Yağmur Perisi Trude
Bundan yüzyıl önceki kadar sıcak bir yaz o zamandan bu yana bir daha olmamıştır. Hemen hemen hiçbir yeşillik görünmüyordu; evcil olsun, yabanıl olsun bütün hayvanlar, susuzluk ve sıcaktan bitkin bir halde kırlarda yatıyordu. Vakit öğleden önceydi. Köy sokakları bomboştu. Kaçabilenler, evlerin en iç tarafına kaçmıştı; köy çomarları bile gizlenmişti. Yalnızca şişman Wiesenbauer, büyük evinin kapısında kurumlu kurumlu duruyor, yüzü ter içinde, lüle taşından çubuğunu tüttürüyordu. Bu arada, biraz önce uşaklarının avluya getirdiği koca bir araba yükü kuru otu gülümseyerek seyrediyordu. Yıllarca önce bataklıklı büyük bir çayırlığı az bir paraya ele geçirmişti; komşularının tarlalarında otları yakan son kurak yıllar, onun ambarlarını güzel kokulu kuru otla, kasasını da çil kuronlarla doldurmuştu. İşte şimdi de durmuş, bu bol ürünü gittikçe yükselen fiyatlarla satınca ne kazanabileceğini hesaplıyordu. Eliyle gözlerini gölgeleyerek komşu çiftliklerin ötesinde pırıldayan ufuklara bakıp: “Hiçbiri ürün alamayacak; artık dünyada yağmur kalmadı” diye mırıldandı. Ardından, biraz önce boşaltılmış olan arabanın yanına gitti, bir avuç kuru ot çekip yayvan burnuna götürdü ve güçlü ot kokusundan sanki birkaç kuron kokusu daha alabiliyormuş gibi kurnazca gülümsedi.
Tam o anda, elli yaşında kadar görünen bir kadın eve girmişti. Kadıncağız, solgun ve hastalıklı görünüyordu, boynuna sarılı siyah ipek mendili, yüzünün endişeli anlatımını daha da canlandırıyordu.
Wiesenbauer’e elini uzatarak: “Günaydın, komşu” dedi; “ortalık cehennem gibi yanıyor; neredeyse insanın başında saçları tutuşacak!”
Wiesenbauer: “Bırak tutuşsun, Stine Anne, bırak tutuşsun; hele şu arabadaki otlara bir bak! Bana bir zararı dokunamaz ki!” diye yanıtladı.
“Öyle, öyle, Wiesenbauer! Sizin yüzünüz gülebilir ama bu böyle giderse bizler ne olacağız?”
Köylü başparmağıyla çubuğundaki külü bastırarak havaya birkaç güçlü duman bulutu savurdu. “Görüyor musunuz? İşte akıllı geçinmenin sonu budur,” dedi. Ben bunu ona her zaman söyledim; ama sizin rahmetli hep kendi kafasının dikine gitti. Ovadaki bütün topraklarını değişecek ne vardı? Şimdi size tepelerdeki tarlalar kaldı; ekinleriniz kuruyor, hayvanlarınız susuzluktan ölüyor.”
Kadın içini çekti.
Şişman adam birdenbire acır gibi bir hal aldı. “Fakat, Stine Anne, buraya rasgele gelmediğinizi anlıyorum;
derdiniz neyse söyleyiverin, canım!” dedi.
Dul kadın yere bakıyordu: “Bana borç verdiğiniz elli Taler’i Yohanni Yortusu’nda size ödemek zorunda olduğumu biliyorsunuz; o gün de kapıya geldi.”
Köylü etli elini kadının omzuna koydu. “Üzülmeyin kadınım! Benim paraya gereksinmem yok; günü gününe kazanıp yaşayan bir adam değilim. Bunun için bana toprağınızı rehin verebilirsiniz; gerçi toprağınız pek iyi değil ama, bu seferlik işimi görür. Cumartesi günü yargıca gidebiliriz.”
Endişeli kadın soluk aldı.”Gerçi yeniden para gidecek ama, gene de size teşekkür ederim” dedi.
Wiesenbauer, küçük, zeki gözlerini kadından ayırmamıştı. Sözünü sürdürdü: Şimdi burada ikimiz baş başayken size şunu da söyleyeyim: Oğlunuz Andrees kızımın peşinden ayrılmıyor!”
“Hay Allah iyiliğini versin komşu! Biliyorsun ki, çocuklarımız birlikte büyüdü!”
“Olabilir, kadınım; ama delikanlı, kızımla evlenip de burada bütün mal ve mülkün üzerine oturacağını umuyorsa, hesaba beni katmamış demektir.”
Zayıf kadın biraz doğruldu, adama hemen hemen öfkeli gözlerle baktı. “Benim Andreesimde ne kusur buluyorsunuz?” diye sordu.
“Andreesinizde ne kusur mu buluyorum, Bayan Stine? Hiçbir kusur bulduğum yok! Ama…” Elini kırmızı yeleğinin gümüş düğmelerinde gezdirdi. “Kız benim kızımdır; Wiesenbauer’in kızını da daha iyi birileri isteyebilir.”
Kadın yumuşak bir sesle: “Mevsimi gelmeden o kadar çok böbürlenmeyin, Wiesenbauer!” dedi.
“Mevsimi geldi; sıcak mevsim de sürüp gidiyor. Ambarlarınıza bu yıl da ürün gireceği yok. İşte böyle, işleriniz hep kötüye gidiyor.”
Kadın derin düşünceye dalmıştı; son sözcükleri ancak işitmiş gibiydi. “Evet” dedi, “yazık ki haklı olmanız olasılığı var, Yağmur Perisi Trude uykuya dalmış olmalı; ancak onun uyandırılabileceğini de unutmayın!”
Köylü sert bir sesle: “Yağmur Perisi Trude mi?” diye sözü aldı. “Siz bu saçmalıklara inanıyor musunuz?”
Kadın, gizemli bir tavırla yanıt verdi: “Saçmalık değil, komşu! Benim büyük ninem gençliğinde onu bir kez uyandırmış. Periyi uyandırmak için kullanılan sözleri hep anımsardı, bana kaç kez söylemişti; ama ben bu sözleri o zamandan bu yana çoktan unuttum.”
Şişman adam öyle güldü ki, karnının üstündeki gümüş düğmeler bir danstır tutturdular. “Öyleyse Stine Anne, sen otur da tılsımlı sözlerini anımsamaya çalış. Ben barometreme inanırım; barometre de sekiz haftadan beri hep güzel hava gösteriyor!”
“Barometre cansız bir şeydir, komşu, havayı barometre yapamaz!”
“Öyleyse sizin yağmur periniz Trude de bir hortlak, bir hayalet, bir hiçtir!”
Kadın ürkek ürkek: “Wiesenbauer, demek ki siz yeni mezheptensiniz!” dedi.
Ancak adam gittikçe ateşleniyordu. “İster yeni, ister eski mezhepten olayım!” diye bağırdı. “Siz gidip yağmur perinizi arayın; onu uyandıracak tılsımlı sözleri anımsayıp söyleyin! Bugünden başlayarak yirmi dört saat içinde yağmur yağdırabilirseniz, o zaman!” Birden durdu, önüne doğru birkaç kalın duman bulutu savurdu.
Kadın: “O zaman ne olacak, komşu?” diye sordu.
“O zaman… O zaman… Hay kör şeytan! Evet, o zaman sizin Andrees benim Marenimi alsın!”
Tam bu sırada oturma odasının kapısı açıldı; ceylan gözlerine benzer kestane renkli gözleri olan, güzel, fidan gibi bir genç kız dışarıya çıkarak onların yanına geldi. “Kabul, baba” diye bağırdı, “sözün söz, değil mi?” O arada sokaktan eve giren yaşlıca bir adama dönüp ekledi: “Siz de işittiniz, Schulze Ağabey!”
Wiesenbauer: “Haydi canım, Maren, babana karşı tanık göstermene gerek yok,” dedi; “hiçbir şey beni sözümden döndüremez.”
Schulze, bu sırada uzun bastonuna dayanmış olduğu halde bir süre havaya baktı; keskin gözü, yanan göğün derinliğinde beyaz bir noktacığın yüzdüğünü mü görmüştü ya da bunu yalnızca istiyordu da onun için gördüğünü mü sanmıştı? Sinsi sinsi gülümsedi: “Uğurlu kademli olsun, Wiesenbauer Ağabey! Andrees her bakımdan yaman bir delikanlıdır!” dedi.
Bundan biraz sonra Wiesenbauer’le Schulze çeşitli hesaplar hakkında görüşmek üzere oturma odasında baş başa vermişken, Maren de Stine Anne ile birlikte, köy sokağının öteki yanında onun küçük odasına giriyordu.
Dul kadın, köşeden çıkrığını alarak: “Yavrum” dedi, “Yağmur Perisi’ni uyandırmak için söylenen sözleri biliyor musun?”
Genç kız şaşkınlıkla başını arkaya kaldırıp: “Ben mi?” diye sordu.
“Babana o kadar cesurca meydan okudun ki, öyle sandım.”
“Hayır Stine Anne; yalnızca içimden öyle geldi. Hem de sizin bu sözleri toparlayabileceğinizi düşündüm.
Kafanızı biraz yoklayın; herhalde bir yanda gizlenmiş duruyorlardır!”
Stine Anne başını salladı. “Büyük ninem öleli çok oldu. Ama şunu çok iyi anımsıyorum: O zamanlar, hayvanlarımızı yitirdiğimizde ninem gizlice: ‘Bir kez Yağmur Perisi’ni uyandırdığım için bunu bize oyun olsun diye Ateş Adam özellikle yapıyor’ demeyi alışkanlık haline getirmişti.”
Genç kız: “Ateş Adam mı?” diye sordu. “Bu da kim oluyor?” Ama daha bir yanıt almadan, pencereye atılmış, bağırıyordu: “Aman Tanrım! Anne, Andrees geliyor; bakın ne kadar bitkin görünüyor!”
Dul kadın, çıkrığının başından kalktı. Üzgün üzgün: “Doğru kızım” dedi, “sırtında ne taşıdığını görüyor musun? Koyunlardan birisi daha susuzluktan çatlamış.”
Köylü biraz sonra odaya girdi; ölü hayvanı yere, kadınların önüne koydu… Yanık alnının terini eliyle silerek üzgün bir tavırla: “İşte alın!” dedi.
Kadınlar, ölü hayvandan çok delikanlının yüzüne bakıyorlardı. Maren: “Bu kadar üzülme, Andrees!” dedi.
“Yağmur Perisi’ni uyandıracağız; o zaman her şey düzelecek.”
Andrees: “Yağmur Perisi!” diye yavaşça yineledi. “Evet Maren, o uyanabilseydi! Ama yalnızca bunun için üzülmüyorum. Dışarda başıma bir iş geldi de.”
Annesi yavaşça oğlunun elini tuttu. “Söyle şunu oğlum” diye yalvardı. “Söyle de içine dert olmasın!”
Andrees: “Öyleyse dinleyin” dedi. Hem koyunlarımıza bakmak, hem de dün akşam onlar için yukarıya taşıdığım suyun uçup uçmadığını görmek istiyordum. Fakat otlağa geldiğim zaman, orada bir acayiplik olduğunu hemen fark ettim; su gerdeli, koyduğum yerde değildi; koyunlar da görünmüyordu. Onları aramak için yamaçtan inip büyük tepeye kadar gittim. Öteki yana vardığım zaman hepsinin boyunlarını toprağa uzatmış, soluk soluğa yattıklarını gördüm; bu zavallı hayvan da çoktan çatlamıştı. Koyunların yanında gerdel devrilmiş ve tümüyle kurumuş olarak duruyordu. Bunu hayvanlar yapmış olamaz; kötülük isteyen birisi her halde bir oyun oynamıştır.”
Annesi: “Çocuğum, oğlum” diye oğlunun sözünü kesti: “Ama bir dula kim kötülük etmek ister ki?”
“Sen yalnızca dinle, anne; bak dahası da var. Tepeye çıkıp yukardan ovanın her yanına baktım; ama hiç kimse görünmüyor, her gün olduğu gibi yakıcı bir sıcak sessizce tarlalara çöküyordu. Yalnızca, yanımda cüceler deliğinin tepeye girdiği yerdeki büyük taşlardan birisinin üstünde iri bir semender oturmuş, çirkin vücudunu güneşlendiriyordu. Ben yarı şaşkın, yarı öfkeli bir halde hâlâ çevreme bakınırken birdenbire arkamda, tepenin öbür yanında sanki birisi kendi kendine konuşuyormuş gibi bir mırıltı işittim; arkama döndüğüm zaman, al giysili, kırmızı külahlı bir cücenin aşağıda, fundalar arasında ağır adımlarla bir aşağı bir yukarı dolaştığını gördüm. Bunun birdenbire nereden geldiğini bilmediğim için korktum! Hem de çok kötü ve biçimsiz bir şeydi. Büyük, kırmızı ellerini arkasında kavuşturmuştu; bu arada eğri parmakları örümcek ayağı gibi havada oynuyordu. Taşların yanındaki dikenliğin arkasına geçtim; kendimi göstermeden buradan her şeyi görebiliyordum. Aşağıdaki ucube, hâlâ kımıldanıp duruyordu; eğilip yerden bir demet kavrulmuş ot kopardı; kabak kafasıyla öne doğru takla atıp düşecek sandım. Fakat çöp gibi bacaklarının üstünde yine doğruldu; kuru otu büyük yumrukları arasında ezip toz haline getirerek öyle korkunç bir sesle gülmeye başladı ki, tepenin öbür yanında yarı ölü koyunlar yerlerinden fırlayıp çılgınca bir kaçışla yamaçtan aşağı koştular. Cüce ise daha gürültülü gülüyordu; aynı zamanda bir bacağından öbür bacağına atlamaya başladı; şişko vücudunun altında çöp gibi bacaklarının kırılıvereceğinden korktum. Bunu seyretmek insanı korku içinde bırakıyordu; çünkü cücenin küçük, kara gözlerinden adeta kıvılcımlar saçılmaktaydı.”
Dul kadın, yavaşça genç kızın elini kavramıştı.
“Şimdi Ateş Adam’ın kim olduğunu anladın mı?” diye sordu. Maren başını eğerek onayladı.
Andrees anlatmayı sürdürüyordu: “Hepsinden korkuncuysa sesiydi. ‘Şu saygısız insanlar, şu kaba köylüler onu bilselerdi, bir bilselerdi!’ diye bağırdı; sonra da kurbağa gibi öten cırtlak sesiyle garip bir şarkı söyledi;
sanki bir türlü hırsını alamıyormuş gibi aynı şarkıyı başından sonuna kadar birkaç kez yineledi. Durun, sanırım anımsadım!”
Genç köylü biraz durduktan sonra sürdürdü:
“Dalgalar buhar oldu,
Kaynaklar tozla doldu!”
Andrees başına gelenleri anlatırken Stine Anne durmadan çevirdiği çıkrığını birdenbire durdurarak oğluna meraklı gözlerle baktı. Ama o gene susmuş, düşünür gözüküyordu.
Kadın yavaşça: “Arkasını getir!” dedi.
“Arkasını bilmiyorum, anne; yolda bu şarkıyı belki yüz kez yineledim ama şimdi unuttum.”
Ama Stine Anne duraksayan bir sesle:
“Ormanlar sessiz, ıssız,
Ateş Adam yapyalnız,
Tarlalarda koşuyor,
Dans edip kor saçıyor!”
diye şarkının arkasını söyleyince oğlu da hemen ekledi:
“Güzel Yağmur Perisi!
Uykun üzer herkesi;
Çok dikkat et kendine;
Sen uyurken, bir nine,
Karanlıkta kal diye
Seni verir geceye!”
Stine Anne: “Yağmur Perisi Trude’nin şarkısı işte budur!” diye bağırdı. “Haydi şimdi çabucak bir kez daha yineleyelim! Maren, sen de iyi dikkat et de yine aklımızdan çıkmasın!”
Ana oğul ikisi birden duraklamadan şarkıyı bir kez daha söylediler.
“Dalgalar buhar oldu,
Kaynaklar tozla doldu!
Ormanlar sessiz, ıssız,
Ateş Adam yapyalnız,
Tarlalarda koşuyor,
Dans edip kor saçıyor!
Güzel Yağmur Perisi!
Uykun üzer herkesi;
Çok dikkat et kendine;
Sen uyurken, bir nine,
Karanlıkta kal diye
Seni verir geceye!”
Maren bağırarak: “Artık bütün üzüntülerimiz biter!” dedi: “Şimdi Yağmur Perisi Trude’yi uyandırırız; yarın bütün tarlalar yeniden yeşerir, öbür gün de düğün var!” Sonra, kesik kesik sözlerle, gözleri parlayarak, babasından kopardığı sözü Andreesine anlattı.
Dul kadın bu kez dedi ki: “Yavrum, Yağmur Perisi’ne hangi yoldan gidildiğini de biliyor musun?”
“Hayır, Stine Anne; yoksa yolu siz de mi unuttunuz?”
“Marenciğim, Yağmur Perisi Trude’ye büyük ninem giderdi; bana yoldan hiç söz etmedi.”
Maren: “Öyleyse ne yapacağız, Andrees?” diyerek bu arada alnını buruşturup kımıldamayan gözlerle önüne bakan genç köylünün kolunu kavradı. “Haydi söylesene! Başka işlerde sen her zaman bir çarebulabilirsin!”
Andrees: “Belki şimdi de bir çare biliyorum!” diye düşünceli bir tavırla yanıt verdi. “Bugün öğleyin koyunlara yine su götürmem gerek. Dikenliğin arkasından Ateş Adam’ı belki bir daha gözetleyebilirim!
Perinin şarkısını nasıl açığa vurduysa, elbette yolunu da ağzından kaçırır; çünkü koca başı hep bunlarla dolup taşmışa benziyor.”
Kararlarını değiştirmediler. Her ne kadar daha uzun uzadıya konuştularsa da, daha iyi bir çare bulamadılar.
Biraz sonra Andrees, taşıdığı sularla yukarki otlağa gelmiş bulunuyordu. Büyük tepeye yaklaştıkça, Cüceler Deliği’ndeki taşlardan birisinin üstünde cücenin oturduğunu daha uzaktan gördü. Cüce, gererek açtığı beş parmağıyla kırmızı sakalını sıvazlıyordu. Elini sakalından her çekişinde, küçük bir yığın halinde kopan ateş yumakları, güneşin göz kamaştıran ışığında tarlaların üzerine doğru süzülerek gidiyordu.
Andrees kendi kendine: “İşte çok geç kaldın, bugün hiçbir şey öğrenemeyeceksin” diye düşündü. Sanki hiçbir şey görmemiş gibi yolunu değiştirip yan tarafa, devrilmiş gerdelin hâlâ durduğu yere gitmek istedi.
Ama birisi ona sesleniyordu. Arkasında, Cüce’nin kurbağa sesiyle: “Benimle konuşmak istediğini sanıyordum” dediğini işitti.
Genç köylü dönerek birkaç adım geriye kaldı. “Sizinle konuşacak neyim olsun? Sizi tanımıyorum ki…” diye yanıt verdi.
“Öyle ama, Yağmur Perisi Trude’ye giden yolu öğrenmek istemiyor muydun?”
“Size bunu kim söyledi?”
“Koca bir adamdan daha akıllı olan serçe parmağım!”
Andrees bütün cesaretini topladı; tepeye doğru çıkarak Cüce’ye birkaç adım daha yaklaştı. “Serçe parmağınız akıllı olabilir” dedi. “Ama Yağmur Perisi’ne giden yolu bilemez; çünkü bunu en akıllı insanlar bile bilmiyor.”
Cüce, bir kara kurbağa gibi kendisini şişirdi, ateşten sakalını pençesiyle birkaç kez öyle bir sıvazladı ki, çıkan ateş karşısında Andrees sendeleyerek bir adım geriledi. Fakat birdenbire Cüce, genç köylüye kötü, küçük gözlerinde beliren gururlu bir aşağı görüş ve alayla bakarak cırtlak sesiyle dedi ki: “Çok safsın, Andrees, sana Yağmur Perisi’nin, büyük ormanın arkasında oturduğunu söylemiş olsam bile, ormanın ötesinde oyuk bir söğüt ağacı bulunduğunu bilemezdin!”
Andrees: “Şimdi bir aptal rolü oynamak gerek!” diye düşündü; aslında yiğit bir delikanlı olmakla birlikte, köylüydü; dünyaya gelirken payına epey kurnazlık düşmüştü. Ağzını bir karış açıp “Hakkınız var, elbette bunu bilemezdim” dedi.
Cüce konuşmayı sürdürüyordu: “Ormanın ötesinde oyuk bir söğüt ağacı bulunduğunu sana söylemiş olsaydım bile, ağacın içinde bir merdivenin Yağmur Perisi’nin bahçesine indiğini bilemezdin.”
Andrees: “İnsan nasıl da yanılabiliyor!” dedi. “Bahçeye doğrudan doğruya girilebileceğini sanmıştım.”
“Doğrudan doğruya bahçeye girebilseydin bile, Yağmur Perisi’nin ancak temiz bir erden tarafından uyandırılabileceğini yine de bilemezdin!”
Andrees düşündüğünü söyledi: “Anlaşıldı, benim için hiçbir çare yok; bari yine hemen eve döneyim.”
Cücenin geniş ağzı hain bir sırıtışla gerildi. “İlk önce suyunu gerdele koymayacak mısın?” diye sordu;
“güzel hayvanların susuzluktan nerdeyse ölecek.”
Delikanlı: “Dördüncü kez hakkınız var!” diye yanıtladıktan sonra kovalarıyla birlikte tepeyi döndü. Fakat suyu sıcak gerdele boşaltınca su cızırdayarak yükseldi, beyaz buhar bulutları halinde havaya dağıldı.
Andrees: “Bu da iyi!” diye düşündü. “Koyunlarımı eve alırım; yarın da erkenden Maren’i Yağmur Perisi’ne götürürüm. Maren, Peri’yi uyandırır!”
Tepenin öbür yanındaysa cüce, taşlarından atlamıştı. Kırmızı külahını havaya fırlatıyor, kişner gibi kahkahalar atarak yamaçtan aşağıya yuvarlanıyordu. Sonra yine çöp gibi ince bacaklarının üstüne fırladı, çevrede delice dans etti; bu arada kurbağa sesiyle birbiri arkasına şöyle bağırıyordu; “Çocuk kafalı, kaba köylü beni kandırmayı düşünüyordu; oysa Trude’nin yalnızca kendi şarkısıyla uyandığını daha hâlâ bilmiyor. Şarkıyı da Ekkenekkepen’den başkası bilmez; Ekkenekkepen de benim!”
Kötü yürekli cüce şarkıyı öğleden önce ağzından kaçırdığını bilmiyordu.
***
Maren, pencereyi açıp başını serin havaya çıkardığı zaman bahçede, odasının önündeki ayçiçeklerinin üzerine güneşin ilk ışığı daha yeni vurmuştu. Bitişikteki oturma odasının yatak hücresinde uyuyan Wiesenbauer, pencerenin gürültüsünden uyanmış olmalıydı; çünkü biraz önce duvarın ötesinden işitilen horlaması birdenbire durmuştu. Uykulu bir sesle: “Ne yapıyorsun, Maren?” diye seslendi. “Bir şey mi istiyorsun?”
Genç kız, parmağını dudaklarına götürdü; babası, niyetini öğrense, onu evden bırakmazdı; bunu çok iyi biliyordu. Fakat çabucak kendini toparladı. “Uyuyamadım, baba” diye yanıt verdi; “herkesle birlikte çayıra gidip çalışmak istiyorum; bu sabah öyle hoş bir serinlik var ki…”
Köylü yine seslendi: “Buna gerek yok, Maren; benim kızım hizmetçi değildir”. Biraz sonra ekledi: “Ama eğlenirsen o başka! Ama fazla sıcak basmadan, vaktinde eve dön. Benim sıcak biramı da unutma!” Bununüzerine, öteki yanına öyle bir dönüş döndü ki; yatağın tahtası çatırdadı; biraz sonra da genç kız, pek iyi tanıdığı ölçülü horlamayı yine duymaya başladı.
Oda kapısını dikkatle açtı. Sokak kapısından dışarıya çıkınca, uşağın her iki hizmetçi kızı yineuyandırdığını işitti. “Böyle yalan söylemek zorunda kalmam ne kötü” diye düşündü ve biraz içini çekti;
“ama insan sevgilisi için ne yapmaz.”
Karşı yanda, Andrees pazar kılığıyla onu bekliyordu. “Yağmur Perisi’nin şarkısını anımsıyorsun ya?” diyekarşıdan seslendi.
“Evet, Andrees! Sen de yolu unutmadın, değil mi?” Delikanlı, yalnızca başıyla işaret etti.
“Öyleyse gidelim!” Fakat o sırada Stine Anne de evden çıkarak gelmişti; oğlunun cebine bal şarabıyla dolu küçük bir şişe koydu. “Bu da büyük ninemden kalmadır” dedi; “ninem bunu her zaman çok gizli tutar, değerli görürdü. Bal şarabı size sıcakta iyi gelecektir!”
Bunun üzerine iki genç sessiz köy yolundan aşağıya doğru gittiler; dul kadın daha uzun bir süre durarak genç ve gürbüz hayallerin kaybolduğu yöne baktı.
İkisinin gittiği yol, köy sınırının ötesinde geniş bir otlağa çıkıyordu. Sonra büyük ormana geldiler. Ancak ormandaki ağaçların yapraklarından çoğu kurumuş bir halde yerlere dökülmüştü; onun için güneş aralardan her yana ışığını salıyordu; ışıkların boyuna değişmesinden genç köylülerin gözleri kamaştı.
Meşe ve kayın ağaçlarının gövdeleri arasında epeyce ilerledikten sonra, kızcağız genç adamın kolunu yakaladı.
Köylü: “Nen var, Maren?” diye sordu.
“Köy saatimizin çaldığını işittim, Andrees.”
“Ya, bana da öyle geldi.”
“Saat altı olmalı! Şimdi babama sıcak birasını kim kaynatacak? Bütün hizmetçi kızlar tarlada.”
“Bilmem, Maren; artık çaresi de yok!”
“Doğru, artık çaresi yok. Şarkımızı hâlâ anımsıyor musun?”
“Elbette, Maren!”
“Dalgalar buhar oldu,
Kaynaklar tozla doldu!”
Andrees bir an duraksayınca genç kız hemen arkasını getirdi:
“Ormanlar sessiz, ıssız,
Ateş Adam yapyalnız
Tarlalarda koşuyor,
Dans edip kor saçıyor!”
Sonra da: “Of! Güneş ne kadar yakıyor!” diye yakındı.
Andrees: “Evet, beni de adamakıllı çarptı” diyerek elini yanağına sürttü.
Sonunda ormandan çıktılar; yaşlı söğüt hemen birkaç adım önlerinde duruyordu. Ağacın koca gövdesi tümüyle oyuktu; bunun içindeki karanlık, toprağın derinliklerine gidiyor gibiydi. İlk önce Andrees yalnız olarak aşağıya indi; Maren de ağacın oyuğuna dayanarak onu görmeye çalışıyordu. Ama az sonra genç adamı hiç göremez oldu, yalnızca aşağıya inerken çıkan gürültü kulaklarına geliyordu. Korkmaya başladı;
yukarıda çevresi o kadar ıssızdı ki… Artık aşağıdan da hiçbir ses işitemiyordu. Başını iyice oyuğa sokarak bağırdı: “Andrees!” Biraz sonra ona aşağıdan yine yukarıya çıkıldığını işitiyormuş gibi geldi; adını çağıran genç adamın sesini de gitgide fark etti ve kendisine uzattığı elini yakaladı. Andrees: “Aşağıya bir merdiven iniyor ama bu merdiven çok dik, her yanından tahtası kopmuş; kim bilir ne kadar derinlere gidiyor!”
Maren büyük bir korku duydu. Andrees: “Korkma” dedi; “ben seni taşırım; ayağıma güvenilir.” Sonra, ince vücutlu genç kızı geniş omzuna kaldırdı; kız, kolunu onun boynuna sıkıca sarınca, genç adam derinliğe doğru dikkatle inmeye başladı. Koyu bir karanlık çevreyi sarmıştı; ama Maren, dolambaçlı bir salyangoz kabuğu içindeymiş gibi böyle basamak basamak aşağıya indirilirken geniş bir soluk aldı; çünkü burada, toprağın içinde hava serindi. Yukarıdan onlara hiçbir ses gelmiyordu; yalnızca, yukarıya, ışığa doğru boş yere çıkmaya çalışan yeraltı sularının, boğuk boğuk uğuldadığını uzaktan bir kez işittiler.
Genç kız: “Bu neydi?” diye sordu.
“Bilmiyorum, Maren.”
“Acaba bunun hiç sonu yok mu?”
“Hemen hemen hiç yok gibi görünüyor.”
“Sakın Cüce seni aldatmış olmasın!”
“Sanmıyorum, Maren.”
Böylece, gittikçe daha derinlere indiler. Sonunda, altlarında güneş ışığının parıltısını yine duyumsadılar; bu ışık her adımda daha parlak bir durum alıyordu. Bununla birlikte aynı zamanda onlara doğru boğucu bir sıcak da yükselmekteydi. En alt basamaktan açıklığa çıktıkları zaman, önlerinde tümüyle yabancı bir bölge gördüler. Maren şaşkın şaşkın çevresine bakındı. Sonunda: “Güneş, aynı güneşmiş gibi duruyor!” dedi.
Andrees, genç kızı yere indirerek: “Herhalde öteki güneşten soğuk değil” dedi.
Bulundukları yerden, iki yanında yaşlı söğüt ağaçları bulunan, taşlı, geniş bir yol uzaklara doğru gidiyordu. Uzun bir süre düşünmeden, sanki yol kendilerine gösterilmişçesine ağaç dizilerinin arasında gittiler. Çevrelerine baktıklarında, ucu bucağı olmayan ıssız bir ova görüyorlardı; bu ova, suları çekilmiş, karmakarışık göl ve ırmak yataklarından ibaretmiş gibi her tür yatak ve çukurlarla parça parça bölünmüştü. Kuruyan bir sazlıktan yükseliyormuş gibi havayı dolduran boğucu bir buhar bu olasılığı güçlendiriyor gibiydi. Ayrı ayrı duran ağaçların gölgeleri arasında öyle bir sıcaklık toplanmış bulunuyordu ki, iki yolcuya, tozlu yol üzerinde küçük, beyaz alevlerin uçuştuğunu görüyorlarmış duygusu geldi. Andrees, Cüce’nin ateşten sakalından kopan yumakları anımsamak zorunda kalıyordu. Hatta bir keresinde de, güneşin göz kamaştıran ışığında iki gözün çevresindeki koyu halkayı gördüğünü, sonra yanında, çöp gibi küçük bacakların delice sıçramasını iyice işittiğini sandı. Bunlar kâh sağında, kâh solunda oluyordu. Ama döndüğü zaman hiçbir şey göremiyordu; yalnızca ateş gibi sıcak hava, gözlerinin önünde kamaştırıcı bir biçimde kıvılcımlanarak titriyordu. Genç kızın elini kavrayıp her ikisi de güçlükle ilerlerken: “Bize bu işte fazla sıkıntı veriyorsun; ama bugün bizi yenemeyeceksin” diye düşünüyordu.
Birbirlerinin gittikçe güçleşen soluk alışlarını dinleyerek ilerliyorlardı. Önlerinde tekdüze uzanan yol hiç sona ermeyecek gibiydi; yanlarında ardı arkası gelmeyen kül renkli, yaprakları yarı dökülmüş söğütler, bunların ötesinde, şurada burada kötü kokulu buharların tüttüğü çukurlar uzayıp gidiyordu. Maren, birdenbire durarak, gözleri kapalı olduğu halde bir söğüdün gövdesine dayandı. “Artık ilerleyemeyeceğim; hava baştan başa ateş” diye mırıldandı.
Andrees, o zamana kadar el sürmediği küçük bal şarabı şişesini anımsadı. Tıpayı çekip açtığı zaman, belki yüz yıl önce arıların, çanaklarından bu şarap için bal topladığı binlerce çiçek açmış gibi güzel bir koku yayıldı. Genç kızın dudakları şişenin kıyısına dokunur dokunmaz, zavallı hemen gözlerini açtı. “Ah! Ne güzel bir çayırdayız:” diye bağırdı.
“Çayırda filan değiliz, Maren; ama iç de biraz güçlen!”
Kız içince doğruldu, parlak gözlerle çevresine baktı. “Sen de bir kez iç, Andrees; bir kadın yalnızca zavallı bir yaratıktan başka bir şey değil!” dedi.
Andrees de şaraptan içtikten sonra: “Ama bu sahiden enfes bir şey” diye bağırdı. “Kim bilir büyük nine bunu neden yaptı!”
Sonra güçlenip neşeli neşeli konuşarak ilerlediler. Ancak az sonra kız yine durdu. Andrees: “Ne var, Maren?” diye sordu.
“Hiçbir şeyim yok; yalnızca aklıma bir şey geldi de…” “Ne geldi, Maren?”
“Bak, Andrees! Babamın yarı otu daha dışarıda, çayırlarda duruyor; ben de gidip yağmur yağdırmak istiyorum!”
“Baban zengin bir adamdır, Maren; ama bizlerin birazcık otumuz çoktan ambara girdi; ürünlerimizin hepsi de daha hâlâ kuru saplarında duruyor.”
“Evet, evet, Andrees, hakkın var; başkalarını da düşünmek gerek!” Ancak biraz sonra, sessizce kendi kendine ekledi: “Maren, Maren, saçmalama; hepsini yalnızca sevgilin için yapıyorsun!”
Böylece bir süre daha yürüdüler, genç kız birdenbire bağırdı: “Bu da ne? Neredeyiz acaba? Ne büyük, ne kocaman bahçe!”
Gerçekten de nasıl olduğunu bilmeden, hep bir örnek uzayıp giden söğütlü yoldan büyük bir parka gelmişlerdi. Geniş ve şimdi kurumuş olan çimli alanın her yanında öbek öbek, uzun, görkemli ağaçlar yükseliyordu. Gerçi bunların yaprakları kısmen dökülmüştü ya da kuru veya pörsümüş bir durumda dallarda sallanıyordu ama cüretli dalları hâlâ göklere doğru yükseliyor, güçlü kökleri toprağın diplerini kavrıyordu. İki gencin daha önce hiç görmedikleri kadar çok çiçek, şurada burada yeri örtüyordu; ancak bu çiçekler solgun ve kokusuzdu; tam olgunluk zamanlarında öldürücü sıcağın etkisinde kalmışa benziyorlardı.
Andrees: “Tam yerindeyiz sanırım!” dedi.
Maren başıyla doğruladı. “Şimdi, ben dönünceye kadar senin burada kalman gerek.”
Andrees: “Evet öyle” diyerek büyük bir meşenin gölgesine uzandı. “Artık ötesi senin işin! Şarkıyı aklında iyi tut, söylerken şaşırma!”
Böylece genç kız geniş çimenlikte, göklere yükselen ağaçların altında yalnız başına ilerledi. Biraz sonra, artık geride kalmış olan Andrees, onu hiç göremez oldu. Maren ise, yalnızlık içinde gittikçe ilerliyordu.
Biraz sonra ağaç öbekleri bitti, yer alçaldı. Genç kız, kurumuş bir su yatağında gittiğini anlamıştı; yer beyaz kum ve çakılla örtülüydü; arada ölü balıklar yatıyor, gümüş pullarıyla güneşte parlıyorlardı. Havuzun ortasında kül renkli acayip bir kuşun durduğunu gördü; bu kuş, kıza bir balıkçıl kuşuna benziyor gibi göründü, ama o kadar büyüktü ki, başını kaldırdığı zaman bir insanın boyunu herhalde geçerdi. Şimdiuzun boynunu arkaya, kanatlarının arasına almış, uyur gibi duruyordu. Maren korktu. İnsana ürküntü veren, kımıltısız kuştan başka hiçbir canlı yaratık görünmüyor, bir sineğin vızıltısı bile sessizliği bozmuyordu, sessizlik bu yere bir dehşet gibi çökmekteydi. Bir an, genç kız korkudan sevgilisine seslenecek gibi oldu; ama yine cesaret edemedi. Çünkü bu ıssızlık içinde kendi sesini işitmek, ona her şeyden daha korkunç geliyordu.
Bunun için, yine sık ağaç öbeklerinin yerden yükselir gibi gözüktüğü uzaklıklara gözlerini dikerek sağına soluna bakmadan ilerledi. Büyük kuşun önünden sessiz adımlarla geçtiğinde hayvan hiç kımıldamadı;
yalnızca, bir an beyaz göz kapağının altından siyah bir parıltı göründü. Kızcağız, ferah bir soluk aldı. Epey gittikten sonra, göl yatağı darala darala, geniş bir ıhlamur öbeğinin altından geçen küçük bir ırmak yatağına dönüştü. Bu koca ağaçların dalları o kadar sıktı ki, aradan hiçbir güneş ışığı geçemiyordu. Maren bu ırmak yatağında ilerledi; çevresinde birdenbire beliren serinlik, üzerinde ağaç tepelerinin oluşturduğu yüksek karanlık kubbe, ona hemen hemen bir kiliseden geçiyormuş duygusunu veriyordu. Ancak birdenbire gözlerine kamaştırıcı bir ışık geldi; ağaçlar seyrekleşiyor, kızın önünde, üzerine çok kızgın bir güneşin vurduğu kül renkli bir taş yığını yükseliyordu.
Maren bir zamanlar kayalarının üstünden bir çağlayan akmış olan boş, kumlu bir gölette durdu. Bu çağlayan, herhalde aşağıdaki yataktan şimdi kurumuş bulunan göle dökülüyordu. Genç kız, kayalar arasındaki yolun nereye çıkabileceğini gözleriyle araştırdı. Ama birdenbire büyük bir korku duydu. Çünkü orada dik yamacın ortasında gördüğü şey bir kaya parçası olamazdı. Bunun, kımıltısız havada kayalar kadar sabit ve kül renkli olmasına karşın, bir giysi olduğunu ve bir vücudu örttüğünü fark etti. Soluğunu tutarak daha da yakınına gitti. O zaman iyice gördü; bu, güzel, iri yapılı bir kadın vücuduydu. Başı, arkaya doğru iyice sarkmış bir durumda, kayalığa dayanıyordu; kalçasına kadar dökülen sarı saçları, toz ve kuru yapraklarla doluydu. Maren onu dikkatle seyretti. “Bu yanaklar bu kadar pörsümeden, bu gözler bu kadar çukura batmadan önce kadın herhalde çok güzeldi. Ah! Ne kadar soluk dudakları var! Sakın yağmur perisi Trude bu olmasın? Fakat bu kadın uyumuyor; bu bir ölü! Of!.. Burası ne korkunç bir yalnızlık içinde!” diye düşündü.
Bu arada gayretli genç kız, kendini hemen toparlamıştı. Kadına iyice yaklaştı; yere diz çöküp ona doğru eğilerek taze dudaklarını yatanın mermer gibi soluk kulağına dayadı. Sonra bütün cesaretini toplayarak, yüksek sesle, fark edilir biçimde söylemeye başladı:
“Dalgalar buhar oldu,
Kaynaklar tozla doldu!
Ormanlar sessiz ıssız,
Ateş Adam yapyalnız,
Tarlalarda koşuyor,
Dans edip kor saçıyor!”
Bu arada kadının solgun ağzından derin, yakınan bir ses yükseldi; bununla birlikte, genç kız gittikçe daha güçlü ve etkili bir biçimde söylüyordu:
“Güzel Yağmur Perisi!
Uykun üzer herkesi;
Çok dikkat et kendine:
Sen uyurken bir nine
Karanlıkta kal diye
Seni verir geceye!”
Ağaçların uçlarından hafif bir hışırtı geçti, uzaklarda bir fırtına oluyormuş gibi yavaşça gök gürledi, aynı zamanda da kayalığın öbür yanından geliyormuşçasına keskin bir ses kızgın bir hayvanın öfkeli bağırması gibi havayı yardı. Maren yukarıya baktığı zaman Trude’nin vücudu doğrulmuş, önünde duruyordu. Kadın:
“Ne istiyorsun?” diye sordu.
Genç kız, hâlâ diz çökmüş durumda olduğu halde yanıt verdi: “Ah! Bayan Trude! O kadar acımasızca uzun bir zaman uyudunuz ki, bütün yapraklar, bütün yaratıklar susuzluktan ölecek!”
Trude, karabasanlarından kurtulmaya çalışıyormuş gibi iyice açtığı gözleriyle kıza bakıyordu. Sonunda cansız bir sesle sordu: “Artık çağlayan akmıyor mu?”
Maren: “Hayır, Bayan Trude” diye yanıt verdi.
“Kuşum gölün üstünde artık dolaşmıyor mu?”
“Kuşunuz sıcak güneşte durmuş uyuyor.”
Yağmur Perisi: “Eyvah!” diye inledi. “Öyleyse artık durulacak zaman değil! Ayağa kalk, benim arkamdangel; ama ayaklarının önündeki testiyi unutma!”
Maren, kendisine söyleneni yaptı; her ikisi de kayalığın yanından yukarıya çıktılar. Burada daha büyük ağaç öbekleri, daha olağanüstü çiçekler yerden yükseliyordu; ama burada da her şey soluk ve kokusuzdu.
Arkalarındaki kayalıktan vaktiyle çağlayan halinde akmış olan ırmağın yatağı boyunca gittiler. Trude, ancak ara sıra gözlerini üzüntülü bir halde çevrede gezdirerek genç kızın önünde yavaş yavaş, sallana sallana yürüyordu. Bununla birlikte Maren, yağmur Perisi’nin ayağının bastığı çimenlikte yeşil bir parlaklık kaldığını sanıyor ve Peri’nin kül renkli giysisi kuru otlar üzerinde sürünürken öyle kendine özgü bir hışırtı çıkıyordu ki, kızcağız hep bunu dinlemek zorunda kalıyordu. “Şimdiden yağmur yağıyor mu, Bayan Trude?” diye sordu.
“Ah! Hayır, çocuğum; ilk önce kuyuyu açmam gerek!”
“Kuyuyu mu? O nerede?”
Tam o sırada bir çiçek öbeğinin arasından çıkmışlardı. Trude: “Orada!” dedi! Maren, birkaç bin adım önlerinde kocaman bir yapının yükseldiğini gördü. Bu yapı, kül renkli taşların girintili çıkıntılı ve düzensiz bir halde üst üste konmasından oluşmuş gibi görünüyordu. Maren bunun göklere kadar yükseldiğini sanıyordu; çünkü yukarıya doğru her şey, buhar ve güneşin parlaklığı içinde eriyip yitiyor gibiydi. Yerdeyse pek büyük çıkıntılar halinde ileriye doğru taşan ön yüzü, her yanda sivri kemerli, yüksek kapı ve pencere oyuklarıyla delinmişti; bununla birlikte pencereden ya da kapı kanatlarından hiçbir şey görülemiyordu.
Yapının çevresinden dolaşıyor gibi görünen bir ırmağın dik kıyısı önlerine çıkıncaya kadar yapıya doğru bir süre yürüdüler. Su burada da buharlaşmıştı, yalnızca, ortada iplik gibi bir su akıyordu; bir kayık, ırmak yatağının kuru çamur tabakası üzerinde parçalanmış olarak duruyordu.
Trude: “Yürü, geç!” dedi. “Bunun sana etkisi yoktur. Ama sudan almayı unutma; birazdan bu suyu kullanacaksın!”
Maren verilen buyruğu dinleyerek kıyıdan aşağıya inince, az kalsın ayağını geri çekecekti; çünkü burada toprak o kadar sıcaktı ki, pabuçlarından geçen sıcaklığı duyuyordu. “Ne olacak! İsterse pabuçlarım yansın!” diye düşündü ve metin bir halde testisiyle yolunda ilerledi. Ama birdenbire durakladı; gözlerinde büyük bir korku belirdi: Yanında kuru çamur tabakası yarılmış, kıvrık parmaklı, büyük ve kırmızı bir yumruk buradan çıkarak onu yakalamıştı.
Arkasında, kıyıdan Trude’nin “Cesaret!” diyen sesini işitti.
Ancak o zaman bir çığlık koparabildi, hayalet de kayboldu.
Trude’nin yine: “Gözlerini kapa!” diye bağırdığını duydu. Gözleri kapalı olarak ilerledi. Ayağına suyun değdiğini duyumsayınca eğilerek testisini doldurdu. Sonra, tehlikeye uğramadan kolayca öteki kıyıya çıktı.
Az sonra saraya gelmişti; açık duran büyük kapıların birisinden yüreği çarparak geçti. Ancak içeride, şaşkın bir halde durakladı. İçerisi, ölçülemez kadar büyük tek bir salon gibiydi. Kocaman sarkıtlar halindeki sütunlar, hemen hemen gözün alamadığı yükseklikteki acayip bir tavanı taşıyordu. Maren her yanda sütunların başlıkları arasından aşağıya doğru sarkan şeylerin, kül renkli pek büyük örümcek ağları olduğunu sandı. Yolunu yitirmiş gibi hâlâ aynı yerde duruyor, kâh önüne, kâh yanlarına bakıyordu; ama bu koca alanların, Maren’in girdiği ön yüzden başka hiç sınırı yok gibiydi; sütunlar birbiri ardı sıra yükseliyordu; kendisini ne kadar zorlasa, hiçbir yanda bir son göremiyordu. Bir ara gözleri yerde bir çukura ilişti. Bir de ne görsün? Kuyu orada, hemen yakınındaydı; altın anahtarın da kapağın üzerinde olduğunu gördü.
Buna doğru giderken yerin, köy kilisesinde gördüğü gibi döşeme taşlarıyla değil, her yanda kurumuş sazlık ve çayır bitkileriyle örtülü olduğunu fark etti. Ama artık hiçbir şey onu şaşırtmıyordu.
Şimdi kuyunun önünde durmuş, anahtarı tutmak istiyordu ki, hemen elini geri çekti. Çünkü güneşin dışarıdan içeriye vuran göz kamaştırıcı ışığında parıldayan anahtarın altın değil, ateş kırmızısı olduğunu iyice fark etmişti. Duraksamadan testisini bunun üzerine boşalttı; buharlaşan suyun fısıltısı ta ilerlere kadar gitti. Sonra hemen kuyuyu açtı. Kapağı kaldırdığı zaman ferahlatıcı bir koku derinlerden yükselerek her yanı ince, nemli bir tozla doldurdu; bu toz; narin bir bulut gibi sütunların arasında yükseliyordu. Maren, insanı ferahlatan serinlikte soluk alarak düşüne düşüne çevrede dolaştı. Bu sırada ayaklarının önünde yeni bir mucize başlıyordu. Kuru bitki tabakası üzerinde parlak bir yeşillik bir buğu gibi beliriyor;
fışkınlar yükseliyor, biraz sonra da genç kız büyüyen yaprak ve çiçekler arasında yürüyordu. Sütunların dibi unutmabeni çiçekleriyle masmavi olmuştu; arada sarı ve mor süsenler açıyor, zarif kokularını çevreye saçıyorlardı. Yaprakların uçlarına yusufçuklar tırmanarak kanatlarını deniyor, sonra harelenip uçuşarak çiçek çanakları üzerinde süzülüyorlardı; sürekli biçimde kuyudan yükselen taze koku da havayı gittikçe daha çok dolduruyor; güneşin içeriye vuran ışınlarında gümüş kıvılcımlar gibi oynaşıyordu.
Maren, şaşkınlık ve hayranlığından daha kurtulamamıştı ki, arkasında kulağa hoş gelen tatlı bir kadın sesine benzer bir ses duydu. Gözlerini kuyuya çevirince, kıyıda, filizlenmiş yeşil yosunlar üzerinde uzanmış olağanüstü güzel ve taze bir kadın vücudu gördü. Bu kadın, başını, üzerine sarı saçlarının ipekten dalgalar halinde döküldüğü çıplak, hoş koluna dayamıştı; gözlerini tavanda sütunların arasında dolaştırıyordu.
Maren de ister istemez yukarıya baktı. O zaman, büyük örümcek ağı sandığı şeylerin, yağmur bulutlarından oluşan ince bir örtü olduğunu gördü; bu bulutlar, kuyudan yükselen ince buharla doluyor ve gittikçe ağırlaşıyordu. Tam o sırada, tavanın ortasından böyle bir bulut ayrılmış, yavaşça süzülerek aşağıya inmişti; Maren, kuyunun yanındaki güzel kadının yüzünü şimdi ancak gri bir tülün arkasında parlıyormuş gibi görüyordu. Kadın ellerini çırptı; bulut hemen en yakın pencereye doğru yöneldi, buradan dışarıya akıp gitti.
Güzel kadın: “E… şimdi söyle bakalım! Bu hoşuna gitti mi?” diye bağırdı. Bu arada kırmızı ağzı gülümsüyor, beyaz dişleri parlıyordu. Sonra işaret ederek Maren’i yanına çağırdı; Maren onun yanında yosunların üzerine oturdu; tam bu sırada yine bir bulut tavandan aşağıya inmişti. Kadın: “Haydi ellerini çırp!” dedi. Maren’in ellerini çırpması üzerine bu bulut da birincisi gibi dışarıya çekilip gidince kadın “Görüyor musun, ne kadar kolay! Sen bunu benden daha iyi yapabiliyorsun!” diye bağırdı.
Maren, bu çok neşeli güzel kadını hayran hayran seyrediyordu. “İyi ama siz kimsiniz?” diye sordu.
“Ben kim miyim? Çocuğum, sen çok safsın!”
Genç kız, kararsız gözlerle ona bir kez daha baktı, sonunda duraksayarak: “Sakın siz Yağmur Perisi Trude olmayasınız?” dedi.
“Ya başka kim olacaktım?”
“Ama bağışlayın! Şimdi o kadar güzel ve neşelisiniz ki!…”
Bunun üzerine Trude birdenbire dinginleşiverdi. “Evet”, dedi, “sana çok şey borçluyum. Beni uyandırmasaydın, Ateş Adam her yana egemen olacaktı, ben de yine toprağın altındaki ninenin yanına inmek zorunda kalacaktım.” İçten duyduğu bir korkuyla beyaz omuzlarını biraz kısarak ekledi: “Oysa burası o kadar güzel ve yeşil ki!…”
Sonra Maren oraya nasıl geldiğini anlattı; Trude yine yosunlara uzanmış, onu dinliyordu. Arada, yanında biten çiçeklerden birisini koparıyor, kendisinin ya da genç kızın saçlarına takıyordu. Maren, söğütlü sette ne büyük güçlüklerle yürüdüklerini anlatırken, Trude içini çekerek dedi ki: “Set, bir zamanlar siz insanlar tarafından yapılmıştı ; fakat o zamandan bu yana çok, pek çok zaman geçti! O zamanki kadınların giysileri senin üstündekilere benzemiyordu. O zamanlar bana sık sık gelirlerdi; ben onlara yeni bitkiler, yeni tahıllar için tohum ve taneler verirdim; onlar da bana karşılık olarak kendi yemişlerinden getirirlerdi. Onlar nasıl beni asla unutmuyorlarsa, ben de onları unutmazdım, tarlaları da hiç yağmursuz kalmazdı. Fakat uzun zamandan bu yana insanlar bana karşı yabancılaştılar; artık bana hiç kimse gelmiyor. Sıcaktan, büyük bir can sıkıntısından uykuya daldım; az kalsın kötü yürekli Ateş Adam utkuya ulaşacaktı.” Bu arada Maren de gözleri kapalı olduğu halde yosunlara uzanmıştı; çevresinde öyle hafif bir çiğ yağıyordu ve güzel Trude’nin sesi o kadar tatlı, o kadar içten yansıyordu ki… Güzel kadın konuşmayı sürdürdü: “Yalnızca bir kez, ama yine çok eski zamanda, bir genç kız daha bana gelmişti. O kız da hemen hemen senin gibiydi ve aşağı yukarı senin giysin gibi bir giysisi vardı. Ben ona kendi çayır balımdan armağan ettim; bu bal bir insanın elimden aldığı son armağan oldu!” Maren: “Tam üstüne bastınız!” dedi. “O genç kız benim sevgilimin ninesi olacak; beni bugün o kadar güçlendiren içki kesinlikle sizin çayır balınızdan yapılmıştır!”
Yağmur Perisi, herhalde daha hâlâ o zamanki genç dostunu düşünüyordu; çünkü: “Yine alnında öyle güzel, kestane renkli bukleleri var mı?” diye sordu.
“Kimin, Bayan Trude?”
“Kimin olacak, canım. Senin dediğin gibi büyük ninenin!”
Maren: “O! Hayır, Bayan Trude” diye yanıtladı; bu anda kendisini güçlü dostundan hemen hemen birazdaha üstün duyumsuyordu. “Büyük nine çok yaşlandı!”
Güzel kadın: “Yaşlandı mı?” diye sordu. Bunu anlamamıştı; çünkü yaşlılığın ne olduğunu bilmiyordu.
Maren, bunu anlatmak için çok güçlük çekti. Sonunda dedi ki: “Bakın! İnsanın saçları kırlaşır, gözleri kırmızılaşır; kendisi çirkinleşir, neşesiz, can sıkıcı olur! İşte, gördünüz mü, Bayan Trude? Biz buna yaşlı deriz!”
Kadın yanıt verdi: “Doğru, şimdi anımsıyorum, insan kadınları arasında böyleleri de vardı; ama büyük nine bana gelsin; ben onu yine neşeli ve güzel yaparım.”
Maren, başını salladı. “Olmaz, Bayan Trude,” dedi; “büyük nine çoktan toprağın altında.”
Trude içini çekti: “Zavallı büyük nine!”
Bunun üzerine, her ikisi de sustular; hâlâ rahatça uzanmış bir halde yumuşak yosunların üstünde yatıyorlardı. Birdenbire Trude: “Aman çocuğum” diye bağırdı. “Gevezelik edelim derken yağmur yağdırmayı tümüyle unuttuk. Gözlerini bir aç da bak! Hep bulutların arasına gömülmüş, kalmışız; seni bile hiç göremiyorum!”
Maren, gözlerini açınca: “Eyvah, kedi gibi ıslanacağız!” diye bağırdı.
Trude gülüyordu. “Sen yalnızca biraz ellerini çırp; ama dikkat et, bulutları parçalama!”
Böylece her ikisi de usulca ellerini çırpmaya başladılar; hemen bir dalgalanma ve kıpırdama oldu; bulutlar birbirlerini sıkıştırarak pencerelere doğru gidiyor, birbiri arkasından dışarıya süzülüyorlardı. Kısa bir zaman sonra Maren, yine önünde kuyuyu, sarı ve mor süsen çiçekleriyle bezenmiş yeşil yeri fark etti. Gittikçe, pencere delikleri de açıldı; genç kız, uzaklarda, bahçenin ağaçları üzerinde bulutların bütün göğü kapladığını gördü. Yavaş yavaş güneş görünmez oluyordu. Birkaç saniye daha geçince, dışarıda çalılar ve ağaçların yaprakları arasında rüzgârın bir kasırga gibi estiği işitildi; sonra ara vermeyen güçlü uğultular oldu.
Maren, ellerini kavuşturmuş olduğu halde doğrularak oturdu. Yavaşca: “Bayan Trude yağmur yağıyor” dedi.
Kadın, güzel sarışın başını belli belirsiz eğerek yanıt verdi; düş görür gibi oturuyordu.
Ancak dışarıda birdenbire büyük bir çatırtı ve gürültüler oldu; Maren, korkuyla dışarıya bakınca, biraz önce aştığı ırmak yatağından çok daha büyük, beyaz bulutların ani ve aralı devinimlerle havaya yükseldiğini gördü. Tam o sırada, güzel Yağmur Perisi’nin kollarıyla sarıldığını duyumsadı; Peri, yanında duran genç insan çocuğuna titreyerek iyice sokuluyordu.
“Şimdi Ateş Adamı suyla söndürüyorlar, bak, dinle: kendisini nasıl savunuyor! Ama hiçbir şeyin ona yararı olmaz.”
Kısa bir süre, böyle birbirlerine sarılı durdular; sonra dışarısı yatıştı; artık yağmurun hafif şırıltısından başka bir şey işitilmez olmuştu. İkisi de ayağa kalktı; Trude kuyunun kapağını aşağıya indirerek kilitledi.
Maren, Peri’nin beyaz elini öpüp dedi ki: “Kendim ve köyümüzdeki herkes için size teşekkür ederim, sevgili Bayan Trude! Şimdi de…” biraz duraksadıktan sonra ekledi: “Şimdi de eve dönmek isterim.”
Trude: “Şimdiden gidiyor musun?” diye sordu.
“Biliyorsunuz ya! Sevgilim beni bekliyor; herhalde adamakıllı ıslanmıştır.”
Trude parmağını kaldırdı. “Onu, ilerde de hiç bekletmeyeceksin, değil mi?”
“Kuşkusuz bekletmeyeceğim, Bayan Trude!”
“Öyleyse git, çocuğum; eve varınca öteki insanlara beni anlat; beni bundan sonra artık unutmasınlar. Şimdi gel! Seni geçireyim.”
Dışarıda, taze çiğler altında, her yanda yeşil çimenler, ağaç ve çalılıklarda yapraklar açmıştı. Irmağa geldiklerinde, su bütün yatağını yeniden doldurmuştu; kayık, sanki görülmez bir el tarafından onarılmış da genç kızı bekliyormuş gibi kıyıdaki bol çimenlerin yanında sallanarak duruyordu. İkisi de kayığa bindiler;
damlalar oynaşıp pıtırdıyarak selin içine düşerken onlar yavaş yavaş karşıya doğru kaydılar. Tam karşıdaki kıyıya çıktıklarında, yanlarındaki çalılığın karanlığı içinden bülbüller öttü. Trude: “Oh!..” diyerek rahat bir soluk aldı; “daha bülbül mevsimi; henüz çok geç olmamış.”
Çağlayana giden dere boyunca yürüdüler. Çağlayan, kayalar üstünde yine gürleyerek akıyor, sonra seller halinde karanlık ıhlamurların altındaki geniş yatağa dökülüp gidiyordu. Aşağıya indiklerinde, ağaçların altından yollarında ilerlediler. Yine açıklığa çıkınca, Maren, yabancı kuşun, geniş halkalar çizerek bir göl üstünde süzüldüğünü gördü. Bu gölün geniş yatağı, genç kızın ayaklarına kadar uzanıyordu. Az sonra, en güzel kokuları sürekli içlerine çekip kıyıda parlak çakılların üstüne atılan dalgaların şıpırtısını dinleyerek kıyı boyunca aşağıya doğru gittiler. Her yanda binlerce çiçek açmıştı; Maren, bunların arasında mor menekşeleri, leylakları ve aslında mevsimleri çoktan geçtiği halde yakıcı sıcak yüzünden açamamış olan başka çiçekleri fark etti. Trude: “Onlar da geri kalmak istemiyor; şimdi hepsi birden açıyor” dedi.
Arada saçlarını sallıyor, damlalar kıvılcım gibi çevresine saçılıyordu ya da ellerini kavuşturuyor, dolgun beyaz kollarından su, bir deniz sedefine akar gibi akıyordu. Sonra yine ellerini ayırıyor, saçılan damlaların toprağa değdiği yerlerde yeni buharlar yükseliyor, hiç görülmemiş, taze çiçeklerin çeşit çeşit renkleri çimenlerin arasında parlıyordu.
Gölü döndükleri vakit Maren, yağan yağmurdan ancak görülebilen, geniş su yüzeyine bir kez daha dönüp baktı; sabahleyin ayakları ıslanmadan gölün dibinden geçtiğini düşününce hemen hemen korkudan titredi.
Andreesini bıraktığı yere birazdan yaklaşmaları gerekiyordu. Gerçekten de, orada, büyük ağaçların altında genç köylü, koluna dayanmış yatıyor, uyur gibi görünüyordu. Maren, güzel Trude’ye bakıp da onun, gülümseyen kırmızı ağzıyla, yanında, çimenlerin üstünde gururlu gururlu yürüdüğünü görünce, kendisini köylü giysileri içinde o kadar kaba, o kadar çirkin duyumsadı ki: “Ah! Bu iyi olmayacak; onun Andrees’i görmesine hiç gerek yok!” diye düşündü. Yüksek sesle de dedi ki; “Beni geçirdiğinize teşekkür ederim, Bayan Trude; artık yolumu kendim bulurum!”
“Ama daha senin sevgilini göreceğim!”
“Yorulmayın, Bayan Trude; o da tıpkı öteki delikanlılar gibi bir genç; hem de ancak bir köy kızına layık olabilir.”
Trude, genç kıza keskin gözlerle baktı. “Güzelsin, küçük deli” dedi; sonra kıza gözdağı verircesine parmağını kaldırdı: “Sen köyünde de en güzel kızsın!”
Şirin kızın yüzüne kan çıktı, gözleri yaşardı. Fakat Trude yine gülümsüyordu. “Öyleyse dikkat et!” dedi. Bütün kaynaklar yeniden fışkırdığı için kısa bir yoldan gidebilirsin. Aşağıda, söğütlü setin hemen solunda bir kayık vardır. Bu kayığa güvenle binin; sizi köyünüze çabuk ve güvenli bir biçimde götürür! Şimdi de hoşçakal!” Bu sözleri söyledikten sonra kolunu genç kızın boynuna dolayıp onu öptü. “Oh! Böyle bir insan ağzı ne kadar taze, ne kadar tatlı oluyor!” dedi.
Sonra dönerek, düşen damlalar altında çimenlerin üstünde gitti. Bu arada şarkı söylemeye başlamıştı; sesi tatlı ve tekdüze geliyordu; güzel hayal, ağaçların arasında kaybolduğu vakit genç kız, uzaklardan daha hâlâ şarkıyı mı işittiğini, yoksa bunun yalnızca yağan yağmurun hışırtısı mı olduğunu ayırt edemiyordu.
Genç kız biraz sonra durdu; sonra sanki birdenbire duyduğu bir özleyişle kollarını uzattı. “Hoşça kal, güzel, sevgili Yağmur Perisi Trude, hoşça kal!” diye bağırdı. Fakat hiçbir yanıt gelmedi; yalnızca yağmurun yere yağarken hışırdadığını şimdi iyice fark ediyordu.
Sonra bahçenin kapısına doğru yürüyünce, genç köylüyü ayağa kalkmış, ağaçların altında duruyor gördü. Biraz daha yaklaştığında, “Böyle neye bakıyorsun?” diye sordu.
“Hay Allah, Maren! O enfes kadın da kimdi?”
Genç kız delikanlıyı kolundan yakalayıp sert bir çekişle sarsarak döndürdü. “Böyle gözlerini dikip bakma!”
dedi. “O, sana göre değil; Yağmur Perisi Trude’ydi o!”
Andrees gülüyordu. “Pekâlâ, Maren,” diye yanıt verdi. “Onu gerçekten uyandırdığını buradan fark edebildim; çünkü, bana kalırsa, yağmur hiçbir zaman ortalığı bu kadar fazla ıslatmamıştır; böyle bir yeşermeyi de bütün ömrümce görmüş değilim! Ama şimdi gel! Eve gidelim; baban da bize verdiği sözü yerine getirsin!”
Söğütlü setin altında kayığı bulup bindiler. Geniş ovanın her yanını sular basmıştı. Suyun üstünde ve havada her türden kuş vardı; narin deniz kırlangıçları bağırarak üzerlerinden geçiyor, kanatlarının uçlarını suya daldırıyorlardı; martılar da ilerleyen kayıklarının yanında alımlı bir biçimde yüzüyorlardı; arada sırada önünden geçtikleri yeşil adacıklarda boyunları altın gibi sarı tüylü yaban horozlarının dövüştükleri görülüyordu.
Böylece suyun üstünde hızla kayıp gidiyorlardı. Yağmur hâlâ hafif hafif, ama kesilmeksizin yağıyordu. O ara su daralmıştı; birazdan ancak orta derecede geniş bir dereye dönüştü.
Andrees, eli gözlerinin üstünde olduğu halde bir süre uzaklara bakmıştı. “Bak, Maren!” diye bağırdı; “bu benim çavdar tarlam değil mi?”
“Doğru, Andrees; ne güzel yemyeşil olmuş! Ama üzerinde gittiğimiz derenin, köyümüzün deresi olduğunu görüyor musun?”
“Sahi, Maren; ama orası da ne? Her yan su baskınına uğramış!”
Maren: “Ah, Tanrım!” diye bağırdı; “Bunlar babamın çayırları! Şu güzel otlara bak. Hepsi suda yüzüyor.”
Andrees, genç kızın elini sıktı. “Zararı yok, Maren!” dedi; “Sanırım zararımız o kadar çok değil, benim tarlalarım da o oranda iyi ürün verecek.”
Kayık köyün çayırına yanaştı. Kıyıya çıkıp hemen el ele yoldan aşağıya doğru gittiler. Her yandan onlara gülümseyerek selam veriyorlardı; herhalde Stine Anne, onlar yokken biraz gevezelik etmiş olmalıydı.
Yağmur damlalarının altında sokakta koşan çocuklar: “Yağmur yağıyor!” diye bağırıyorlardı. Açık penceresinden keyifli keyifli bakan ve her iki gencin elini kuvvetle sıkan Schulze Ağabey “Yağmur yağıyor!” diyordu. Yine lüle taşından çubuğuyla görkemli evinin araba kapısında duran Wiesenbauer de:
“Evet, evet, yağmur yağıyor!” dedi. “Sen beni bu sabah iyice aldattın, Maren! Fakat şimdi ikiniz de içeriye gelin! Schulze Ağabey’in dediği gibi Andrees her bakımdan iyi bir delikanlıdır; onun ürünü, kuru otu da iyi olacak; böyle üç yıl üst üste yağmur yağarsa, tepelerle ovaların birleşmesi hiç de kötü olmayacak. Onun için karşıya, Stine Anne’ye gidin; işi hemen yoluna koyalım!”
O zamandan bu yana birkaç hafta geçmişti. Yağmur çoktan kesilmiş, ağır yüklü son hasat arabaları, çelenkler ve rüzgârda uçuşan kordelalarla ambarlara girmişti; güneşin güzel ışığında büyük bir gelin alayı kiliseye doğru gidiyordu. Gelinle güvey, Maren ve Andrees’ti; bunların arkasından Stine Anne ile Wiesenbauer el ele yürüyorlardı. Onları karşılamak için yaşlı kantor org çalıyordu; koroyu işitecek kadar kilise kapısına yaklaştıkları zaman, mavi gökte beyaz, küçük bir bulut birdenbire üzerlerinde belirdi; gelinin tacına birkaç hafif yağmur damlası düştü. Kilisenin avlusunda bulunanlar: “Uğurdur, uğurdur!” diye bağırıyorlardı. Gelinle güvey: “Yağmur Perisi Trude geçti!” diye fısıldaşarak birbirlerinin ellerini sıktılar.
Sonra alay kiliseye girdi; güneş yine göründü; org susmuştu; papaz, görevini yerine getiriyordu.
FİÇİDAN ÖYKÜLER – THEODOR STORM