Ağlatan Hikayeler

Çok Güzel, Duygusal Bir Hikaye; “Çocuk Kalbimin Küskün Mahallesi”

Çok Güzel, Duygusal Bir Hikaye; “Çocuk Kalbimin Küskün Mahallesi”

Düşlerini tutmak için
Bulutlara atladı cesurca
Kuşların özgürlüğünü
Yakalamak düşü çocukça.

Ankara’nın örnek mahalle olarak yapılanmış mahallesinde oturuyorduk. Yenimahalle, benim çocukluğumda altın çağını yaşıyordu. O tarihlerin en güzel evleri buradaydı. Hepsi iki katlı ve bahçeliydi. Bizim oturduğumuz ev, sarı renkti. İlkokuldayken resim dersinde öğretmenimiz; ” Herkes kendi evini resimlesin.” demişti. Evimizin dış görünüşünü en ince ayrıntılarına kadar çizmiştim. Saçaklarındaki kuş yuvalarını, balkonumuzdaki çiçekleri aşağı sarkmış saksıları, elektrik tellerini evimize bağlayan beyaz fincanları, perdemizi ve durmadan namaz kılan babaannemi. Resim, eskiyinceye kadar evimizin en göze çarpan duvarında asılı kaldı. Sonra bir kitabın arasına saklamıştım. Bir daha görmedim. Ama nedendir bilinmez gözümün önünden hiç gitmez.

Bu iki katli evin üst katına giriş ana caddedendi. Ahşap kapı ile caddeye açılırdı. Kapının hemen yanında aşağı kata inilen taş merdiven vardı. Bu merdiven çok gerekliydi. Çünkü; merdivenin altında hem bizim hem de ikinci katta oturan ev sahibimizin kömürlüğü bulunuyordu. Yazın aldığımız, odunu kömürü buraya koyardık. Bizim evin yatak odasının pencereleri de buraya bakardı. Duvarla Penceremizin arasında kalan boşluktan gökyüzünü gözlerdim. Gece yatağa girince perdeyi açar, yıldız sayardım. Bulutların hareket edişlerini görürdüm. Ayın ne zaman hangi şekilde göründüğünü izlerdim. Bunlar benim küçük oyunlarımdı. Kimseye söz etmezdim. Üst kattan caddenin üzerinde görülen ev, bizim yatak odasından, yüksek taş
duvarı görürdü. Taş duvarın önünde kocaman bir alan vardı. Burası geceleri izlediğim göğün zeminidir. Bizim oyun alanımız. Annemin verdiği kilimleri yere yayar oyunumuzu kurardık.

Oyuncaklarımızın çoğunu kendimiz yapardık. İki tahta parçasını küçük ” t ” harfi biçiminde iple sıkıca bağlayıp üstünü pamukla sarar sonra küçük kumaş parçalarıyla giydirirdik. Bebek olurdu. Minik yataklar, yorganlar dikerdik. Ağlayan, yürüyen gözlerini açıp kapayan bebekler olduğunu duyardık.  O tarihlerde onlardan hiç görmedik. Benim en güzel oyuncağım amcamın Kore’den getirdiği dikiş makinesiydi. Elle çevrilen bir kolu vardı. Çevirince tıkır tıkır ses çıkarırdı. Aslında bu tür oyuncaklarla çok az oynadım. Okul öncesi olmalı. Ben tam anlamıyla bir sokak çocuğu idim. Bizim evin giriş kapısı yokuş üstündeydi.

Merdivenli olan yokuş, aşağı altıncı durağa kadar inerdi. Benim gittiğim Fatih ilkokulu da yokuşun dibindeydi. Babamın dükkânı da durağın tam karşısındaydı… Yokuş üzerinde olan evlerin yazışma adreslerinde altıncı durak , cadde üstünde olan evlerin adreslerinde on birinci durak yazardı. Ev sahibimiz Hasibe hanım teyzeler on birinci durakta, biz altıncı durakta oturuyorduk. Evimizin önünü kocaman bir meyve bahçesi süslerdi. Bahçenin ortasına özenle yerleştirilmiş kafesli çardağın gizemli havası hepimizi etkilerdi. Sanki bilmediğimiz bir lisanla konuşur gibiydi. Etrafı sarmaşık ile sardırılmıştı. Sarmaşığın külah şeklindeki çiçeğini avucumuzun içine alıp , diğer elimizle üstüne vurarak patlatırdık. Ayrıca; adını hatırlamadığım renk renk çiçekler gözümün önünde. Çardağın içinde çepçevre ahşap oturma yerleri dizilmişti. Yaz gecelerinde minderler atılır, komşularla çay içilir, sohbetlere bal katılırdı.

Bahçenin yokuş tarafının duvarı boyunca ince uzun bir bahçemiz daha vardı. Buraya yan bahçe denirdi. Bu bahçede ne yetiştirilirdi hatırlamıyorum. Hatırladığımsa beni hala ürkütür. Bizim mahallenin çocuklarının gece de sokakta oynama alışkanlığı vardı. Kim önce sokağa çıkmayı başarırsa; en yakındaki arkadaşını çağırmaya giderdi. Sonra iki kişi başka arkadaşı çağırmaya koşardı. Buna mecburduk çünkü; babalarımız acımasızdı. Yalvarmadan, dil dökmeden sokağa çıkma izni vermezlerdi. Benim babamdan izin almaya geldiklerinde; ” İhsan Bey Amca ne olur izin verin. Yoksa oyun oynayamayız. Aklımız burada kalır. Acıyın bize. Gecemizi zehir etmeyin. Hadi ne olur?” derlerdi. Araya, “babamın size selamı var” sözlerini de sıkıştırırlardı. Bütün babalara böyle derdik. Onlar da ; ” Siz yok musunuz siz, şeytana pabucunu ters giydirirsiniz. Hadi gidin bakalım.” Derlerdi. insan bu durumda nasıl seviniyor. Sanki içinizde kelebekler uçuşuyor. Dışarı çıkmanın heyecanı, arkadaşlarınızın sizi araması. Birden kendinizi önemli biri gibi hissediyorsunuz. Babanızı daha çok seviyorsunuz. Arkadaşlarınıza daha sıkı sarılıyorsunuz.

Evden çıkacağımız sırada; annem seslenirdi; ” Fazla geç kalma. Biliyorsun yan bahçede yatır var. Geceleri kalkıyor. Ona göre. O kalkmadan evde ol.” Bir gece oyuna dalıp eve geç gelmiştim. O gece kabus yaşadım. Yatak odası sokak lambasının ışığı ile aydınlanıyordu. Ağaçların, evlerin gölgeleri korkunç
şekiller çizerek evin içinde, odanın duvarında şekillendi. Bir gölge vardi ki ; Beni hasta etmeyi başardı. Pencerenin önünde ev boyu yükselip alçalıyordu. Alçalınca sanki camdan içeri başını uzatıp bana doğru ellerini uzatıyordu. O kadar uzun boylu adamın elleri kolları da çok uzun ve korkunç görünümdeydi. O gece ateşlendim. Ertesi gün de ateşim düşmedi. Dudaklarım uçukladı. Bir hafta okula gidemedim. Sonra; yatırın bizim bahçeden taşındığını söylediler. Ben buna inanmadım. Korku içimden hiç çıkmadı.

Gece , ya saklambaç oynardık ya da on ikinci durakta olan Açık hava Akın Sinemasının duvarlarının üstünden film izlerdik. Yeni çevrilmiş filmleri hiç kaçırmazdık. Filmin galasında, sinema oyuncularını, ses sanatçılarını canlı olarak ilk defa bu duvarların üstünden gördüm. Balkonlarından filmleri izleyebilenlere imrenirdik. Bazen ailece sinemaya giderdik. Tahta sandalyelerde oturup ay çekirdeği çitleyerek film izlemenin tadı bir başkaydı. İtiraf edeyim ki ; arkadaşlarımla duvarların üstünden filmleri izlemek daha keyifliydi. Kışın da beşinci duraktaki Alemdar sinemasına giderdik.

Akşamüstü oyunlarımız hareketli olurdu. Ya tornete binerdik ya bisiklete. Cadde boyu dolaşırdık. Tornete kaç kişi biner hiç belli olmazdı. Bisikletin, bazen arkasında, bazen önünde, bazen de sürücüsü olurduk. Bu saatlerin aklımda kalan ayrıntısı, mahallemizin bizden büyük olan gençlerinin buluşması. Biz, sözde çaktırmadan onları izlerdik. Bizi, görürlerse, “Sakin kimseye söylemeyin .” derlerdi. İzlediğimiz gençlerden birisi çok telaşa kapılmıştı. ” Nasıl olsa öğrendiniz. Kimseye söylemeyin, bizim yardımcımız olun. Biz de size derslerinizde yardımcı oluruz.” demişlerdi. Böylece; biz iki arkadaş onların mektupları taşıyarak  haberleşmelerine yardımcı olduk. Bu sırrımızı kimseye açmadık. Çünkü; bize özel olma duygusu veriyordu. İp atlama, seksek oynama, dalya, yakan top en çok oynadığımız oyunlardı. Çember, topaç çevirme! çelik- çomak oyunlarını mevsimine göre oynardık. Halohop çevirirdik. Bunda kızlar olarak çok ustaydık.

Boynumuzda, belimizde, kolumuzda, bacağımızda çevirebilirdik. Çok sıcak ve çok soğuk havalarda kapalı yerlerde oynadığımız oyunlar, yüzlerce taşla oynan taş oyunuydu. Bütün oyunlarımız takım halinde oynanırdı. Yenen ve yenilen taraf olurdu. Evlerimizde bunu konu yapardık. Nasıl yendik, nasıl kaybettik? Beş taş, üç taş, dokuz taş oyunları iki kişi ile oynandığı için mecbur kaldığımız zamanların oyunlarıydılar. Bazen yukarı mahallenin çocukları ile maçlar yapardık .0 zaman seyircimiz de olurdu. Hiç abartmıyorum, koşmaktan, oynamaktan tabanlarımız şişerdi.. Dizlerimizin yarası hiç iyileşmezdi. Ve sokağa çıkmamıza hiçbir şey engel olamamıştır. Buna çocuk hastalıklarını geçirdiğimiz devrelerde dahil. En ateşli durum atlatıldıktan sonra; yavaş yavaş bahçeye! derken bahçe duvarının üstüne, sonrası malum.. Annem, benim için ; “Çok yaramazdın. üzerinde yeni bir şey durmazdı. Hemen ya bir tele yada ağaca takar yırtardın.” Der. Elbise dikileceği zaman, provada sabredip duramazmışım. Annem, uslanmamız için kardeşimle beni Hacı Bayram Veli Hazretlerine ziyarete götürürdü. Oysa biz yaramaz değil hareketli çocuklardık. Diğer arkadaşlarımız gibi. Oyunu sevmeyen bizim aramıza giremezdi. Anneme kızdığım zamanlar da vardı. Bunun en başında oyunun tam ortasında çağırmasıydı. “Annen çağırıyor .”diye haber gelince çok kızardım.

“Allah’ım, ne düşüncesiz oyunun ortasında insan çağrılır mı?” derdim. Genellikle de oyunu bozup gidemezdim. Eve gidince de gece sokağa çıkamama cezasına çarptırılırdım. Gerekçesi; Anne sözü dinlememek. Cezalı olduğum geceler, yatağıma yatar, perdeyi açarım. Gökyüzünü seyrederken arkadaşlarımın sesini dinler ağlardım. Zaman zaman üvey çocuk olduğumu düşünürdüm. Bu sesler kulağımdan gitmeyen özel seslerdir.

Benim çocukluk yıllarımda insanlar, nazik ve birbirlerine saygılıydı. Herkes çok zarifti. Giysilerin bazıları her zaman hatırımda. Belki; büyüdüğüm zaman giyeceğimi düşlüyordum. Büzgülü etekli, “u”” yakalı, kolsuz, dar mini kollu, uzun ve kabarık elbiseler. Uzun Iüle Iüle saçlar, incecik beller. Güler yüzlü, ciddi bakışlı genç kızlar. Dar eteklerin boyu diz üstündeydi. Kabarık kısa saçlarla giyilirdi. Erkekler, takım elbisesiz dolaşmazdı. Hele gecelerde. Biz büyüdüğümüzde, bu görüntüler yoktu. Yani; böyle giysiler bizlere nasip olmadı. Türkiye bir başkalaşım yaşadı. Hem siyasi hayat hem de insanların yaşayışı değişti.

Çocukluğumda, her yaştan insanlar dans ederdi. Özellikle vals.Romantizm, iyi niyetlilik görülürdü. İlişkiler dürüstlük üstüne kurulurdu. Zaten başka türlü düşünemezdiniz. Değişim sırasında yani altmışlı yılların sonuna doğru hepsi birden yok oldu.

Çocukluk yıllarımız muhteşemdi . Ne okuduğum masalları ne para biriktirip aldığım kitapları unuttum. Hele alışveriş yaptığım kırtasiyecinin açılmış kurşun kalem kokan havası ayni tazeliğini koruyor. Altıncı duraktaki Fujiyama Kitapçısının kocaman kalem açacağı vardı. Kalemlerimizi ona açtırmak hoş bir duyguydu. İncecik, kokulu kalemleri alır, açtırır, kullanmaya kıyamazdık. Çocuk klasiklerini de bu kirtasiyeciden alıp okumuştum.

İlk gençlik yıllarımız arada kaynadı gitti. Birdenbire büyükler sınıfına girdik. Bu nasıl oldu, anlamadım, bilmiyorum. İlk aşkımı hatırlıyorum. Yani; büyümeye başladığımı.. Orta birinci sınıfa gidiyordum. Bizim mahallenin çocukları yukarı mahallenin çocukları ile yakan topu maçı yaptık. O gün maça Turgay isimli yakışıklı bir çocuk geldi. Her halde lise öğrencisiydi. Benim yaşımda beş arkadaşımla şöyle bir karar aldık; “Artık bizim de sevdiğimiz biri olmalı. Herkesin var. İçimizden üçü Turgay’ı diğerleri de başka birini sevecekti. Bu kararı sadece biz biliyorduk. Ne Turgay’in ne de öteki çocuğun bundan haberi vardı. Bir gün arkadaşlarıma söyle dediğimi hatırlıyorum; “Size küstüm. Sizden ayrılıyorum. Artık Turgay’ı da sevmeyeceğim. ” Tavşan, dağa küsmüş dağın haberi yok.

Bu mahalleyi anlatmakla bitiremem. Annem, kulağımı komşumuza deldirmişti. Herkes başıma toplandı. Delme işi bitince kulağıma ip geçirdiler. Yarası iyileşince küpe takılacakmış. Annem, komşularımıza ikramda bulundu. Özel bir günmüş. Doğrusu ben, bunu hissetmedim. Akşam üstü simitçimiz çay saatine yetişirdi. En çok macuncu ile ilgilenirdik. Öyle güzel renkleri vardi ki; Gökkuşağına benziyorlardı. Saatlerce yalardık. Bazen annelerimizde alırdı. Onlara gülerdik ” Siz de mi çocuksunuz?” derdik.

En zengin komsumuz Nevinler’di. Kardeşinin adi da Sevim’di. Bakkal Dükkanları vardı. Yazın bir ay İstanbul’da kalırlardı. “Yazlığa gidiyoruz.” Derlerdi. Onlar bize farklı insanlarmış gibi gelirdi. Yıllar sonra Nevinle İstanbul’da Kapalı çarşıda karşılaştım. Mutsuz bir evlilik yaşadığını ve ayrıldığından söz etti. Bir daha haberleşemedik.

Ramazan gecelerini, bayram sabahlarını anlatabilecek kadar güçlü değilim. Nasıl duygulardı, bize nasıl işlenmişti! Hala akıl erdiremiyorum. Böreklerimiz mahalle fırınında pişerdi. Tepsileri biz taşırdık. Kardeşimle eve gelinceye kadar böreğin kızarmış üst kabuğunu bitirirdik. Bir de ekmeklerin başlarını yerdik. Misafirimiz olduğu günler ” Ekmeği yemeden getir, ayıp olur.” Diye tembih etmek zorunda kalırdı annem. Ezanın okunduğunu babaanneme haber vermek sanki görevimdi. “Babaanne ezan okunuyor ” diye bağırırdım. Onun seccadenin üstünde saatlerce oturması, tespih çekmesi, duaları içimde anlatılması zor, hoş duygular oluştururdu. Dualarının her zaman yardımımıza koştuğuna inanırdım. Halen inanırım. Mahallemizin camisinde mevlit okutulduğu zaman sonuna doğru gider, külâh içinde dağıtılan lokumlu şekerlerden alırdık. Sokağımızdan polis geçince, sevinir, gururlanırdık. “O,bizim mahallenin karakolunun polisi.” Der arkasından bakardık.Postacımız gelince ; selama durur, onunla mahalleyi
dolaşırdık.

Gündüzleri annemle ev gezmesine gitmesine bayılırdım. Gideceğimiz komşuya haberi ben verirdim. “Melahat Hanım Teyze, annemin selamı var. Bir maniniz yoksa yarın öğlenden sonra size oturmaya gelmek istiyor.” Derdim. Melahat Hanom da ” Annene selam söyle. Buyurun, bekliyorum.” Diye cevap gönderirdi. Ertesi gün, ev işlerinde anneme yardım ederdim. Giyinir, süslenir, el işlerimizi yanımıza alır komşuya oturmaya giderdik.

Çocukluğumda, her hafta sonu hamam günümüz olurdu. Herkes giderdi. Hamam sefalarından aklımda kalanlar, buhar, göbek taşı ve yediğimiz buz gibi meyvelerle, içtiğimiz sade gazozlardı. Kır gezmesine gider gibi hazırlık yapılırdı. Asıl kır gezisi yaptığımız yer Atatürk Orman Çiftliği idi. Bahar Bayramında ve hıdrellez günlerinde mahallece gidilirdi. Bazen de babam arabayla Çubuk Barajı’na götürürdü. Güneş nereden, ne zaman doğar, nasıl batar bilmezdim. Ama; gecenin yıldızlı göğünü severim. Gece, Yenimahalle’den Anıt-Kabir ve Gençlik Parkı çok güzel görünürdü. Sanki şehrin en parlak
ışıkları oralardaydı. Gece gezmeleri buralarda olurdu. Türkiye’de yürüyen merdiven, ilk olarak UIus’da bir alış veriş pasajına yapılmıştı. Birkaç kez onu izlemeye gitmiştik.

Çocuklar, anneleri ve öğretmenleri ile gurur duyarlar. En güzel öğretmen benim öğretmenimdi. Herkes kendi öğretmeninin güzel olduğunu söylerdi. Demek ki öğretmen olmak için güzel olmak gerekli diye düşünürdüm. Annem de en genç ve en güzel anneydi. Çünkü ben ilk çocuktum. Annem, babam gençtiler. Annemin okuluma gelmesi övünç kaynağım olurdu. Bir gün mahallemizden ayrıldık. Kendi evimize taşındık. Ayrılık zamanını bugün bile hatırlamak istemiyorum. Buna ayrılmak denmez. Çatır çatır koparılmıştık. Bir süre okuldan çıkınca, ayak alışkanlığı olarak eski mahallemize gittim. Oyunlara yarım yamalak katıldım. Eskisi gibi olmuyordu. Zaten bundan sonra sokakta oynamadım. Artık büyümüştüm.

Yıllar sonra mahallemiz burnumda tütmeye başladı. O kadar özlemiştim ki mutlaka görmem gerekti. Bu isteğime engel olamadım. Ailece Ankara’ya geldik. Yolda mahallemizi aklımdan geçirirken, bazı anılar daha parlak olarak gözümün önüne geliyor, sanki anlatmam gerekli duygusuna kapılıyor, heyecanlanıyor ve durmadan konuşuyor ailemi özel bir yere götürüyor olmanın sevincini yaşıyordum. Yenimahalle’ye girince daha da heyecanlandım. Hem etrafı görmek istiyor, hem gözlerimi kapatıyordum. Sihirli bir alemdeymişim gibiydim.

Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü durakları geçtik. Kimsede çıt yoktu. Görünen özel bir şey de yoktu. “Buralar bizim mahalle değil.” Demek mecburiyeti hissettim. Aslında dördüncü duraktan geçerken içim cız etti. Sürekli gittiğimiz çocuk parkının önünden geçtik. Öyle bakımsız ve küçüktü ki; ondan söz etmekten çekindim. Halbuki; parkın bahçıvanı gözümün önünde duruyordu. Beşinci durağa gelince şaşkınlığım arttı. Çocukluğumun en muhteşem caddesi Ragıp Tüzün Caddesi yoktu. Küçülmüştü. Belediyenin diktiği fidanlar büyümüş ağaç olmuşlar. Caddeye tünel kurmuşlar. Altıncı durağa gelince ; “işte ilk okulum, işte babamın demirci dükkânı, işte minaresinin ışıkları yansın diye beklediğimiz camii, işte ortaokulum, karakolumuz.” dedim. Ama coşkum kaybolmuştu. Burası , anlattığım, çocukluğumun geçtiği yere benzemiyordu. Öyle boynu bükük, öyle sahipsiz bir hali var ki.. Farkında olmadan “Buralara ne olmuş?” demişim. Çocuklar; “Bir şey olmamış, her şey eskimiş ve ihtiyarlamış.” Deyip güldüler. Her yer nasıl değişmiş, yabancı hale gelmiş. Yeryüzünde canlı cansız ne varsa hızla değişiyor ve bir yere doğru koşuyor bilerek ya da bilmeyerek dedim içimden.

Asıl evimizin olduğu yeri görmeye gitmekten vazgeçtim. Bu fikrimi söyleyemedim. Ve rüyalarıma giren mahallemize yavaş yavaş geldik. Ben, dut yemiş bülbül gibiydim. Ağzımı bıçak açmıyordu. Arabamızı yokuşun başında, tam bizim evin önünde durdurduk. Bacaklarımın bağının çözüldüğünü hissettim. Evimiz yoktu. Yıkmışlar, yerine kocaman apartman yapılmış. Ne bahçesi vardı ne kuş yuvaları. Bahçedeki yatırın buradan şimdi taşınmış olduğunu düşündüm. Yokuşun merdivenlerine oturdum. Başka bir şey görmek istemiyordum. Yokuş aşağı bakarken, kışın kızaklarımızla nasıl uçar gibi
kaydığımı aklıma geldi. Şimdi kış mevsimindeyiz ama kar yağmamıştı. “Kar bile yok.” Dedim içimden. Duvarın dibinde, önüne ekmek kırıntısı koyduğum karınca yuvası da yoktu. Karıncalara basmamak için nasıl dikkat ettiğimi, oturup onları izlediğimi, durup durup ne konuştuklarını merak ettiğimi hatırladım.  Onlarda alıp başlarını gitmişlerdi. Şehir büyümüştü. ” Neden bahçemize kıydınız?” diye içim ağlıyordu. Göz yaşlarımı tuttum. Çocukluğum ölmüştü. Burası, neresiydi… Küskün bir çocuğa benziyordu. Bu mahalle bize küskün olmalıydı. Ben, büyümüş, acımasız kente küskünüm. Çocuk kalbimle geldiğim mahalleden, omuzları düşmüş bir yaşlı olarak; ” Haydi, beyler gidelim.” Dedim. Hüzünlü bir hava esti. Tadı ağzımdan gitmeyen iplere dizilmiş sonbahar renkli alıçlardan da gözlerimi kaçırdım. Aksam karanlığı çökmüştü. Akın Sinemasini görmege gitmedik. O duruyordur neden yıksınlar? Dağdaki su deposu, aşağı sokaktaki fırın, yıldızlı lacivert gökyüzü de …

1994 Nisan İzmit

Hikayeler Seher Kece Türker

https://hikayelerimizden.com

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu