Korku HikayeleriÖmer Seyfettin'den Hikayeler

Perili Köşk

Perili Köşk

Sermet Bey  döndü,  arkasındaki  bekçiye:
– İşte  bir  boş  köşk  daha…  dedi.

Küçük  bir  çam  ormanının  önünde  beyaz,  şık  bir  bina,  mermerdenmiş  gibi  göz kamaştıracak  derecede  parlıyordu.  Tarhlarını  yabanî  otlar  bürümüş.  Bahçesinin  demir  kapısında  büyük  bir  “Kiralıktır”  levhası  asılıydı.  Bekçi  başını  salladı:
– Geç efendim,  geç!…  Orası  size  gelmez.
– Niçin  canım?
– Demin  gösterdiğim  evi  tutunuz.  Küçük  ama  çok  uğurludur.  Kim  oturursa  erkek  çocuğu  dünyaya gelir.
– On iki  kişi  nasıl  sığarız  beş  odaya!  Buraya  bakalım,  buraya…  Tam  bize  göre…

Bekçi  tekrar,  katî  bir  işaretle:
– Burada  oturamazsınız  efendim…
dedi.

Sermet Bey,  gözünü  köşkten  alamıyordu.  Her  tarafında  geniş  balkonları  vardı.  Temellerinin  üzerine  yaslanmış  sanılacaktı.  Kuluçka yatan  beyaz  bir  Nemse  tavuğu  gibi  yayvandı.  Yirmi  senedir,  çoluğa çocuğa  kavuşalıdan  beri,  hep  böyle  bir  yuva tahayyül ederdi.  Asabî  bir  isticâl  ile:
– Niçin  oturamayız?
diye  sordu.
– Efendim,  bu  köşkte  peri  vardır.
– Ne  perisi?
– Bayağı  peri!  Gece  çıkar.  Evdekilere  rahat vermez.

Sermet Bey,  gözüyle  gördüğüne,  kulağıyla  işittiğine  inananlardan  değildi.  Eliyle  sıkı sıkıya  tutup  hissetmeyince  bir şeyin  varlığına  hükmetmezdi.  Gözle  kulak  onca  birer  yalan  kovuğuydu.  Yalanlar  hep  bize  bu  dört  kapıdan  girerdi.  Fakat  el…  Fakat lâmise,  hiç  dolma yutmazdı.  Bütün  hurafeler,  bâtıl itikatlar  dimağımıza  hücum  için  gözle  kulağa  koşardı.  Güldü.
– Perinin  bize  zararı dokunmaz!
dedi.

Bekçi  bir  küfür  işitmiş  gibi  Sermet Beyin  yüzüne  baktı.
– Her  giren  evvela  böyle  söyler,  ama  bir  ay  oturmaz.
– Senin  nene lazım.  Haydi  burasını  gezelim.
– Anahtarı  sahibindedir.
– Sahibi  kim?
– Sahibi  Hacı Niyazi Efendi.  İşte  şu  yandaki  köşkte  oturan…
– Haydi  anahtarı  alalım.
– Peki,  ama…

Döndüler.  Sık  ağaçlar  arasından  yalnız  üst  katının  çatısı  görünen  kırmızı  aşıboyalı  bir  eski  eve  doğru  yürüyorlardı.

İhtiyar  bekçi  yolda  beyaz  köşkün  tarihini  kısaca  anlattı.  On  senedir  buraya  girenler  bir  aydan  ziyade  oturamamışlardı.  Evvela  peri  görünüyor,  sonra  büyük büyük  taşlar  atıyor,  nihayet  gelip  camları  kırıyor,  içeridekilere  geceleri  hiç  rahat vermiyordu. Kiracılardan  ikisinin  yüreğine inmiş,  üçünün  evlatlıkları  çarpılmış,  birisinin  karısı  korkudan  altı  aylık  çocuğunu düşürmüştü.  Gölgelerinde  koyunlar  otlayan  çiçekli  badem ağaçlarının  altından  geçtiler.  Kırmızı  köşkün  yeşil  kapısını çaldılar.

***

Hacı Niyâzi Efendi  eski  bir  evkaf memuruydu.  Hürriyet’te  tazminat  olarak  daireden  çekilmiş,  ev  alıp satmakla  geçinmeye  başlamıştı.  Fakat  çok  doğru  bir  adamdı.  Senede  belki  yüz  ev  sattığı  halde  kendi  perili  köşkünü  hariçten  gelip  Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan  enayi  bir  müşteriye  sokmuyor:  “Allah’tan  korkarım  neme lazım!”  diyordu.  Köşkünün  perili  olduğunu  hiç  saklamazdı.  Kapıyı  kendi  açtı.  Bekçi,  Sermet Bey’in  evi  gezmek  istediğini  söyledi:
– Pekâlâ,  buyurun!
dedi.

Önlerine düştü.  Bahçeden  geçtiler.  Hacı Niyâzi Efendi  sokakta  sarı  aba  cübbesinin  cebinden  pirinç  bir  anahtar  çıkardı.  Bahçe  kapısını  açtı.  Sermet Bey’e:
– Bu  anahtar  köşkü  de  açar.
dedi.

Yürüdüler,  bahçe  hakikaten  biraz  vahşiydi.  Bakımsızlıktan,  ayak basmamış  bir  dere  içine  dönmüştü.  Köşkün  arkasındaki  küçük  çam  ormanında  da  vahşi  bir  sükun  vardı.  Bekçi  köşke  girmedi.  Kapıda  kaldı.  Sermet Bey,  ev sahibiyle  gezdi.  Tezyinata hiç  diyecek yoktu.  Alt  kat  bütün  mermerdi.  Sarnıç,  banyo,  kuyu,  kümes,  ahır…  Hepsi  tamamdı.
– Kirası  ne kadar?
– Çok  istemiyorum.  Yüz seksen  lira.  Ama  üç  seneliğini  peşin  isterim.
– Niçin?
– Bakınız  beyim,  niçin:  Düşmanlarım,  köşk  kiracısız  kalsın  diye  peri  lafı çıkarmışlar.  Birisi  girdi  mi,  herkes  fi-sebîlillâh  peri  propagandasına  başlar.  Nihayet  kiracılar  işittikleri  yalanı,  gördük  sanıyorlar.  Mesela  kış  ortası  köşkü  başıma  bırakıp savuşuyorlar.  Daha  fenası,  çıkanlar  da  propagandacılara  katılıyor.  İki  sene  daha  böyle  giderse  malımı  ne  satabileceğim,  ne de  kiracı  bulabileceğim.

Sermet Bey  sordu:
– Köşkünüz  ne kadar  boş  kaldı?
– Vâkıâ  şimdiye  kadar  hemen  hiç…  Fakat  giren,  komşuların  lafına  kapılır.  Çok  durmaz.  Ürker,  kaçar.
– Ben  ürkmem.
– İnşallah.
– Fakat  üç  senelik  peşin,  bu  biraz  ağır…
– Ne  yapayım  beyim.  Canım yandı.  İsterseniz…

Sermet Bey  köşkü  çok  beğenmişti.  Hem  kirası  da  ucuzdu.  Şimdi  üç  odalı  kulübelerin  seneliğine  yüz elli  lira  istiyorlardı.

Hemen  o  gün  kontratı  yaptılar.  Üç  senelik  kira  olan  beş yüz kırk  lira  peşin  verilecekti.  Hacı Niyâzi Efendi’nin  evinden  çıktıktan  sonra  Sermet Bey  bekçiye  çıkardı,  bahşiş  diye  bir  yirmi beşlik  kağıt  verdi.  Bekçi:
– Paranıza  yazık oldu  efendi  dedi,  üç  sene  değil,  üç  ay  oturamazsınız.
– Görürsün.
– Görürüz.  Hacı Efendi  her  girenden  böyle  üç  seneliğini  peşin  alır,  ama  hiçbirisi  bir  yaz  kalamaz.  Verdikleri  para  da  yanar.

***

Sermet Bey  bir  hafta  sonra  kalabalık  ailesiyle  köşke  taşındı.  Halis  bir  zevk  ehliydi.  Her  gece  çalgı çağanak,  yemek,  içmek,  keyif,  sefa  gırla  giderdi.  Daima  akrabalarından  kadın,  erkek,  dört beş  misafiri  bulunurdu.  Sermet Bey  Türkiyeli’ydi.  Fakat Avrupalıların  “Gündüz  cefa,  gece  sefa”  düsturunu  kabul etmişti.  Çocukları  mektebe  giderlerdi.  Kızlarını  büyük  ticarethanelere  kâtip  diye  yerleştirmişti.  Karısı  kız  mekteplerinde  piyano  dersi  verirdi.  Evde  çalışmayan  yalnız  yetmiş beşlik  annesiydi.  O  da mutfağa,  hizmetçilere,  filan  bakardı.  Yemeği  gece yarısına  yakın  yerler,  yemekten  sonra  hiç  oturmazlar,  hemen  yatarlardı.  Aradan  on beş  gün  geçmedi.  Bir  gece  aşağı  kattan  bir  çığlık  koptu.  Hizmetçi  Artemisya,  avazı çıktığı kadar  haykırarak  yukarı koştu.  Arkada,  çamların  arasında  beyaz  bir şeyin  gezindiğini  haber verdi.
– Gözünüze  öyle  görünmüştür!
dedi.

Gören  diğer  hizmetçilere  de  kanmadılar.  Çoluk, çocuk,  hepsi  arka  odanın  balkonuna  çıktılar.  Artemisya’nın  parmağıyla  gösterdiği  beyaz  hayaleti  gördüler.  Ağaçların  altında  duruyor,  sanki  köşke  bakıyordu.  Sermet Bey  gözlerini  oğuşturdu:
– Vay anasını!  dedi,  telkinin  kuvvetine  bak!

Karısı,  kızları,  çocukları  korkudan  sapsarı  kesildiler.  Büyük  kızı:
– Ne  telkini  beybaba!  İşte  karşımızda,  görmüyor  musun?
dedi.
– Görüyorum.
– Ey,  o halde  telkin  ne demek?
– Buraya  girdik gireli  peri  masalından  başka  bir şey  işittik  mi?  Her  gelen  bir şey  söyledi.  Şimdi  biz  bu  tesirle  böyle  hepimiz  birden,  olmayan  bir şeyi  görüyoruz.
– Bu  mümkün  değil.
– Nasıl  değil?

Sermet Bey,  hokkabaz  Kazanöv’ün  nasıl  bütün  bir  tiyatro  halkına  ceplerindeki  saati  yanlış  gösterdiğini  filan  anlattı.  “Gözümüz  kulağımızdan  giren  yalanları  görür  dedi,  fakat  elimizi  bu  gördüğümüz  şeye  sürmeyiz.  Hemen  kaybolur”.  Sonra  kalktı. Karısının  menetmesini  filan  dinlemedi.  Elini  görünen  hayale  sürmek  için  bahçeye  fırladı.  Çamlara  doğru  gitti.  Fakat  hayal  kaçtı.  Kayboldu.  O  gece  evin  içinde  Sermet Bey’den  başka  kimse  uyuyamadı.

… Artık  her  gece  bu  hayali  görüyorlardı.  Sermet Bey,  elini  sürmeye  çıkınca  hayal  kaçıyordu.  Biraz  alışır  gibi  oldular.  Fakat  bir  gece  hepsi  uyurken  müthiş  bir  sarsıntı  köşkü  yerinden oynattı.  Balkonlara  koştular.  Bir şey  göremediler.  Sabahleyin yemek  odasının  dibinde  kocaman  bir  taş  buldular.  Sermet Bey’e  annesi:  “Bizi  bu  köşkten  çıkarmazsan  sana  hakkımı helâl etmem”  demeye  başladı.  Beş yüz kırk  liraya  iki  ay  oturmak…  Bu  Sermet Bey’in  işine gelecek  şey  değildi.  Ama  gece  aşırı  büyük büyük  taşlar  ev  halkına  uyku uyutmuyor,  hepsini  heyecan  içinde  bırakıyordu.  Sermet Bey,  her  defasında  hayalin  üzerine  gidiyor,  bir türlü  elini  süremiyordu.  Taşların  başladığını  duyan  komşular:  “Daha  çıkmazsanız  camlarınızı  da  kırar”  diyorlardı.  Sermet Bey  kontratın,  “Çıkarken  bütün  tamirat  müstecire  aittir”  maddesini  hatırlayarak  daha  ziyade  canı sıkılıyor,  bu  cam  kırma  devresinin  hulûlünden  evvel  bir şey  yapmayı  düşünüyordu.  Yavaş yavaş  kendi  itikadı  da  bozulmaya  başladı.  Nihayet  çıkmaya  karar verdiler.  Fakat  başka  bir  ev  bulamıyorlardı.  Köşke  dair  daha  bin  türlü  hikayeler  işitmeye  başladılar.  Sözde  burası  eskiden  kabristanmış.  Mutfağın  olduğu  yerde  beş yüz  senelik  bir  evliya  yatıyormuş…  Sermet Bey,  atılan  taşlara,  kırılan  camlara  rağmen hâlâ  periye  inanmıyordu.  Bu  peri  daima  çamlığın  içine  kaçıyor,  orada  sır  oluyordu.  Sermet Bey,  bir gün  çamlığın  içine  saklanıp  birdenbire  perinin  karşısına çıkmayı,  yahut  arkasından  yavaşça  gidip  elini  sürüvermeyi  düşündü.  Evdekilerin  hiçbiri  buna  razı olmadı:  “Seni  hemen  oracıkta  çarpar!”  diyorlardı.  Fakat  Sermet Bey,  bulanan  gönlüne  rağmen,  periye,  ecinniye  filan  bir türlü  inanmıyordu.  Ertesi  akşam  koruya  gitti.  Büyük  bir  çamın  alt  dallarından  birine  bindi.  Bekledi,  bekledi.  Gece yarısı  oldu. Köşktekiler  de  meraktan  uyuyamıyorlardı.  Zavallıların  balkonlarda  gezindiklerini  görüyordu.  Birdenbire  yüreği hop etti.  Hayal  sökün etmişti.

Eliyle  dokununca  gölge  gibi  uçup silineceğini  katiyen  bildiği  halde  yine  Sermet Bey’in  dizleri  titremeye  başladı.  İçinden:  “Ben  korkmuyorum,  fakat  vücudum  korkuyor!”  dedi.  Yavaşça  aşağı  atladı.  Hayalin  arkasından  yürüdü.  Şeklinin hatları  pek  sarih gözüküyordu.  Yaklaştığını  hayalet  hiç  duymadı.  Yavaşça  elini  uzattı.  Beyaz  cisme  dokundu.  Hayal  birdenbire  fena halde  ürktü.  Ama  kaybolmadı.  Döndü,  Sermet Bey’i  görünce  alabildiğine  kaçmaya  başladı.

Sermet Bey,  dokununca  kaybolmadığı  için  bu  hayalin  peri  filan  olmadığını  hemen  anlamıştı.  Peşini bırakmadı.  Kovaladı.  Çamlığın  sonundaki  alçak  duvara  dayalı  bir  tahtaya  tırmanırken  yakaladı.  Gayet  kuvvetliydi.  Hayal,  mukâbele  olmadığını anlayınca  çırpınmaktan  vazgeçti.  Sermet Bey:
– Ben  sana  elâlemle  alay etmesini  gösteririm!
diye  zavallı  hayali  sırtladı.  Köşke  doğru  sürükledi.  Bağırdı:
– Lamba  getirin,  suratını  görelim.
– …

Köşk  halkı  bahçe  kapısına  inmişti.
– İnsanmış  kerata!  Ben  dünyada  ecinni  filan  yoktur,  demez  miyim?

Hayal  bir türlü  beyaz  çarşafı  başından  bırakmak  istemiyordu.  Sermet Bey  zorla  çekti.  Sakalı bıyığına karışmış  Hacı Niyâzi Efendi’yi  görünce  şaşırdılar.  Biçare,  yüzünü  göstermemek  için  elleriyle  örtüyordu.  Arkasındaki  Şam  kumaşından  gecelik entarisi yırtılmıştı.

Sermet Bey  bir  kahkaha attı.

Kızlar,  çocuklar,  hizmetçiler  alıklaştılar.

Büyük Hanım,
– Niçin  ümmet-i  Muhammed’i  korkutup  deli ediyorsun  a  efendi?…
dedi.
Sermet Bey:
– Onun  sebebini  ben  bilirim!
cevabını verdi.  Sonra  büyük  kızına  hokka  kalemle,  yazıhanedeki  kontrat kağıdını  çabucak  getirmesini  söyledi.  Hacı Niyâzi Efendi  donmuş  gibi,  sorulan  şeylere  hiç  cevap vermiyor,  hep  yüzünü  karanlıklara  çeviriyordu.  Kontrat kağıdıyla  hokka  kalem  gelince, Sermet Bey:
– Haydi bakalım,  al  eline  kalemi!…  Yüreğine indirdiklerinin,  düşürttüğün çocukların  cezasını görmek  istemiyorsan  söylediğimi  yaz,  imzayı bas!
dedi.

Hacı Niyâzi Efendi  mihânîkî  bir  hareketle  kalemi  kaptı.  Sermet Bey’in  kelime kelime  söylediklerini  tereddüt etmeden  yazdı:  “Kiracım  Sermet Bey’den  köşkün  altı  senelik  kirası  olan  bin seksen  lirayı  peşinen,  aldım”.
– Hah şöyle!
– …

İmzasını attı.  Beyaz  örtüsüne  bu  sefer  yarım  bürünmüş  olduğu halde,  her  gece  sır olduğu  tarafa  gitti.

Sermet Bey’in  iki  senedir  köşkte  oturabildiğine  herkes  hayrette kaldı.  Komşuları  Hacı Niyâzi Efendi’ye:
– Galiba  senin  evin  ecinnileri,  başka  eve  göç ettiler.  Yeni  kiracın  hiç  çıkacağa  benzemiyor!
dedikçe,  evvela  sararıyor,  sonra  kızarıyor,  şu  cevabı  homurdanıyordu:
– Ne  abdest,  ne  oruç,  ne  namaz,  ne  niyaz…  Karılı,  erkekli,  çoluklu çocuklu  hepsi  akşamdan  sabaha  kadar  sarhoş!  Ayol  onlara  ecinni  değil,  şeytan  bile  görünemez!

Ömer Seyfettin

 

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

4 Yorum

  1. bu kitabı okumuştum Ömer Seyfettin in perili köşk kitabı. Ama ben böyle şeylere inanmıyorum.

    1. bende sana katılıyorum onlara inanların allah inancı zayıflamıştır demektir ama tabikide öyle şeylerde var ama periyle cin aynı deği

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu