Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 20. Bölüm

Annemin Mektubu

Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 20. Bölüm “Annemin Mektubu”

Takip etmeye başlamadan önce at arabasının gözden kaybolmasını bekledim. Nefes alıp verişim hıçkırıklara dönüşüyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum, ama beni bekleyen şeyleri düşünmeye dayanamıyordum. Hayalet ölümü kabullenmiş görünüyordu ve zavallı Alice başına geleceklerin farkında bile değildi.

Şiddetli bir yağmur yağıyordu ve kara bulutlar her yeri neredeyse gece yarısı karanlığına bürümüştü. Bu nedenle görülme riskim fazla değildi. Ama Hayalet’in duyuları güçlüydü ve eğer fazla yakından takip edersem hemen anlardı. Bu yüzden dönüşümlü olarak önce koşuyor, sonra yürüyordum. Aramızdaki mesafeyi sabit tutmaya çalışırken zaman zaman at arabasını görebiliyordum. Priestown’ın sokakları terk edilmiş gibiydi ve yağmura rağmen, at arabasını uzakta gördüğümde at nallarının tak-taka-tak sesleriyle tekerleklerin taş kaldırımların üzerinde döndüğünü duyabiliyordum.

Çok geçmeden kireçtaşı çan kulesi, çatıların üzerinde belirince Hayalet’in gittiği yön ve ulaşmaya çalıştığı yer kesinleşti. Beklediğim gibi, kilerinden yeraltı mezarlarına girilebilen perili eve gidiyordu.

O sırada çok tuhaf bir şey hissettim. Karanlığa ait bir şeyin yaklaştığını haber veren, bildiğimiz hissizleşme değildi bu. Hayır, bu daha çok aniden başımın içine küçük bir buz parçasının saplanmasına benziyordu. Daha önce hiç böyle bir şey hissetmemiştim ve ihtiyacım olan tek uyarı bu oldu. Ne olduğunu tahmin ederek zihnimi boşaltmaya çabalarken Zehir konuştu.

“En sonunda buldum seni işte!”

İçgüdüsel olarak durup gözlerimi kapadım. Benim gözlerimden göremeyecek olduğunun farkına varınca bile gözlerimi açmadım. Hayalet, Zehir’in dünyayı bizim gördüğümüz gibi görmediğini söylemişti. Tıpkı kurbanına incecik bir iple bağlı olan örümcek gibi, beni bulabilse bile nerede olduğumu kestiremeyeceğini anlatmıştı. Bu gerçeğin değişmeyeceğine emin olmalıydım. Gördüğüm her şey düşüncelerime sızacak ve çok geçmeden Zehir onları okuyabilecekti. Priestown’da olduğuma dair ipuçları bulabilirdi.

“Neredesin evlat? Kendin söylesen daha iyi olur. Er ya da geç söyleyeceksin. İster kolay yoldan, istersen zor… Sen seç…”

Buz parçası giderek büyüyordu ve beynim uyuşmaya başlıyordu. Aklıma yine abim James ve çiftlik geldi. O kış beni nasıl kovalayıp kulaklarımı karla doldurduğunu düşündüm.

“Eve dönüyorum,” diye yalan söyledim. “Dinlenmek için eve dönüyorum.”

Konuşurken çiftliğin bahçesine girdiğimi ve ufuktaki tepede, karanlığın içinde görünen Cellat Tepesi’ni düşündüm. Köpekler havlamaya başlamıştı ve ben, yağmur yüzüme çarparken çamur birikintilerinin içinden geçerek arka kapıya yaklaşıyordum.

“Yaşlı Kemik nerede? Söylesene. Kızla birlikte nereye gidiyor?”

“Chipenden’a,” dedim. “Alice’i bir çukura kapatacak. Bunu yapmaması için onu ikna etmeye çalıştım, ama beni dinlemiyor. Cadılara hep bunu yapar.”

Arka kapıyı açıp mutfağa girdiğimi düşündüm. Perdeler çekiliydi ve masanın üzerinde, pirinç şamdandaki mum yanıyordu. Annem sallanan sandalyesinde oturuyordu. İçeri girdiğimde başını kaldırıp gülümsedi.

Aniden Zehir gitti ve soğukluk hissi azalmaya başladı. Aklımı okumasını durduramamıştım, ama onu kandırmıştım. Başarmıştım! Hemen sonra hissettiğim coşku azaldı. Yeniden gelir miydi? Ya da daha kötüsü, ailemden birine gider miydi?

Gözlerimi açıp perili eve doğru olabildiğince hızlı koşmaya başladım. Birkaç dakika sonra at arabasının sesini yeniden duyunca dönüşümlü olarak yürüyüp koşmaya devam ettim.

En sonunda at arabası durdu, ama anında yeniden hareketlenip gürültülü bir şekilde bana doğru gelmeye başladı. Çiftçinin oğlu öne eğilmiş, dizginleri şaklatarak iri atını ıslak kaldırım taşlarının üzerinde dörtnala koşturuyordu. Eve dönmek için acele ediyordu ve onu suçladığımı söyleyemezdim.

Alice ve Hayalet’in eve girmesi için beş dakika kadar bekledikten sonra sokak boyunca koşup bahçe kapısını açtım. Beklediğim gibi Hayalet arka kapıyı kilitlemişti, ama Andrew’un anahtarı hâlâ bendeydi ve çok geçmeden mutfağa girmiştim bile. Cebimden mumdan arta kalanı çıkarıp yaktıktan sonra yeraltı mezarlarına inmem fazla vaktimi almadı.

İleride bir yerde, ne olduğunu tahmin ettiğim bir çığlık duydum. Hayalet Alice’i nehrin üzerinden geçiriyordu. Göz bağı ve kulak tıkaçlarına rağmen hızla akan suyu hissetmiş olmalıydı.

Çok geçmeden nehrin üzerindeki taşlardan geçip Gümüş Kapı’ya tam zamanında ulaştım. Alice ve Hayalet öte tarafa geçmişlerdi ve Hayalet dizlerinin üzerine çökmüş, kapıyı kilitlemek üzereydi.

Ona doğru koştuğumu görünce sinirli bir şekilde bana baktı. “Tahmin etmeliydim!” diye bağırırken sesi oldukça hiddetliydi. “Annen sana itaat etmeyi öğretmedi mi?”

Şimdi olanları düşündüğümde Hayalet’in haklı olduğunu, sadece beni korumaya çalıştığını görebiliyorum, ama öne atılıp kapıyı tuttuğum gibi çekmeye başladım. Hayalet bir süre karşı koyduktan sonra kapıyı bırakıp asasını aldığı gibi yanıma geldi.

Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Mantıklı düşünemiyordum. Onlarla giderek ne elde etmeyi umduğum hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Ama tam o sırada laneti yeniden anımsadım.

“Yardım etmek istiyorum,” dedim. “Andrew bana lanetten bahsetti. Karanlıkta, yanınızda tek bir dostunuz olmadan öleceğinizi. Alice dostunuz değil, ama ben öyleyim. Eğer ben yanınızda olursam lanet gerçekleşemez…”

Bana vuracakmış gibi asasını başının üzerine kaldırdı. Gitgide büyüyormuş gibi görünüyordu. Daha önce onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim. Sonra, şaşkınlık verici bir şekilde asasını indirdi, bana doğru bir adım atıp yüzüme bir tokat attı. Geriye doğru sendelerken bunun gerçekten olduğuna inanamıyordum.

Sert bir tokat değildi, ama gözlerim doldu ve yaşlar yanaklarımdan akmaya başladı. Babam bana asla bu şekilde tokat atmamıştı. Hayalet’in bunu yaptığına inanamıyordum ve içim acıyordu. Duyabileceğim herhangi bir fiziksel acıdan çok daha büyük bir acıydı bu.

Bir süre sertçe bana bakıp onun için büyük bir hayal kırıklığıymışım gibi başını salladı. Sonra kapıdan geçip arkasından kilitledi.

“Dediğimi yap!” diye emretti. “Bu dünyaya bir amaç için geldin. Değiştiremeyeceğin bir şey uğruna bunu harcama. Bunu benim için yapmayacaksan bile annen için yap. Chipenden’a geri dön. Sonra Caster’a gidip söylediklerimi yap. O da bunu isterdi. Annenin seninle gurur duymasını sağla.”

Hayalet konuşmasını bitirdikten sonra arkasını dönüp Alice’i sol kolundan tutarak tünel boyunca ilerlemeye başladı. Köşeyi dönüp gözden kaybolana dek arkalarından baktım.

***

Orada yarım saat kadar hiçbir şey düşünmeden öylece durup kilitli kapıya bakmış olmalıyım.

En sonunda, hiçbir ümidim kalmayınca, dönüp gerisin geri yürümeye başladım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Herhalde Hayalet’in söylediklerini yapacaktım. Önce Chipenden’a geri dönecek, sonra da Caster’a gidecektim. Başka ne seçeneğim vardı ki? Ama Hayalet’in beni tokatlamış olduğu gerçeğini aklımdan çıkaramıyordum. Bu muhtemelen birbirimizi son görüşümüz olacaktı. Öfke ve hayal kırıklığı içinde ayrılmıştık.

Nehri geçip taş kaldırımlı patikayı izleyerek kilere ulaştım. Kilerde küf kokan eski kilimin üzerine oturup nasıl bir karar vermem gerektiğini düşündüm. Bir anda beni yeraltı mezarlarına, Gümüş Kapı’nın ötesine ulaştıracak bir başka girişin daha olduğunu anımsadım. Tutukluların bazılarının kaçmak için kullandığı şarap mahzenine açılan kapak! Görünmeden oraya ulaşabilir miydim? Eğer herkes katedraldeyse bu mümkün olabilirdi.

Ama yeraltı mezarlarına inebilsem dahi yardım etmek için ne yapabileceğimi bilmiyordum. Bir hiç uğruna Hayalet’e bir kez daha itaat etmemeye değer miydi? Görevim Caster’a gidip çıraklığıma devam etmekken hayatımı bir kenara mı atacaktım? Hayalet haklı mıydı? Annem de bunun yapılabilecek en doğru şey olduğunu düşünür müydü? Tüm bu düşünceler aklımın içinde dönüp duruyordu, hiçbir yanıta ulaşamıyordum.

Emin olmak çok zordu, ama Hayalet bana daima içgüdülerime güvenmem gerektiğini söylerdi ve içgüdülerim bir şeyler yapıp yardım etmeye çalışmam gerektiğini söylüyordu. Bunları düşünürken bir anda annemin mektubunu ve söylediklerini anımsadım:

“Bu mektubu sadece çok ihtiyacın olduğunda aç. İçgüdülerine güven.”

Şu an gerçekten de çok ihtiyacım olduğu doğruydu ve heyecan içinde zarfı ceketimin cebinden çıkardım. Bir süre zarfa baktıktan sonra yırtıp içindeki mektubu çıkardım. Mektubu muma yaklaştırıp okumaya başladım.

Sevgili Tom, Önünde büyük bir tehlike var. Böyle bir tehlikeyle bu kadar çabuk karşılaşabileceğini beklemiyordum ve şimdi elimden gelen tek şey karşı karşıya olduğun şeyi anlatıp vermen gereken kararın sonuçlarına işaret etmek.

Göremediğim çok şey var ama tek bir şeyden eminim. Ustan gömü odasına, yeraltı mezarlarının en derin noktasından inecek ve orada Zehir’le ölümüne bir mücadeleye girecek. Zorunluluktan dolayı, onu oraya çekmek için Alice’i kullanacak. Başka seçeneği yok. Ama senin seçeneğin var. Gömü odasına inip yardım etmeye çalışabilirsin. Ama Zehir’le mücadele eden üç kişiden sadece ikisi yeraltı mezarlarından sağ çıkacak.

Eğer şimdi geri dönersen, o ikisi kesinlikle ölecek. Ve boşu boşuna ölecekler.

Kimi zaman bu yaşamda başkalarının iyiliği için kendimizi feda etmemiz gerekebilir. Seni rahatlatabilmek isterdim ama bunu yapamam. Güçlü ol ve mantığın ne diyorsa onu yap. Seçimin her ne olursa olsun seninle daima gurur duyacağım.

Annen

Hayalet’in beni çırak olarak aldıktan hemen sonra söylediklerini anımsadım. Bunu öyle bir inançla söylemişti ki ezberime kazındı:

“Hepsinden öte, biz kehanetlere inanmayız. Geleceğin önceden yazılı olduğuna inanmayız.”

Hayalet’in bu söylediklerine inanmak istiyordum, çünkü eğer annem haklıysa içimizden biri –Hayalet, Alice ya da ben– aşağıdaki karanlığın içinde ölecektik. Ama her şeyden öte elimde tuttuğum bu mektup, kehanetin mümkün olduğunu gösteriyordu. Yoksa annem, Hayalet’le Alice’in gömü odasında Zehir’le karşılaşmak üzere olduklarını nereden bilebilirdi ki? Ve nasıl olmuştu da bu mektubu tam doğru zamanda okumuştum? İçgüdü mü?

İçgüdü bunu açıklamaya yeter miydi? Titredim ve Hayalet’le çalışmaya başladığımdan beri hiç korkmadığım kadar korktuğumu hissettim. Her şeyin önceden kararlaştırılmış olduğunu, elimden hiçbir şey gelmediğini ve hiçbir seçeneğim olmadığını hissediyordum. Alice ve Hayalet’i bırakıp gitmem, ölümleriyle sonuçlanacakken nasıl bir seçme şansım olabilirdi ki?

Ve yeraltı mezarlarına yeniden inmem için bir başka neden daha vardı: Lanet. Hayalet beni bu yüzden mi tokatlamıştı? İçten içe lanete inandığı ve korktuğu için mi sinirlenmişti? Bu da yardım etmem için başka bir sebepti. Annem bir keresinde benim öğretmenim ve en nihayetinde arkadaşım olacağını söylemişti. Arkadaş olup olmadığımızı kestirmek çok güçtü, ama Hayalet’e Alice’ten çok daha yakındım ve onun bana ihtiyacı vardı!

Bahçeden çıkıp sokağa girdiğimde hâlâ yağmur yağıyordu, fakat en azından gökyüzü sakindi. Daha çok sayıda şimşeğin geleceğini ve babamın ‘fırtınanın gözü’ olarak adlandırdığı yerde olduğumuzu hissediyordum. Tam o sırada, göreceli sessizlikte, katedralin çanını duydum. Andrew’un evindeyken intihar etmiş olan rahip için çaldığını duyduğum o dokunaklı sesten farklıydı. Cemaati akşam duasına çağıran canlı, umut dolu bir çan sesiydi bu.

Ara sokaktaki bir duvara yaslanarak yağmurun azalmasını bekledim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum, çünkü zaten sırılsıklam olmuştum. En sonunda çan sesi kesildiğinde bunun, herkesin katedralde olduğuna dair bir belirti olduğunu umarak oraya doğru yürümeye başladım.

Köşeyi dönüp kapıya doğru yürüdüm. Hava iyice kararıyor, gökte kara bulutlar toplanmaya devam ediyordu. Sonra aniden bir şimşek çaktı ve katedralin önündeki alanın bomboş olduğunu gördüm. Binanın dış kısmındaki büyük payandaları ve uzun, sivri pencereleri görebiliyordum. Mum ışığı vitrayları aydınlatıyordu ve kapının solunda kalan pencereye zırh kuşanmış, elinde bir kılıçla üzerinde kırmızı bir haç olan bir kalkan taşıyan Aziz George resmedilmişti. Kapının hemen sağındaysa bir balıkçı kayığının önünde duran Aziz Peter resmedilmişti. Ve tam ortada, giriş kapısının üzerinde Zehir’in kötücül oyması, bana doğru bakan taştan başı vardı.

İsmini taşıdığım aziz orada yoktu: Kuşkucu Thomas. İnançsız Thomas. Bu ismi seçenin annem mi yoksa babam mı olduğunu bilmiyordum, ama bu iyi bir seçimdi. Kilise’nin inandıklarına inanmıyordum; günün birinde bir kilise bahçesine değil, bahçenin dışına gömülecektim. Bir kez hayalet olduktan sonra kemiklerim asla kutsal topraklarda yatamazdı. Ama bu beni hiç rahatsız etmiyordu. Hayalet’in sıklıkla dediği gibi, rahipler hiçbir şey bilmiyordu.

Katedralin içinden müzik sesleri geliyordu. Bu, Peder Cairns’i günah çıkarma odasında ziyaret ettiğimde prova yaparken gördüğüm koro olmalıydı. Bir an, inançları olduğu için onları kıskandım. Hep birlikte inanabilecekleri bir şeyleri olduğu için şanslıydılar . Katedralin içinde onca insanla birlikte olmak, nemli, soğuk yeraltı mezarlarına tek başına inmekten çok daha kolaydı.

Taş döşeli kaldırımlardan geçip kilisenin kuzey duvarına paralel uzanan mıcır patikaya saptım. Tam köşeyi dönmek üzereyken yüreğim ağzıma geldi. Kapağın tam karşısında sırtını duvara vermiş oturan biri vardı, yağmurdan korunmaya çalışıyor olmalıydı. Hemen yanında büyük, ahşap bir sopa vardı. Kilise bekçilerinden biriydi.

Neredeyse yüksek sesle sızlanacaktım. Halbuki bunu bekliyor olmalıydım. Tüm tutsaklar kaçtıktan sonra güvenliklerinden endişe etmeye başlamış olmalıydılar … Ve tabi ki şarapla bira dolu mahzenlerinin güvenliğinden de…

Umutsuzluğa kapılmıştım ve neredeyse vazgeçip arkamı dönmek üzereyken bir ses duyup emin olana kadar dinledim. Yanılmamıştım. Bu horlama sesiydi. Bekçi uyuyordu! Bu fırtınada nasıl uyuyor olabilirdi ki?

Şansıma inanamıyordum. Botlarımın mıcırlara bastıkça ses çıkarmamasına dikkat ederek kapağa doğru yavaş, çok yavaş bir şekilde ilerledim. Bekçi her an uyanabilir ve kapağa koşmam gerekebilirdi.

Yaklaşınca kendimi çok daha iyi hissettim. Hemen yakınında iki tane boş şarap şişesi vardı. Muhtemelen sarhoştu ve uzun bir süre uyanmazdı. Yine de işimi şansa bırakamazdım. Eğilip dikkatlice Andrew’un anahtarını kilide soktum. Çok geçmeden kapağı açıp hemen altındaki fıçıların üzerine inmiştim bile. Kapağı yavaşça yerine oturttum.

Hep yanımda taşıdığım çıra kutumla bir parça mum hâlâ yanımdaydı. Mumu yakmam uzun sürmedi. Artık görebiliyordum, ancak gömü odasını nasıl bulabileceğimi hâlâ bilmiyordum.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 15. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 16. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 17. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 18. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 19. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

Exit mobile version