Gerçek Bir Hayat Hikayesi; “ZEYTİN DALI”
Yeni bitmiş envaiçeşit bitkinin rayihası yayılırken ve yeni güne hayat saçan güneş, kırlarda yükselirken, kırların rengarenk örtüsü içinde hayalleri kapkara iki genç seçiliyordu.
‘‘Zeytin dalı neden barışı simgeler?’’ Zeytin dalının neden barışı simgelediğinin gerçek bir öyküsü var mıdır, varsa nedir? Bilmem ama neden barışı simgelediğiyle ilgili tahminimi söyleyebilirim:
Zeytin ağaçlarının olduğu topraklar savaşların, yıkımların toprağıdır da ondan. Molozlar yığılıdır kapı önlerine, asla çiçek öbekleri karşılamaz sizi. Bu yüzden iğne yapraklı bir ağaç dalının değil, zeytin dalının barışı simgelediğine inanırım. Kırda hararetli bir konuşma içindeki bu gençler de böylesi bir coğrafyada kazandıklarını ekmeğine katık etmişlerdi.
‘‘Neden kalmıyorsun?’’ diye sordu uzun boylu, buğday benizli Kays. ‘‘Korkuyorum.’’ Diye yanıtladı kara saçlı, esmer benizli Mücahit.
Şehir abluka altındaydı. Giriş çıkışları yasaklamıştı işgalciler. Bu yüzden şehirden gelen haberlere göre analar çocuklarını beslemek için hiç bilmedikleri otları haşlayıp öğün diye onlara yedirir olmuşlardı. Fakat komşu şehirlerde refah reklam panolarından gece kulüplerine taşıyordu. Defileler, biralar… Lüks ve sefahat taşıyordu bu şehirlerden. Ertesi gün çocuklar en güzel lezzetlerle kahvaltılarını yapacak, okullarının yolunu tutacaklardı. Yeni şeyler öğrenecekler ve belki bir gün de onlar yeni şehirleri abluka altına alacaklardı.
Devam etti Kays, ‘‘O halde niyetin nedir?’’ savaş, adı üstünde savma işi. Kim bilir kaç insan daha dillerini, kültürlerini bilmedikleri ülkelerin yolunu tutacak, oralarda aşağılanıp hor görülecekti? ‘‘Gün doğmadan yola çıkmak.’’ Diye yanıtladı Mücahit, sanki varmak istediği yerin sınırına ulaşabilmiş gibi heyecanlanarak. Gitmesini istemiyordu Kays, ama üstüne varmak istemedi. Neticede o da bir ev bark sahibi idi ve ailesi için ideali neyse onu gerçekleştirecekti. Kays’a doğru yöneldi Mücahit. Bu anlar onu son görüşü olabilirdi. Kollarını açtı, sonra karşısında bir heykel kadar donuk duran Kays’a sarıldı. Kays; tutamadı kendini, gözlerinden bir iki damla yaş yuvarlandı. Göz yaşı çenesinden akıp giderken ikindi ezanının gür sedası yükseliyordu göğe.
Mücahit, kerpiç evine vardı. Kederliydi ev; ağıldan keçi sesleri gelmiyordu artık, çocuklar kapı önünde kaçışmıyordu, çiçek tohumları ekilmiyordu artık. Şimdi renksiz ve kederli, kerpiç bir ev karşılıyordu onu. İçeri girdi. İçeride yere serili eski bir halı ve duvar diplerinde sıralı minderler ile duvara asılı bir Kur’an-ı Kerim vardı. Zaten bir oda bir salondan ibaretti bu ev. Evlere yuva kimliğini kazandıran şatafatı değildir, içindeki huzurdur. Mücahit de eşi Fatima ve oğlu Muhammed ile bu yuvada mutlu idi, fakat artık bu yuvayı terk etme vaktiydi.
Muhammed, keçi tüyleri ve yünlerle doldurulmuş küçük şiltesinde çoktan uyumuştu. Fatima gaz lambasının dalgalı ışığı altında şiltelerini sererken Mücahit derin bir sükûnet içindeydi.
Sabah namazını eşiyle birlikte eda etti Mücahit. Bohçalarını sırtlanıp yola koyulurlarken bir guguk kuşunun sesi duyuluyordu. ‘‘Aklında takip edebileceğimiz bir güzergâh var mı?’’ diye sordu Fatima endişeli bir ses tonuyla. Mücahit’e şaşırıyordu Fatima, bu ıssız yollarda bir başlarına yol almaya aklı ermiyordu. ‘‘Kuzeye’’ diye kestirip attı Mücahit. Mutlaka dağlardan bir gedik bulup bu kara bahtlı diyarı terk edeceklerdi. Zaten abluka altındaki bir şehirden de ancak normal olmayan yollardan çıkılabilirdi. Kays, köy meydanına vardı. Köy, altı ay içinde ne kadar da sessizleşmişti böyle, havsalası almıyordu. Yine de bir gün uyuyup uyandığında her şeyin eskisi gibi olacağını umut ediyordu. Mücahit’le tırmıklarını omuzlarına alıp tarlalarının yolunu tutacaklarını, sonra da öğlen molasında üç taştan bir ocak kurup Seylan çayı demleyecekleri günlere döneceğini umuyordu.
Yürümekten sırtından terler dökülüyordu Mücahit’in, soğuk rüzgâr da vurunca haliyle titriyordu. Kayalık bir bölgede hem öğlen yemeği hem de namaz için mola verdiler. Sırtına bez koyması için Fatima’ya seslendi Mücahit. Ardından eşiyle Muhammed’e yemesi için biraz helva bir dilim de ekmek verip yanı başlarında bir yere oturttular. Muhammed karnını doyurmaya başlayınca teyemmüm alarak namaza durdular.
Kays, çömeldiği ark kıyısında akan suyu seyrediyordu. ‘‘Seninle tartışan ben, buralarda ne yapıyorum ki zaten. Okulsuz, hastanesiz, neyin refahını sağlayabilirim ki eşime ve iki kızıma’’ düşündüklerini sanki akan suya anlatıyordu. Yalnızların ruh hali başkadır; onlar için dost artık ya bir duvar yüzü ya bir ırmak kenarı ya da ufuktur.
Karanlık çökmüştü artık, köyden epey uzaklaşmışlardı. Güvenli bir sığınak aradılar, az ötelerinde bir dizi söğüt ve iğde ağacı boy gösteriyordu. Oraya doğru yollandılar. Kurşuni ayın altında civardan çalı çırpı toplayarak bir ateş yaktılar. Bir ishak kuşunun sesi duyuluyordu. Muhammed, kuşun sesini duyunca kucağında uyumaya çalıştığı annesine sarıldı. Mücahit ise eşi ve çocukları uyuyana dek gözlerini yummadı.
Mücahit jet seslerine irkilerek uyandı. Başını gökyüzüne çevirdiğinde ufuktaki alacalıktan vaktin sabah olduğunu anladı fakat o jetler de nereye gidiyordu öyle? Avucunu korku ve endişeyle açtı. ‘‘Allah’ım bizim köye gidiyor olmasın, yalvarırım bizim köye gidiyor olmasın.’’ Jet seslerine Fatima ve Muhammed de uyanmıştı fakat korkudan ne olduğunu soramadılar bile. Üstelik Muhammed altını ıslatmıştı. Şimdi üçü de titriyordu Mücahit ateş yakmak üzere ayağa kalktı. ‘‘Korkma Fatima, korkma Muhammed geçti artık. Bir uçaktı uçtu, gitti bir daha gelmez.’’
Sınıra varmışlardı artık. Yüzlerce mültecinin buluşma noktasındalardı. Durduk yere kalbi yerinden çıkacakmışçasına çarpmaya başladı Mücahit’in. Şükretti kavuştuğu için. Günlerce yeni bir sayfa açmak için yürümüşlerdi; yol boyunca korkmuşlardı, susamışlardı, acıkmışlardı ve kir pas içindeydiler. ‘‘Keşke tek göz bir evimiz, tek gözlü bir ocağımız olsaydı. Üstünde çorbamız pişer, karnımız doyardı. İhtiyaçlarımızı da kimselere görünmeden karşılayabilirdik.’’ Dedi, Fatima. Elbette ki bir kadın için daha zordu böylesi yolculuklar ama o yaşadıkları durumun zor bir imtihan olduğunu düşünüyordu. Tahammül etmişti, öyle ki zaman oluyor ayaklarında mecal kalmıyor fakat eşine belli etmeden inleyerek yürüyordu, zaman oluyor Muhammed’i o sırtlanıyordu ve bir sızlanma belirtisi dahi göstermiyordu. Güçlü bir kadındı Fatima, mücadelesini veren mütevekkil bir kadın. ‘‘İnşallah’’ diyerek karşılık verdi Mücahit. En çok da biricik yavrusuna bir gelecek kurmak istiyordu. Belki gidecekleri yerlerde standardın çok altında bir ücretle çalışacaktı; fakat o, buna söyleneceğini zannetmiyordu. Karşı ülkenin sivil savunma personelleri, tel örgüler ardından yiyecek ve içecek dağıtırken; o, karşı tarafa geçebilmek için mırıldanarak dualar ediyordu.
İçinden yer yer kamışlar çıkan yıkıntının üstünde dört kelebek uçuşuyordu. Bu yıkıntı öyle sıradan bir yıkıntı değildi, bir anıt mezar olmuştu o; dört kişiye: Kays’a ve ailesine. Belki kimse bilemeyecek Kays’ın başına gelenleri, fakat bir hesap soranı olacak mizan gününde.