysilerle pembe kurdelelerin çıkarılması gerekti. Gene de keyifliydi büyükler.
“Gitmeniz ertelendi. Yarın gidersiniz Melina Teyze’ye. Hava açmaya başlıyor. Mayıs ortasında üç gün üst üste yağmur yağması çok tuhaf doğrusu,” diyorlardı.
Kedi o akşam da taranırken ayağını kulağının ardından geçirdi, ertesi gün gene yağmur yağdı. Dün olduğu gibi bugün de küçük kızları Melina Teyze’ye yollamak söz konusu olamazdı. Büyüklerin keyfi kaçmaya başlıyordu. Havanın kötülüğü yüzünden, cezayı geciktirmenin sıkıntısına bir de tarlalarda çalışmaya gidememenin sıkıntısı ekleniyordu. Hiç yoktan kızlarına kızıp bağırıyor, tabak kırmaktan başka bir işe yaramadıklarını söylüyor, sonra da: “Melina Teyze’ye gitmek iyi gelecek size, diyorlardı. “Hava açınca, erkenden yola çıkacaksınız.” Öfkelerinin neredeyse çılgınlığa dönüştüğü bir sırada, kedinin üzerine atıldılar, biri süpürgeyle, biri de takunyayla vurmaya başladı, hem de tembelin, yararsızın biri olduğunu söyleyerek.
“Demek böyle,” dedi kedi. “Siz benim düşündüğümden de kötüymüşsünüz. Hiç yoktan dövdünüz beni, ama kedilik onurum üstüne söz veriyorum ki buna pişman olacaksınız.”
Büyükler bu olayı çıkarmasalar, kedi, yağmur yağdırmaktan çok geçmeden bıkacaktı. Ağaçlara tırmanmayı. tarlalarda, korularda koşmayı çok severdi; dostlarını Melina Teyze’ye gitme sıkıntısından kurtarmak için her gün içeride kalmayı biraz aşırı buluyordu. Ama sırtına inen süpürge ve takunyalar onda öyle bir anı bırakmıştı ki, küçük kızlar ayağını kulağının ardından geçirmesini rica etmeye gerek görmediler. Bu iş artık onun kendi sorunuydu. Sekiz gün üst üste, sabahtan akşama kadar yağmur yağdırdı. Evde oturmak zorunda kalan. üstelik ürünlerinin çürüdüğünü gören büyükler, yerlerinde duramaz olmuşlardı. Çini tabağı da, çocukları Melina Teyze’ye yollamayı da unutmuşlardı. Ama yavaş yavaş kediye yan bakmaya başladılar. Arada bir, alçak sesle, uzun uzun konuşuyorlar, neler konuştuklarını kimsecikler bilemiyordu.
Yağmurun sekizinci günü, büyükler erkenden kalkmışlar, havanın kötülüğüne aldırmadan, istasyona gitmeye hazırlanıyorlardı. Kente patates yollayacaklardı. Delfin’le Marinet, yataklarından kalkınca, büyüklerin mutfakta bir torba diktiklerini gördüler. Masanın üstünde de en azından iki kilo ağırlığında kocaman bir taş vardı. Çocuklar ne yaptıklarını sorunca, biraz şaşırdılar, patates torbalarıyla başka bir şey daha yollayacaklarını söylediler. Bu arada Alfons içeriye girdi, herkesi kibarca selamladı. Büyükler:
‘”Alfons, sana taze süt ayırdık,” dediler. “Yemek, sobanın yanında seni bekliyor.”
“Teşekkür ederim, büyükler, çok iyisiniz,” dedi kedi, ama böyle iyi davranışlara alışkın olmadığı için biraz şaşırdı.
O sütünü içerken, büyükler üstüne atıldılar, iki ayağını biri, iki ayağını da öbürü yakaladı, baş aşağı torbaya soktular zavallıyı. İki kiloluk koca taşı da torbaya koyduktan sonra ağzını sağlam bir iple sıkı sıkı bağladılar. Zavallı kedi torbanın içinde çırpınıp duruyor,
“Ne oluyorsunuz yahu, ne oluyorsunuz? Büyükler, siz aklınızı mı kaçırdınız!” diye bağırıyordu. Büyükler.
“Hiçbir şey olduğumuz yok,” dediler. “Ayağını her akşam kulağının ardından geçiren bir kedi istemiyoruz artık, hepsi bu. Bu kadar yağmur yeter. Suyu böylesine çok sevdiğine göre, iyice doyacaksın yavrum. Beş dakika sonra, ırmağın dibinde taranacaksın.”
Delfin’le Marinet bağırıp çağırmaya başladılar, Alfons’u ırmağa attırtmayacaklarını söylediler. Büyükler de bağırıp çağırmada onlardan aşağı kalmıyor, durmadan yağmur yağdıran bu pis hayvanı boğmalarına hiçbir şeyin engel olamayacağını söylüyorlardı. Alfons miyavlıyor, çılgınlar gibi tepiniyordu. Marinet kediyi torbanın üstünden öpüyor, Delfin’le yerlere kapanıp yalvarıyor, kedilerinin yaşamının bağışlanmasını istiyordu. Büyüklerse, çocuk yiyen dev seslerini andıran bir sesle:
“Hayır, olmaz, kötü kedilere acımak yok!” diyorlardı.
Birdenbire, saatin sekize geldiğini, istasyona geç kalacaklarını anladılar. Çabucak paltolarını sırtlarına, başlıklarını da başlarına geçirdiler. Mutfak tan çıkarken, küçüklere döndüler:
“Şimdi ırmağa gidecek zamanımız yok, öğleyin, dönüşte gideceğiz.” dediler. “O zamana kadar sakın torbayı açmaya kalkmayın. Döndüğümüzde Alfons torbanın içinde olmazsa, dosdoğru Melina Teyze’ye gideceksiniz, altı ay, belki de ömrünüz boyunca Melina Teyze’nin yanında kalacaksınız.”
Büyükler yola çıkar çıkmaz, Delfin’le Marinet torbanın ağzını çözdüler. Kedi başını çıkardı, sonra da:
“Küçük kızlar, sizin altın yürekli olduğunuzu her zaman düşünmüşümdür,” dedi, “ama kendimi kurtarmak için sizin altı ay, belki daha da uzun bir süre Melina Teyze’de kalmanıza boyun eğersem, yüreğime dert olur. Böyle kurtulmaktansa ırmağa atılmayı yeğ tutarım.”
Delfin’le Marinet de:
“Melina Teyze söylendiği kadar kötü değildir, altı ay da çabuk geçer,” dediler hemen.
Ama kedi dinlemek bile istemedi, kararının kesin olduğunu göstermek için de başını torbanın içine çekti. Delfin onu kandırmaya çalışırken, Marinet avluya çıktı, yağmurun altında dolaşan ördekten akıl sordu. Uyanık bir ördekti bu, çok da ağırbaşlıydı. Daha iyi düşünmek için başını kanadının altına aldı.
“Ne kadar kafa patlatsam boşuna,” dedi sonunda, “Alfons’u torbadan çıkarmanın yolunu bulamıyorum, iyi tanırım onu, inatçının biridir. Zorla çıkarsak bile, dönüşlerinde büyüklere teslim olmasını hiç kimse önleyemez. Ona hak vermiyor da değilim.
Onun yerinde olsam, benim yüzümden Melina Teyze’ye yollanmanızı hiç istemezdim doğrusu, içim rahat etmezdi.”
”Ya biz? Alfons boğulacak olursa bizim içimiz sızlamaz mı?”
“Kuşkusuz, kuşkusuz,” dedi ördek, “her şeyi yoluna koyacak bir şeyler bulmalı. Ama ne kadar düşünsem boşuna, hiçbir çözüm yolu göremiyorum.•·
Marinet, çiftlikteki tüm hayvanlardan aktl sormayı düşündü, zamandan kazanmak için de hepsini mutfağa almaya karar verdi. Atlar, köpekler, öküzler, inekler, domuzlar, kümes hayvanları içeriye gelip küçüklerin gösterdiği yerlere oturdular. Böylece oluşan halkanın ortasında bulunan kedi, başını torbadan çıkarmaya razı oldu. Yanında duran ördek, hayvanlara durumu anlatmak üzere söz aldı. Sözleri bitince, herkes sessiz sessiz düşünmeye başladı.
“Bir önerisi olan var mı?” diye sordu ördek.
“Ben varım,” dedi domuz. “Öğleyin eve döndükleri zaman, büyüklerle konuşurum ben, böyle kötü şeyler düşündükleri için utandırırım onları. Hayvanların yaşamının kutsal olduğunu anlatırım. Alfons’u ırmağa atmakla iğrenç bir suç işleyeceklerini söylerim. Hiç kuşkum yok, anlarlar beni.”
Ördek sevgiyle başını salladı, ama bu işe aklı yatmışa benzemiyordu. Büyükler, domuzu salamura fıçısına atmayı düşünüyorlardı, görüşlerinin fazla bır ağırlığı olmayacaktı.
“Başka bir önerisi olan var mı?”
“Ben varım,” dedi köpek. “Siz her şeyi bana bırakın. Büyükler torbayı götürürken, kediyi bıraktırıncaya kadar baldırlarını ısırırım.”
Bu öneri uygun gibi göründü, ama ne olursa olsun, Delfın’le Marinet büyüklerinin baldırlarının ısırılmasına yanaşmıyorlardı.
“Hem köpek çok yumuşak başlıdır,” dedi inek.
“Büyüklerle çatışmayı göze alamaz.”
Köpek içini çekti:
“Yalan değil, çok yumuşak başlıyımdır,” dedi.
Ak öküz söz aldı o zaman:
“Daha kolay bir yol var,” dedi. “Alfons torbadan çıkar, yerine bir odun kütüğü koyarız, olur biter.”
Öküzün sözleri hayranlıkla karşılandı, ama kedi başını salladı:
“Olanaksız,” dedi. “Büyükler torbada bir kımıltı, bir soluk duymayınca hemen anlarlar gerçeği.”
Alfons’un haklı olduğunda birleşmek zorunda kaldılar, biraz umutları kırıldı. Bir sessizlik oldu. Sonra at söz aldı. Tüyleri dökülmüş. yaşlı bir attı bu, bacaklarının üstünde titrer dururdu, büyükler artık ondan yararlanmıyor, onu at kasaplarına satmayı düşünüyorlardı.
“Benim çok bir ömrüm kalmadı,” dedi, “nasıl olsa öleceğim, iyisi mi yararlı bir şey için öleyim. Alfons gençtir. Alfons’un önünde parlak bir kedi geleceği var. Bu durumda torbaya onun yerine benim girmem daha doğal.”
Yaşlı atın bu önerisi herkesi etkiledi. Alfons da çok duygulandı, torbadan çıkıp yanına gitti, sırtını şişirerek bacaklarına sürtündü.
“Sen dostların en iyisi, hayvanların en yüce gönüllüsüsün,” dedi yaşlı ata. ”Bugün boğulmaktan kurtulursam, benim için göze aldığın özveriyi hiçbir zaman unutmayacağım; bütün gönlümle teşekkür ederim sana.”
Delfin’le Marinet neredeyse ağlayacaklardı. Domuz da hıçkırmaya başladı, oda çok iyi yürekliydi. Kedi, ayağıyla gözlerini kuruladı, sonra gene sürdürdü konuşmasını:
”Yazık ki, gerçekleştirilmesi olanaksız bir öneride bulunuyorsun bana.
Çok üzüldüm, çünkü böylesine dostça sunulan bir armağanı seve seve alırdım. Ama ben kendim tümüyle dolduruyorum bu torbayı, benim yerimi senin almana olanak yok.
Senin başın bile tümüyle sığmaz bu torbaya.”
Küçük kızlar da, hayvanlar da anladılar ki, böyle bir yer değiştirmeye olanak yoktu. Yaşlı at, Alfons’un yanında dev gibi görünüyordu. Saygı kurallarına fazla kulak asmayan bir horoz bu yaklaşımı gülünç buldu, kahkahalarla gülmekten de çekinmedi.
“Kes sesini!” dedi ördek. “Gülecek durumda değiliz. Bunu senin de anladığını sanıyordum. Arsızın birisin sen. Lütfen, çık dışarı!”
“Sana ne oluyor, sen kendi işine karış!” dedi horoz. “Ben sana saati soruyor muyum?” “Tanrım, ne bayağı bir yaratık bu,” diye mırıldandı domuz.
Tüm hayvanlar:
“Çık dışarı!” diye bağırmaya başladılar. “Çık dışarı, horoz! Çık dışarı, aşağının bayağısı! Çık dışarı!” Horozun ibiği kıpkırmızı oldu, öcünü alacağına yeminler ederek çıktı. Hava yağmurlu olduğu için arabalığa girdi. Birkaç dakika sonra, Marinet de oraya geldi, odun yığınının içinden özenle bir kütük seçti.
Horoz, cana yakın bir sesle:
“Aradığını bulmana yardım edebilirim,” dedi.
“Hayır, hayır, şey biçiminde bir kütük arıyorum ben, şey biçiminde … “
“Kedi biçiminde desene şuna! Ama Alfons’un da söylediği gibi, büyükler kütüğün kımıldamadığını çabucak anlarlar.”
“Hiç de değil,” diye yanıtladı Marinet. “Ördek diyor ki…”
Mutfakta, horozdan sakınmak gerektiğini söylemişlerdi, bu nedenle Marinet kendini tuttu, ağzından başka bir şey kaçırmadan, seçtiği kütüğü alıp arabalıktan çıktı. Horoz, onun yağmurun altında koşarak mutfağa girdiğini gôrdü. Az. sonra da kediyle birlikte Delfin çıktı dışarıya, kediye ambarın kapısını açtıktan sonra, eşikte beklemeye başladı. Horoz, gözlerini yuvarlak yuvarlak açarak olanları anlamaya çalışıyor, ama hiçbir şey anlayamıyordu. Arada bir Delfin mutfağın penceresinin önüne geliyor, heyecanlı bir sesle saati soruyordu.
“On ikiye yirmi var,” diye yanıtlıyordu Marinet, “on ikiye on var … beş var … “
Kedi ortalıkta görünmüyordu. Ördek dışında tüm hayvanlar mutfaktan ayrılmış, kendilerine birer sığınak bulmuşlardı.
“Saat kaç?”
“On iki. Yandık. Sanki… işitiyor musun? Bir araba gürültüsü… Büyükler dönüyorlar.” “Ne yapalım?” dedi Delfin. “Alfons’u ambara kapatacağım. Altı ay Melina Teyze’de kalmakla ölecek değiliz ya!”
Kapıyı kapatmak üzere kolunu uzattığı sırada Alfons dişlerinin arasında bir fareyle eşikte belirdi. Yolun ucunda da büyüklerin arabası görünmüştü; dolu dizgin geliyordu. Kedi ile Delfin mutfağa koştular. Marinet, kütüğü yumuşak dursun diye bezlere sarıp torbaya koymuştu. Onlar gelince gene açtı torbanın ağzını. Alfons fareyi torbaya bıraktı. Torbanın ağzı hemen kapatıldı. Büyüklerin arabası bahçenin sonuna yaklaşıyordu.
Ördek. torbanın üzerine eğildi:
“Fare, kedi senin yaşamını bağışlıyor, ama bir koşulu var, duyuyor musun?” dedi.
Çok kısık, çok zayıf bir ses:
.. Evet, duyuyorum,” diye yanıtladı.
“Bir tek şey istiyoruz senden, torbadaki kütüğün üstünde durmadan yürüyeceksin, ama öyle yürüyeceksin ki, kütük kımıldıyor sanacaklar.”
“Kolay ış. Sonra?”
“Sonra insanlar gelecekler, suya atmak üzere götürecekler seni.”
İyi ama … “
“Aması maması yok! Torbanın dibinde küçük bir delik var. Gerekirse büyütürsün, yanında köpeğin havladığını duyar duymaz da çıkıp kaçarsın. Ama köpek havlamadan çıkmaca yok. Çıkarsan, seni öldürür. Anlaşıldı mı? Sonra, ne olursa olsun bağırmayacak, tek sözcük söylemeyeceksin.”
Büyüklerin arabası avluya giriyordu. Marinet, Alfons’u tahta sandığın içine saklayıp torbayı da bu sandığın üstüne koydu. Büyükler atları çözerken, ördek, mutfaktan ayrıldı, küçükler de biraz kızarsın diye gözlerini ovdular.
Büyükler içeriye girdiler.
“Ne kötü hava.” dediler. Yağmur paltolarımız dan bile geçti. Hep şu pis kedinin yüzünden!”
“Torbaya kapatılmış olmasam, belki size acırdım,” diye atıldı kedi.
Sandığın içinde, torbanın tam altında duruyordu, sesi torbadan gelir gibiydi. Fare de kütüğün üzerinde gidip geliyor, torbayı kımıldatıyordu.
“Bizim acınacak bir yanımız yok. Kötü durumda olan sensin. Ama bunu fazlasıyla hak ettin.”
“Böyle konuşmayın, büyükler. Görünmek istediğiniz kadar kötü değilsiniz. Bırakın da çıkayım şu torbadan. Bırakırsanız bağışlarım sizi.”
”Bizi bağışlamak mı? Pes doğrusu! Sekiz gündür yağmur yağdıran bizdik sanki!”
“Hayır,” dedi kedi, ”elinizden gelmez ki; yağdıramazsınız. Ama geçen gün beni haksız yere dövdünüz. Canavarlar! Cellatlar! Taş yürekliler!”
Büyükler:
“Seni gidi iğrenç hayvan seni!” diye haykırdılar.
“Bize hakaret ediyorsun, öyle mi?”
Öyle bir sinirlendiler ki, süpürge sapıyla torbanın üstüne vurmaya başladılar. Ama sopayı üstü bezle sarılı kütük yiyor, korkudan şaşkına dönen fare zıplayıp duruyor, Alfons da sandığın içinde çığlıklar atıyordu.
“Ağzının payını aldın mı şimdi? Bize gene taş yürekli diyecek misin?”
“Ben sizinle konuşmuyorum artık,” dedi Alfons.
“Ne söylerseniz söyleyin. Sizin gibi kötü insanlarla konuşmak için ağzımı bile açacak değilim.”
“Canın nasıl isterse! Hem zaman da geldi artık, hadi bakalım, ırmağa gidiyoruz.”
Büyükler, küçük kızların çığlıklarına kulak bile asmadan torbayı kapıp çıktılar mutfaktan. Avluda kendilerini bekleyen köpek de arkalarına düştü. Köpeğin öyle üzgün bir görünüşü vardı ki büyükleri bile rahatsız etti. Arabalığın önünden geçtikleri sırada, horoz karşılarına çıktı:
“Ne o, büyükler?” dedi. “Zavallı Alfons’u suya mı atacaksınız? Ama çoktan ölmüş galiba. Odun kütüğünden farksız, hiç kımıldadığı yok!”
“Olabilir. Öyle bir süpürge dayağı yedi ki, bir kendi bilir, bir de biz. Pestili çıktı.”
Büyükler bunları söyledikten sonra paltolarının altında sakladıkları torbaya şöyle bir göz attılar.
“O kadar süpürge yedi, gene de kımıl kımıl kımıldıyor.”
“Doğru,” dedi horoz, “ama hiç sesi çıkmıyor, torbanın içinde kedi değil de bir kütük var sanki.”
“Gerçekten de öyle, bize karşılık vermek için bile ağzını açmayacağını söyledi.”
Horoz, bunun üzerine, kedinin varlığından kuşkulanmayı göze alamadı, ona iyi yolculuklar diledi. Bu sırada, Alfons sandıktan çıkmış, mutfağın ortasında küçüklerle halay çekiyordu. Bunu gören ördek, keyiflerini kaçırmak istememekle birlikte, büyükler işi anlarlar diye kaygılanıyordu. Halay biter bitmez konuşmaya başladı:
“Şimdi gözümüzü dört açmamız gerekli,” dedi.
“Büyükler döndüğü zaman kediyi mutfakta bulmamalı. Alfons, ambara yerleşmenin zamanı geldi.
Unutma, gündüzleri hiç dışarı çıkmayacaksın.”
“Her akşam, arabalıkta yiyeceğini bulacaksın,” dedi. Delfin. “Hiçbir zaman sütsüz kalmayacaksın.”
Marinet de söz aldı:
“Gündüzleri de ambara gelip sana günaydın deriz,” dedi.
“Ben de geceleri odanıza konukluğa gelirim.
Akşam, yatarken, pencerenizi aralık bırakırsınız, olur biter.”
Küçük kızlarla ördek, kediyi ambarın kapısına kadar götürdüler. Bu sırada fare de geldi, torbadan kaçmış, ambarına dönüyordu.
“Çok ıslandım,” dedi. “Yağmur altında yol bitmek bilmiyordu. Üstelik, neredeyse boğuluyordum. Köpek ancak son dakikada, büyükler ırmağın kıyısına geldikleri zaman havladı. Neredeyse torbayla birlikte beni de suya atacaklardı.”
“Neyse, her şey yolunda gitti,” dedi ördek. “Ama fazla gecikme artık, ambarına koş.”
Büyükler, eve dönünce, küçüklerin şarkı söyleyerek sofra hazırladıklarını görüp şaşırdılar.
“Bakıyoruz, zavallı Alfons’un ölümu sizi pek üzmüşe benzemiyor. Giderken ne diye o kadar bağırdınız öyleyse? Daha candan dostları olmalıydı doğrusu. Gerçekte eşsiz bir hayvandı, çok duyacağız eksikliğini.”
“Çok üzüldük,” dedi Marinet, “ama ölenle ölünmez ki. Elımizden ne gelır?”
Delfin de:
“Ne olursa olsun, başına geleni hak etmişti,” diye ekledi.
Büyükler,
“Bu konuşmaları hiç mi hiç beğenmiyoruz,” diye homurdandılar. “Acımasız çocuklarsınız siz. İkinizi de Melina Teyze’ye yollamalı.”
Sofraya oturdular, ama öyle üzgündüler ki, neredeyse hiçbir şey geçmiyordu boğazlarından. Küçüklere bakıyor, dört kişiymişler gibi yediklerini söylüyorlardı.
“Üzüntü hiç iştahınızı kesmiyor. Alfonsçuk bizi görebilseydi, gerçek dostlarının kimler olduğunu anlardı.”
Yemeğin sonunda gözyaşlarını tutamadılar, mendillerini çıkarıp ağlamaya başladılar.
“Ne oluyor size böyle, büyükler?” diyordu küçükler. “Kendinize gelin biraz, bu kadar da zayıf olmayın. Ağlamakla Alfons’u diriltemezsinız. Bir torbaya koydunuz onu, sopalarla vura vura canını çıkardınız, sonra da götürüp ırmağa attınız, orası öyle, ama hepimizin iyiliği içindi bu. ekinlerimiz güneşe kavuşsun diyeydi. Mantıklı olun. Az önce, ırmağa giderken, öyle umursamaz, öyle keyifliydiniz ki!”
Büyükler, bütün gün üzüntülü göründüler, ama ertesi sabah, gökyüzü dupduru, ortalık günlük güneşlikti, kedilerini pek düşündükleri yoktu. Sonraki günlerde daha da az düşündüler. Güneş gittikçe havayı daha çok ısıtıyor, tarla çalışmaları pişmanlığa zaman bırakmıyordu.
Küçüklere gelince, onlar Alfons’u düşünmek gereksiniminde değildiler. Alfons hemen hiç ayrılmıyordu yanlarından. Büyüklerin yokluğundan yararlanarak sabahtan akşama kadar avluda dolaşıyor, ancak yemek saatlerinde gizleniyor, geceleri de küçük kızların odasına geliyordu.
Bir akşam, büyükler çiftliğe dönerken, horoz önlerine çıktı.
“Düş mü, gerçek mi, bilmem ya, Alfons’u avluda gördüm gibime geldi,” dedi. Büyükler,
“Bu horozun aklından zoru var,” diye söylenerek yürüdüler.
Horoz, ertesi gün gene karşılarına çıktı:
“Alfons ırmağın dibinde olmasa, bugün oğleden sonra avluda küçüklerle oynadığını gör
düğüme yemin edebilirdim,” dedi.
“Bu da zavallı Alfons’la bozmuş aklını, gittikçe ahmaklaşıyor!”
Büyükler bunu söylerken, dikkatle horoza bakıyorlardı. Gözlerini ondan ayırmadan fısıldaşmaya başladılar:
“Bu horozun beyni samanla dolu,” diyorlardı, “ama eti budu yerinde. Her gün görüyorduk, ama farkında değildik. Onu daha fazla beslemekle bir şey kazanmayacağız.”
Bizim horoz, ertesi gün erkenden, tam da Alfons’tan söz etmeye hazırlandığı sırada kesiliverdi. Bir güzel kızartıldı, herkesi mutlu etti. Alfons’un sözüm ona öldürülmesinin üzerinden on beş gün geçmişti. Hava hep güzeldi. Bir damla yağmur düşmemişti. Büyükler bunun bir şans olduğunu söylüyorlardı, ama birazcık da kaygılıydılar.
“Ne de olsa uzun sürmesi iyi değil, yoksa kuraklık olur. İyi bir yağmur çok işe yarar,” diyorlardı.
Aradan yirmi gün geçmiş, hala yağmur yağmamıştı. Toprak öylesine kurumuştu ki, artık hiçbir bitki büyüyemiyordu. Buğdaylar, arpalar, çavdarlar, büyüyecek yerde sararıyordu. Büyükler, “Kuraklık bir hafta daha sürerse, her şey kavrulacak,” diyorlardı. Gittikçe üzülüyor, Alfons’u öldürdüklerine pişman oluyor, küçükleri buna neden olmakla suçluyorlardı. “Siz çini tabağı kırmasaydınız, kediyle başımız derde girmezdi, hala burada olur, yağmurumuzu yağdırırdı,” diyorlardı. Akşamları, yemekten sonra, avluya çıkıp oturuyor, gözlerini gökyüzüne dikerek umutsuzluk içinde, “Alfons!” diye bağırarak ellerini ovuşturuyorlardı.
Büyükler bir sabah küçüklerin odasına geldiler. Onları uyandıracaklardı. Gecenin bir bölümünü küçüklerle gevezelik etmekle geçiren kedi, Marinet’in yatağının üzerinde uyuyakalmıştı. Kapının açıldığını duyunca, karyola örtüsünün altına saklanacak zamanı güçlükle buldu. Büyükler,
“Kalkma zamanı geldi, uyanın,” dediler. “Güneş ortalığı ısıttı bile. Bugün de yağmur yağmayacak gene. Bu da nesi? .. “
Konuşmalarını yarıda keserek boyunlarını uzatmışlar, büyümüş, yusyuvarlak olmuş gözlerle Marinet’in yatağına bakıyorlardı. Alfons çok iyi saklandığını sanıyordu ama kuyruğunu dışarıda unutmuştu. Marinet de, Delfin de uykuluydu daha, yorganın altına sokuluyorlardı. Büyükler usul usul ilerleyerek kediyi dört ellerinin dördüyle birden yakalayıverdiler. Kedicik havada kaldı.
“Bu da nesi? Alfons bu!”
“Evet, benim. Bırakın beni! Canımı acıtıyorsunuz. Her şeyi anlatırız sonra.”
Büyükler, kediyi yatağın üzerine bıraktılar.
Delfin’le Marinet de kediyi boğma günü olup bitenleri bir bir anlatmak zorunda kaldılar.
“Sizin iyiliğiniz içindi,” dedi Delfin. “Hiç de ölmeyi hak etmeyen, zavallı bir kediyi öldürmekten sizi kurtarmak içindi.”
Büyükler:
“Sözümüzü dinlemediniz,” diye homurdandılar.
“Söylenen şey yapılır! Dosdoğru Melina Teyze’ye gideceksiniz!”
Kedi hemen pencereye atıldı:
“Ya, öyle mi?” dedi. “İyi ya, ben de gideceğim Melina Teyze’ye, hem de ilkin ben gideceğim!”
Büyükler yanlış davrandıklarını anladılar. Ekinler vardı işin içinde. Alfons’a çiftlikte kalması için yalvardılar. Ama kedi dinlemek bile istemiyordu. Büyükleri uzun zaman yalvarttıktan, küçüklerin çiftlikte bırakılacağı konusunda söz aldıktan sonra, kalmaya razı oldu.
Aynı günün akşamı -o gün görülmedik bir sıcak vardı- Delfin, Marinet, büyükler, çiftliğin tüm hayvanları avluda kocaman bir halka oluşturdular. Alfons bu halkanın ortasında bir iskemleye oturmuştu. Önce hiç acele etmeden temizliğini yaptı, sonra, sırası gelince, ayağını elli kez kulağının ardından geçirdi. Ertesi sabah, yirmi beş günlük kuraklıktan sonra güzel bir yağmur yağıyor. insanları, hayvanları serinletiyordu. Bahçelerde, tarlalarda, çayırlarda, tüm bitkiler yeniden büyümeye, yeniden yeşermeye başladı. Ertesi hafta, çok mutlu bir olay daha oldu. Melina Teyze sakallarını kazımayı düşünmüş, sakallarını kazıyınca da kolayca koca bulmuştu; yeni kocasıyla oturmak üzere, küçüklerin çiftliğinden bir kilometre öteye taşınıyordu.
Marcel Ayme – Daldaki Kedinin Kırmızı Masalları – Çeviren: Tahsin YÜCEL
masal, masal okuma, masal oku, hikaye, hikaye oku, kedi masalları, kedili masallar, kedi, macera masalları, büyükler için masallar, küçükler için masalları, çocuklar için masallar,