(+18) Korku Hikayesi “Kara Kedi”
Edgar Allan Poe
Terk edilmiş ve ıssız mekanlar, kasvetli ve boğucu şehirler, karanlık ve ürkütücü diyarlar, karmaşık ve takıntılı karakterler, tekinsiz olaylar, anlaşılmaz gizler…
Bu kelimeler şüphesiz pek çoğumuzun aklına, polisiye ve psikolojik gerilim hikayelerinin babası sayılan Edgar Allan Poe’yu getirir. Gerçek korkuyu ve şaşkınlık duygusunu ve hatta bazen karamizahı insan ruhunun en derin noktalarına nüfuz ettirmeyi başaran ender yazarlardan biri olması onu gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçılardan biri haline getirir. Belki de, yaşamı gerçek ile hayalin birbirine geçtiği, uyku ile uyanıklık arası bir boyutta geçtiğinden bir sanatçı için genç sayılabilecek bir yaşta dünyadan ayrılır. Her ne kadar eserlerinde cinayetler, ölüm ve doğaüstü unsurlar gibi dışsal öğelere ve bunların neticesi korkulara sıklıkla yer vermiş olsa da, Poe uslanmaz bir melankolik olarak okuyucuyu gerçekte daha derin ve sarsıcı içsel korkulara ve ruhsal çalkantılara buyur eder. Satırlarına hakim olan ürkütücü havaya rağmen, Poe korkunç olmaya çalışmaktan ziyade, öykülerinde korkunun kendisini irdeler. Bu sayede; kurucusu sayıldığı Gotik edebiyatın en derin ve içsel örneklerini de sunmuştur. Kendisinden sonra gelen pek çok yazara ilham vermiş ve ünlü Fransız şair Baudelaire tarafından kendi çağının en güçlü yazarı ilan edilmiş olan Poe, okurlarını 150 yılı aşkın süredir büyülü bir dünyaya sürüklemeye devam ediyor.
Poe’nun satırlarının sadece korku ve ölüm unsurları ile beslendiğini söylemek elbette ki yetersiz kalır. Nükteli üslubu okuyucuya; melankolinin ve ona içten içe duyulan bağlılığın, hastalıklı takıntıların, çaresizliğin, sapkınlığın, absürtlüğün, merakın, batıl inançların, sezgiselliğin, ruhani güçlerin, sembollerin ve daha pek çok unsurun düşsel bir cümbüşünü sunar. İnsanlığın doğaüstüne duyduğu doymak bilmez açlığa karşılık; anlaşılmaz olanı, ölümü ve korkuyu irdeleyiş biçimindeki ustalığıyla, okurlarını şaşırtıcı gizemlerle dolu alemlere yolculuklara çıkarır.
Kara Kedi
Anlatacağım bu tuhaf ama bir o kadar da yalın hikayeye inanacağınızı sanmadığım gibi sizleri buna zorlayacak da değilim. Bizzat kendimin inanmadığı şeylere başkalarını inandırmaya kalkışmak delilik olur. Ama deli değilim ve hayal de görmedim. Yarın öleceğim için içimi dökmek istiyorum o kadar. Amacım evimde olanları alenen, kısaca, çeşitli düşünce ve görüşler ileri sürmeden anlatmak. Bu olaylar sonuçları itibarıyla beni dehşete düşürüp, kıvranmama sonunda da yıkımıma neden oldu. Yine de bunları açıklamaya uğraşacağım. Bana dehşetten öte bir şey vermeyen bu olaylar, başkalarına korkunç gelmediği gibi, abartılmış da gelebilir. Belki ileride, benden daha sakin, daha bilinçli ve daha az etki altında kalan birisi, anlatacağım şeylerin birbirlerini doğal biçimde izleyen olaylardan başka bir şey olmadığını ortaya koyup, gördüğüm karabasanı gerçek basitliğine indirecektir.
Çocukluğumdan bu yana uysallığım ve merhametim dikkat çekerdi. Bu merhamet duygusu bende o denli fazlaydı ki, arkadaşlarımın alaylarından kurtulamazdım. Özellikle de hayvanlara çok düşkündüm ve ailem bir sürü yavru hayvan beslememe göz yummak zorunda kalırdı. Zamanımın çoğunu bu hayvanlarla geçiriyor, en keyifli dakikaları onları beslerken ve severken yaşıyordum. Bu tuhaf huyum yaşım ilerledikçe daha da arttı. Başlıca zevklerimden biri olup çıktı. Sadık ve zeki bir köpeği olanlara bu zevkin ölçüsünü anlatmam yersiz olur. Bencillikten bütünüyle uzak ve çıkarsızca kendini adamış bir hayvanın sevgisi ile insanların temelleri zayıf arkadaşlığı birbirinden çok farklıdır.
Genç yaşımda evlendim. Karımın da benimle aynı zevklere sahip olması çok mutlu etmişti beni. Evcil hayvanlara düşkünlüğümü anlayan karım gördüğü her garip hayvanı eve taşırdı. Kuşlarımız, mercan balığımız, güzel bir köpeğimiz, tavşanlarımız, küçük bir maymunumuz ve bir kedimiz oldu. Epey iri ve güzel olan bu kedi kapkara ve insanı şaşırtacak kadar kurnazdı. Batıl inançlara fazla itibar etmeyen karım onun zekasından söz ederken eski bir inanışa göre bütün kara kedilerin kılık değiştirmiş cadılar olduğunu söyler dururdu. Bunu ciddi bulduğumdan değil şu an aklıma geldiği için söylüyorum elbette. Pluto –kedinin adı buydu- en sevdiğim ve ilgilendiğim hayvandı. Onu sadece ben beslerdim. Evde nereye gitsem peşimden gelirdi. Sokağa çıkarken bile peşimden gelmemesini güçlükle sağlardım.
Dostluğumuz bu şekilde yıllarca sürdü. Bu arada içkiye olan düşkünlüğüm yüzünden, ne yazık ki (söylemeye utanıyorum) huylarım değişiyor, giderek kötüleşiyordu. Her geçen gün biraz daha sinirli, huysuz, başkalarının hislerine duyarsız biri olup çıktım. Karıma da ağzıma geleni söylüyordum. Hatta işi daha ileri götürerek dayak atmaya kadar vardırdım. Evdeki hayvanlar da bu huy değişikliğinden nasibini almıştı. Onları ihmal etmekle kalmıyor, kötü de davranıyordum onlara. Ama Pluto’ya olan düşkünlüğüm ona sert davranmamı engelliyordu. Oysa tavşanları, maymunu ya da köpeği etrafımda görecek olsam tepelemeden duramıyordum. Alkolün de etkisiyle hastalığım –zaten alkolden daha kötü bir hastalık da yoktur- gittikçe ilerledi. Artık epey yaşlanmış ve huysuzlaşmaya başlamış olan Pluto bile tekme ve sopalarımdan nasibini alır olmuştu.
Bir gece şehrin meyhanelerinden birinden eve zilzurna döndüğüm sırada, kedinin benden kaçarak uzak durduğu izlenimine kapıldım. Hayvanı yakaladım. Korkudan şaşkına dönen kedi elimi ısırdı. O an şeytani bir öfke beni ele geçirmiş gibiydi. Ruhum aniden bedenimden çıkıp gitmiş ve yerine zalimler zalimi, içkiyle beslenen, her yanı kötülüğün zevkiyle titreyen biri gelmişti. Cebimden çakımı çıkardım, açtım ve zavallı hayvanın boynundan yakalayarak, bir gözünü oydum. Bu gaddarlık örneğini kaleme alırken bile utanıyor, ateşleniyor ve titriyorum.
Sabah kendime geldiğimde yaptıklarımı korku ve pişmanlıkla hatırladım. Ama bu duygularım uzun sürmedi. Kendimi tekrar içkiye vererek yaptığım kötülüğü belleğimden sildim.
Bu arada kedi yavaş yavaş iyileşiyordu. Oyulmuş göz çukuru her ne kadar korkunç görünüyorsa da, kedinin acı çeker bir hali yoktu. Her zamanki gibi evin içinde dolaşıp duruyor, doğal olarak beni gördüğünde kaçıyordu. Eskiden beni pek seven hayvanın bu hareketini görünce başta üzülmüştüm, ama bu duygu gün geçtikçe tiksintiye dönüştü. Bundan sonra ise beni uçurumun kenarına götüren SAPKINLIK bütün ruhumu sardı. Felsefede bu durumdan bahsedildiğini duymak mümkün değildir. Yaşadığıma inandığım kadar kötülüğün de sapkınlığın insanlığın ilk ve temel dürtülerinden biri, insan karakterine yön veren belli başlı duygulardan biri olduğuna inanıyorum. Hayatında sadece yapılmaması gerektiği için kötü ya da saçma bir eylemi yüzlerce kez yapmamış kimse var mıdır? Bütün bilincimize ve mantığımıza karşın sırf genel kabul gördükleri için çiğneme eğiliminde olduğumuz kanunlar yok mu? İşte bu sapkınlık arzusu beni uçuruma sürükleyen son itici güç oldu. Hiçbir günahı olmayan hayvanlara sırf eziyet etmiş olmak, kendime aykırı düşmek için kötülük ediyordum. Bir sabah, büyük bir soğukkanlılıkla kedinin boynuna bir ip geçirip onu bir ağacın dalına astım. Bunu yaparken gözlerimden yaşlar boşanıyordu ve acı bir pişmanlık duyuyordum. Onu asıyordum çünkü beni sevdiğini biliyordum -çünkü bir kabahati yoktu- çünkü onu asarak ölümsüz ruhumu tehlikeye sokacak bir günah işlediğimi biliyordum. Bu günahı ise işleyince en Merhametli, en Acımasız olan Tanrı bile beni bağışlamayabilirdi.
Aynı günün gecesi, “Yangın var!” çığlıklarıyla uyandım. Yatağımın cibinliği tutuşmuştu. Bütün ev alev alev yanıyordu. Karım, ben ve uşağımız kendimizi güçlükle dışarı atabilmiştik. Hiçbir şeyi kurtaramamıştık. Elimde avucumda ne varsa yangınla birlikte gitmişti. Acınacak bir duruma düşmüştüm.
Bu yıkımla, işlediğim cinayet arasında bir neden sonuç ilişkisi kuracak kadar aciz değilim. Her şeyi eksiksiz söylemek adına bunları anlatıyorum. Ertesi gün evden geri kalanları inceledim. Biri dışında duvarların tamamı yıkılmıştı. Yatağımın başucunun dayandığı, evin ortasındaki bir bölmenin duvarıydı burası. Yeni sıvanmış olduğundan yangından zarar görmemişti. Duvarın etrafına bir sürü insan toplanmış, büyük bir dikkatle gözlerini bir noktaya dikmiş bakıyorlardı. Duyduğum “Çok garip”, “Vay canına” gibi sözler meraklanmama neden olmuştu. Yaklaştım ve duvara bakınca, beyaz yüzeyin bir kısmına sanki usta bir rölyefçi bir kocaman bir kedi kabartması yapmıştı. Kusursuz bir biçimi vardı. Hayvanın boynunda bir ip vardı. Bu hayaleti görünce –daha farklı bir şey olduğunu sanmıyorum- hayret ve korku içinde kaldım. Ama sonunda kendimi toparlayıp düşünmeye koyuldum. Hatırladığım kadarıyla kediyi bitişikteki bahçede bulunan ağaca asmıştım. Yangın çıkınca bir sürü insan bahçeye doluşmuştu. Bunlardan biri kedinin boynundaki ipi kesmiş ve herhalde evde uyuyanları uyandırmak niyetiyle hayvanı pencereden içeri fırlatmıştı. Yıkılan duvarlar kediyi sağlam kalan duvara sıkıştırmıştı. Alevlerin etkisiyle leşteki amonyak da işin içine karışınca bu biçimi ortaya çıkarmıştı.
Bu işi mantığımı ve vicdanımı kullanarak çözümlemiş olmama karşın fecî manzara hayal gücümü altüst etmekten geri kalmıyordu. Kedinin o korkunç görüntüsü aylarca aklımdan çıkmadı. Bu süre içinde pişmanlık değil ama ona benzer belirsiz bir hisse kapılmıştım. Daha da ileri giderek işi kediyi özlemeye kadar vardırdım. Sonunda girip çıktığım meyhanelere giderken aynı renk ve özellikle bir kedi aramaya koyuldum.
Bir gece, pis bir meyhanede yarı ayık halde otururken, gözüm, içerdeki büyük cin ya da rom fıçılarından birinin üzerinde duran karanlık bir cisme takıldı. Bir iki dakikadır o noktaya baktığım halde bu kara cismi neden görmemiş olduğuma şaşırdım. Fıçıya yaklaştım. Dokunduğumda cismin kara bir kedi olduğunu anladım. En az Pluto kadar iriydi. Tek bir nokta dışında tıpatıp ona benziyordu. Pluto’nun bütün tüyleri kapkaraydı, bu kedininse göğsünü kaplayan ak tüyleri vardı.
Hayvana dokununca hemen yattığı yerden kalktı, yüksek sesle mırıldamaya başını elime sürtmeye başladı. Bu tanışıklıktan sevinç duyuyor gibiydi. Aradığım kediyi bulmuştum. Meyhaneciden hayvanı bana satmasını istedim. Kendi kedisi olmadığını hatta onu hiç görmediğini söyleyerek götürmeme izin verdi.
Hayvanı okşamayı sürdürdüm. Eve gitmek üzere kalktığımda, kedinin de peşim sıra geldiğini gördüm. Arada sırada durup, başını okşuyordum. Eve hemen alıştı ve karımın da epey hoşuna gitmişti kedi.
Bense bu duruma fena halde içerlemeye başlamıştım. Tam tersinin olacağını ummuştum ama –neden bilmem- kedinin beni sevmesinden hoşlanmıyor, buna sinirleniyordum. Bu tiksinti ve sinir sonunda nefrete dönüştü. Kediyi görmeye bile tahammül edemiyordum. Ama Pluto’ya yaptıklarımı hatırlayınca utanıyor bu yüzden de kediye kötü davranmaktan çekiniyordum. Bir süre hayvana ne vurdum ne de zarar verdim. Ama zamanla ona karşı tarifsiz bir kin duymaya ve ondan vebadan kaçarmış gibi kaçmaya başladım.
Hayvana olan kinimi artıran olay ise kediyi eve getirdiğimin ertesi günü tıpkı Pluto gibi onun da bir gözünün noksan olduğunu görmemdi. Oysa bu durum karımın ona daha merhametli ve koruyucu davranmasına yol açmıştı. Çünkü daha önce söylediğim gibi karım da eskiden ayırt edici özelliğim ve en basit hazlarımdan çoğunun kaynağı olan o merhamet konusunda aşırıya kaçıyordu.
Kedi sanki tiksintim artıkça beni daha çok seviyor, daha fazla yakınıma sokuluyordu. Evde nereye gitsem beni takip ediyordu. Oturduğum iskemlenin yanına uzanıyor ya da kucağıma sıçrayarak sırnaşıyordu. Kalkıp yürümek istediğimde ayaklarıma dolanıyor ya da tırnaklarını pantolonuma geçirerek üstüme tırmanmaya çalışıyordu. Böyle zamanlarda tek vuruştu kediyi yok etmek istiyordum. Ama daha önceki işlediğim günahı hatırlamanın verdiği yılgınlık ve -evet, inanın buna!- daha çok da hayvandan korkmam dolayısıyla bunu yapamıyordum.
Fiziksel bir tehditten dolayı hissedilen korku değildi bu. Nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Hayvanın içimde uyandırdığı korku ve dehşetin çok ufak kuruntular nedeniyle –evet bu cezaevi hücresindeyken bile itiraf etmekten utanıyorum- hararetlendiğini söylemeliyim. Karım pek çok kez, kedinin daha önce bahsetmiş olduğum o beyaz lekesine dikkatimi çekmişti. O beyaz tüyler, elimde canına kıydığım Pluto ile bu kedi arasındaki biricik farkı oluşturuyordu. Okuyucu lekenin onu ilk gördüğüm gün büyük ama solgun olduğunu hatırlayacaktır. Ama zamanla –öyle yavaştı ki mantığım uzun süre bunun hayal ürünü olduğunu söyledi- belirgin hale gelmeye başlamıştı. Neye dönüştüğünü ise söylerken bile ürperiyorum. İşte bu yüzden ondan hiçbir şeyden tiksinmediğim kadar tiksiniyor ve korkuyordum. Ama o canavarı yok edecektim. Söylediğim gibi, leke belirginleşmişti ve çirkin –aynı zamanda korkunç- bir DARAĞACI biçimini almıştı. O Dehşet ve Suç, Istırap ve Ölüm makinesinin şeklini!
İnsan olmanın acizliğinin de ötesinde gerçek bir perişanlık içerisindeydim. Üstelik bana –Ulu Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan bir insana- bu acıları çektiren hemcinsini aşağılayarak öldürdüğüm hayvan kılığındaki bir canavardı. Bu canavar gündüzleri peşimi bir an bırakmıyor, geceleri ise korkunç rüyalardan uyandığımda o canavarın –cisimleşmiş, kurtulamadığım o karabasanın- nefesini yüzümde ve ağırlığını yüreğimde hissediyor ve tarifsiz bir dehşete kapılıyordum!
Bu işkencelerin baskısıyla içimdeki iyilik kavramının son kırıntıları da ruhumdan silinip gitmişti. Aklımda yalnızca kötülük –en karanlık ve şeytani düşünceler– belirir olmuştu. Her zamanki sinirim gittikçe artarak herkesten ve her şeyden daha çok nefret etmeme neden oldu. Sık sık ani öfke nöbetleri geçiriyordum ve artık bunlara dayanamaz hale gelmiştim. Bu öfke nöbetlerinde en çok da bana büyük bir sabır gösteren karıma işkence ediyordum.
Bir gün parasızlık yüzünden sığınmak zorunda kaldığımız eski binanın mahzenine benimle birlikte inmek zorunda kaldı. Kedi o dik merdivenlerde de peşimden geldi, ayaklarıma dolanınca az daha beni aşağı düşürüyordu. Öfkeden çılgına döndüm. Beni engelleyen çocuksu korkumu unutarak orada duran baltayı kaptığım gibi hayvana doğru savurdum. İsabet etmiş olsa hayvanı öldürürdü. Ama karım elimi tutarak beni engellemişti. Daha büyük bir öfkeyle kolumu kurtardım ve baltayı delirmiş gibi kafasına indirdim. Ağzından bir inilti bile çıkmadan düşüp, öldü.
Bu hunharca cinayeti işledikten sonra büyük bir titizlikle cesedi saklamaya koyuldum. Ne gece, ne de gündüz komşulara görünmeden cesedi evden dışarı çıkaramayacağımı biliyordum. Çeşitli çözüm yolları düşündüm. Bir ara cesedi küçük parçalara ayırarak yakmak bile geldi aklıma. Mahzenin zemini kazarak oraya gömmeyi de düşündüm. Bahçedeki kuyuya da atabilirdim. Herhangi bir eşyaymış gibi iyice sarıp sarmalayarak çağırdığım hamala da verebilirdim. En sonunda bütün bunlardan çok daha iyi olduğuna inandığım bir çözüm yolu buldum. Ortaçağda papazların işkence ile öldürdükleri kişilere yaptığı gibi yapacaktım ben de. Cesedi mahzenin duvarına gömecektim.
Mahzen bu iş için gerçekten de biçilmiş kaftandı. Duvarları pek sık örülmemişti. Üstelik geçenlerde üzerine kalın bir sıva çekilmiş, nem yüzünden daha kurumamıştı. Ayrıca duvarların birinde önceleri ocak olarak kullanılmak üzere yapılan, sonradan üzeri örülmüş bir çıkıntı vardı. Buradaki tuğlaları yerinden çıkararak cesedi o boşluğa yerleştirebilir, tuğlaları eski yerlerine koyabilirdim. Kimse de farkına varmazdı.
Düşündüğümde yanılmamıştım. Bir küskü yardımıyla tuğlaları yerlerinden söküp, cesedi duvarın içine yerleştirdim. İyice sağlamlaştırdıktan sonra çok
çaba harcamadan duvarı eskisi gibi ördüm. Kimseye sezdirmeden kireç, kum ve fırça edinerek, eskisinden ayırt edilmeyecek bir sıva hazırladım. Bununla tuğlaların üzerine güzelce sıvadım. Bitirdiğimde başarımla gurur duydum. Duvarın yeniden örüldüğü hiç anlaşılmıyordu. Yere düşen kireç parçalarını büyük bir titizlikle topladım. Gururla çevreme baktım. Kendi kendime “Neyse ki çabalarım boşa gitmedi” dedim.
Vakit kaybetmeden bütün bu felaketlere yol açan kediyi aramaya koyuldum. Bulur bulmaz işini bitirmeye kararlıydım. Eğer o anda elime geçirebilseydim mutlaka öldürecektim. Ama kurnaz hayvan başına gelecekleri anlamış olmalı ki hala gizleniyordu. O iğrenç yaratığı ortalarda görmeyince hissettiğim o derin rahatlığı anlatmam mümkün değil. Gece de ortaya çıkmayınca onu eve getirdiğimden beri bir kere olsun rahat bir uyku çektim. İşlediğim cinayete rağmen uyumuştum. İkinci ve üçüncü gün geçti. İşkencecim hala görünmemişti. Özgürlüğüme kavuşmuştum artık. Canavar herhalde korkudan kaçıp gitmişti! Bir daha onu görmeyecektim! İçim sonsuz bir mutlulukla doldu. İşlediğim cinayetten ötürü büyük bir suçluluk duymuyordum. Soruşturma yapılmış, herhangi bir sonuç alınamamıştı. Bir arama emri de çıkartılmıştı ama elbette bir şey bulunamayacaktı. Geleceğe güvenle bakıyordum.
Cinayetten dört gün sonra hiç beklemediğim anda bir grup polis çıkageldi. İçeriyi baştan aşağı tekrar aradılar. Cesedi bulamayacaklarını bildiğimden içim rahattı. Polisler evi ararlarken yanlarında durmamı istediler. Aramadık kıyı bucak bırakmadılar. En sonunda üçüncü ya da dördüncü kez yeniden mahzene inildi. Kılım bile kımıldamıyordu. Kalbim derin uykudaki birinin kalbi gibi yavaş atıyordu. Mahzeni boydan boya adımladım. Kollarımı göğsüme kavuşturmuş boyuna gidip geliyordum. Polisler bir şey bulamayacaklarına inanmışlar, gitmeye hazırlanıyorlardı. Neşemden yerimde duramıyordum. Zaferimin şerefine hiç değilse bir şeyler söyleyip onların suçsuzluğuma iyice ikna etmek istiyordum.
“Beyler” dedim polisler mahzenin merdivenlerini çıkarken “kuşkularınızı giderdiğim için çok sevinçliyim. Hepinize sağlık ve esenlikler dilerim. Umarım biraz da nazik olmayı öğrenirsiniz. Güle güle beyler. Burası, burası çok iyi yapılmış bir evdir (çabucak bir şeyler söyleme arzusunda olduğumdan ne dediğimi bilmez haldeydim) “hatta kusursuzdur. Bu duvarlar –ne o, yoksa gidiyor musunuz?- bu duvarlar çok sağlamdır. Bunları söylerken zafer sarhoşluğuyla işi daha ileri götürerek elimdeki bastonla sevgili karımın cesedinin bulunduğu bölüme hızla vurdum.
Tanrı beni şeytanın gazabından korusun! Daha gürültünün yankıları dinmeden, mezarın içinden bir ses geldi! Başta bir bebek hıçkırığını andıran bu boğuk ve kısık ses, birden yükselerek uzun, tiz ve hayvansı bir çığlığa – yalnızca cehennemden, orada acı çekenlerin ve onlara acı çektirmekten haz duyan iblislerin gırtlaklarından çıkabilecek yarı korku, yarı zafer dolu bir çığlığa dönüştü.
O anki düşüncelerimden bahsetmek gereksiz olur. Bayılacak gibi oldum ve karşı duvara doğru sendeledim. Merdivenleri çıkmakta olan polisler bir an korku ve şaşkınlıkla donakaldılar. Sonra vakit kaybetmeden on iki güçlü kol işe koyuldu. Kısa bir zamanda alçıları söküp tuğlaları yerinden çıkardılar. Çürümeye yüz tutmuş ve pıhtılaşmış kanla kaplı cesedi gözlerimizin önünde dimdik şekilde duruyordu. Başının üzerinde kıpkırmızı ağzı ve ateş saçan tek gözüyle, beni kurnazca bu cinayete sürükleyen, şimdiyse çığlığıyla ele verip celladın ellerine teslim eden o uğursuz hayvan vardı. Canavarı cesetle birlikte duvara gömmüştüm.
Edgar Allan Poe
hikaye, hikayeler, hikayeler okuma, korku hikayesi, korku hikayeleri, gotik hikayeler, gotik, kısa hikayeler, hikaye okuma, hikayeler kısa, en güzel hikayeler, dehşet hikayeleri, dehşetli hikayeler, büyükler için hikaye, Edgar Allan Poe, Edgar Allan Poe hikayeleri, Edgar Allan Poe öyküleri,