Duygularınıza Dokunacak Bir Hikaye; “Cumbalı Ev”
Havalar soğumaya başlamış, daha gün batmadan Dörtyol ağzı Nalbantlar Başındaki insan kalabalığı azalmaya başlamıştı. Şehrin üstüne kara bulut gibi keskin bir kömür kokusu çökmüş, insanlar yavaş yavaş evlerinin yolunu tutmaya başlamıştı.
Kalaycı Muhterem usta ıslığıyla çok sevdiği yanık türküyü çalmaya başladığında çarşı esnafı onun dükkanını kapama vaktinin geldiğini anlardı. Muhterem usta 40-50 yaşlarında çoğu zaman saçı sakalı birbirine karışmış olup, biraz da zayıfcaydı. Çukur yanaklı, sevgi dolu bakışları vardı. Muhterem usta ismi gibi muhterem, özü sözü bir, çevresinde sevilen sayılan bir esnaftı. Sanat ruhlu tertemiz bir yüreğe sahipti.
Sivas’ta yaşayan Ermeni ustaların elinde yetişen bir kaç kişiden biriydi. Kalaycılığının yanında kemik tarak yapımında üstüne kimse yoktu. Öküz, Manda ve Koç boynuzlarından yaptığı taraklar herkesin dilindeydi. Bakır kalayı için körükle yaktığı ateşin üzerinde o kapkara gelen kaplar pırıl, pırıl olur yeniden hayat bulurdu. Yanan ateş üzerinde iyice kurumuş hayvan boynuzlarını ısıtarak düzeltir yapacağı tarak şekline göre keser tesviyesini yapardı. Sonra onlara şekil vererek dişlerini açar, açtığı dişleri tek tek sivriltirdi. Bin bir güçlükle hazırladığı tarakları parlatarak dükkanının önüne dizerdi.
Muhterem ustanın kederli ıslıklarının altında koca bir hüznün yattığını onu tanıyanlar iyi biliyordu. Bekardı uzun yıllar yatalak annesiyle birlikte, Çukurbostan’da derme çatma tek gözlü kerpiçten bir evde yaşardı. Annesinin bakımı onu çok zorlasa da hiç yakınmazdı. Yaşamlarını sürdürmek için her işi yapardı. Vefalı komşularının yardımlarıyla geçinip giderlerdi.
Soğukların başlaması onu zorlasa da ek işler yapmasına vesile olurdu. Daracık Arnavut taşlı ikişer üçer katlı cumbalı evlerin önüne yıkılan tonlarca kışlık kömürleri tek başına taşıyarak üç beş kuruş kazanırdı. Bu taşıma işleri Sivas‘ın üzerinde bir tül perdesi gibi uzanan kömür kokusu gidip baharın gelmesine kadar sürerdi.
Onuruna düşkün bir insandı. Kimseden karşılıksız bir şey istemez, çay dahi içmezdi. Esnaf arkadaşlarıyla sohbetlerde… “Muhterem usta çok çalışıyorsun, kendini yıprandırıyorsun. Şöyle bir kendine zaman ayırıp ta dinlendiğin vakte hiç rastlamadık. Bu dünyanın işi gücü biter mi! Çok şükür eve ekmek götürecek kadar para kazanıyorsun!” Dediklerin de… “Yok arkadaş şu yalan dünya’da iki katlı bahçeli cumbalı bir ev yaptırıp annemi de pencere kenarına yatırıp geleni geçeni seyrettirmeden bu dünya’dan göçüp gitmek istemiyorum, yoksa gözlerim açık gider.” Derdi..
Hayalinde hep cumbalı bir ev vardı Muhterem ustanın. Yakınları… “Artık vakit geçiyor hayırlısıyla evlendirelim seni.” Dediklerin de… “İki boğaza zor bakıyorum… Beni rahat bırakın üçüncü boğaz aşar beni” diyerek işi yokuşa sürerdi.
Soğuklarla başa çıkamadığımız günlerdi. Sibirya’dan gelen soğuk hava akımı İç Anadoluyu etkisine almıştı. Gecenin 32 derece olduğu Sivasın Kaldırım taşları, çeşme, yollar ve şehrin buz tuttuğu hayatı olumsuz etkilediği o gece… Acı haber çabuk yayılmıştı. Arka sokakta yanarak kül olan küçük baraka evde ölenler kalaycı Muhterem usta ve annesinden başkası değildi!.. Sobadan sıçrayan bir ateş çıngısıyla başlayan yangın anne ile oğlunu derin uykuda yakalamıştı.
Yıllar sonra misafir olarak geldiğim bu şehrin daracık Arnavut taşlı sokaklarında taş ve cumbalı evlerin arasında yürürken yüreğim de kalaycı Muhterem ustanın çok arzu etmesine rağmen sahip olamadığı cumbalı ev tutkusunu ve ıslığıyla çaldığı o türküyü hissediyordum. Neyine güvenem yalancı dünyanın Kerem’i yandırıp kül etmedi mi…..