Kıymetli Yazarlarımızdan SeçmelerMustafa SöylememSizden Gelenler

Yönetim Hikayeleri 1. Bölüm

Hikaye

Yönetim Hikâyeleri 1. Bölüm

Başlangıç

Anlatmak istediğim bazı şeyler var, ülkemizin nasıl daha iyi bir yer olacağını anlatmak istiyorum. Bunu kısır siyasi tartışmalara girmeden yapmak istiyorum. Bir söz vardır, küçük zihinler kişileri, orta zihinler olayları, büyük zihinler fikirleri tartışır diye. Elbette insanların çoğuna anlatmak isteyeceğim şeyi, yani ülkenin nasıl iyi yönde ilerleyebileceğinin mantığını anlatamam. Çünkü anlayamazlar, bunu kibir olarak görmeyin ama ne yazık ki insanların çoğu beni anlayacak zihni kapasiteye sahip değil, bu da beni kahrediyor. Ancak bir laf vardır, karanlığa küfredeceğine aydınlık için bir mum yak diye. İnsanlara fikirleri nasıl anlatabilirim diye düşündüm. Çareyi hikayeleştirmekte buldum. Size yönetime dair en karmaşık meseleleri hikâyelerin içinde anlatacağım ve eğer biraz sabır gösterir ve anlamaya çalışırsanız normalde ne yazık ki ülkemizde çoğu yönetim bilimleri profesörlerinin bile anlamadığı meseleleri anlamış olacaksınız. Şimdiden söyleyeyim, hikâyenin ana karakteri bizzat benim.

Yönetim Hikâyeleri 1. Bölüm

Mustafa bir bahçe sandalyesine oturmuş elinde hortum bahçedeki bitkileri suluyordu. Bu esnada Mustafa’nın yanına Hakan Aracı adlı uzun boylu, siyah saçlı, yakışıklı bir delikanlı geldi. Önündeki şişman adamı süzdü, Mustafa otuzlarının başında, saçları hafiften dökülmeye başlamış, uzun boylu ve mahzun bakışlı bir adamdı. Vücudu orantılı ve yüzü güzel olduğundan kilolu biri için yakışıklı sayılırdı.

Hakan söze başladı “Merhabalar, beni buraya babam yolladı, size haber vermiş, bu ülke nasıl düzelir soruyordum, babam bunu bana en iyi sizin anlatabileceğinizi söyledi.” Mustafa sakin bir tavırla başını olumlu anlamda salladı. “Doğru yerdesin genç, doğru kişiye doğru soruyu sordun, fakat doğru cevabı almak istiyorsan önce şunu söyle, bir ülke için en değerli kaynak nedir?” Hakan çenesini kaşıdı, biraz düşündü, “Petrol diyeceğim ama hayır diyeceğini tahmin ediyorum, insan mı?” Mustafa yine sakin tavrıyla evet anlamında başını salladı. “İnsandır, peki insanı olmayan ülke var mı? Niye bazı ülkeler iyi durumdayken bazıları kötü durumda?” Hakan “Kimisinin petrolü var, kimisi sömürgecilik döneminde başkalarından çalarak zengin olmuş.” Mustafa “Hayır, bu mantık insanları geri götüren mantıktır işte. Dünyanın pek çok gelişmemiş ülkesinde insanlar başlarına gelenlerden dolayı Avrupalıları, Amerikalıları suçlarlar, ama hiçbir zaman kendilerine kusur bulmazlar, hâlbuki Avrupalıların gelmesinden önce ya da gelmesinden sonra gelişmek için pek çok fırsatları vardır, sömürülen ülkelerde mesela Afrika’da Avrupalılar Afrika içlerine girip zencileri köle yapmamıştır, zenciler birbirlerini zincire vurup Avrupalılara köle olarak satmıştır. Hindistan’da Hintliler birlik olmak yerine birbirleri ile savaşan küçük devletçiklere bölünmüştür, İngilizler onları lokma lokma yemiştir.” Hakan “Ne yani bana sömürgecileri mi savunuyorsun?” Mustafa “Tamam, beni kolayca anlamayacaksın, o zaman sana bir hikaye ile ne anlatmaya çalıştığımı anlatıyım. Bir kümes sahibinin kümesine tilki girse, o da kalkıp ikiye bir “Tilki tavuklarımı yedi, hain tilki, cani tilki” dese tavukları yerine gelir mi? Yoksa bir daha tilki kümese girmesin diye tümesin çevresine kuvvetli bir çit mi inşa etmelidir?” Hakan “Zannediyorum, Batılılar, batılılıklarını yapacaklar, bizim yapmamız gereken onları suçlamak yerine kendi önlemimizi almak diyorsun.” Mustafa “Aynen, hain batı, katil batı deyip durmak hiçbir şeyi çözmez, kahrolsun demekle kimse kahrolmaz, eğer bir düşmanın varsa ona beddua etmek yerine onu yenecek ekonomik, askeri ve siyasi güce ulaşmalısın.

Hakan “Peki dediğin gibi insan her yerde var, neden batılı ülkeler başarılıyken biz gerideyiz o zaman? İnsanlarımız mı kalitesiz?” Mustafa “Tam olarak değil ama kısmen. Hakan “Ne demek istiyorsun?” Mustafa “Sana bir hikaye anlatıyım, dini bir hikaye, ama benim çıkaracağım mesaj ile hikayenin mesajı baya alakasız.” Hakan “Dinliyorum” Mustafa “Zamanın birinde bir kadın kucağında kundaktaki çocuğu ile duruyor, önce önünden iyi giyimli, iri yarı, at üzerinde bir adam geçiyor, anne diyor ki “Allah’ım benim çocuğumu bunun gibi yap.” Kundaktaki bebek dile geliyor “Allahlım beni bunun gibi yapma, anne bu adam eşkıyanın biridir onun gibi olmak istemiyorum” diyor. Kısa bir süre sonra üstü başı dökülen ser sefil bir adam geçiyor Anne diyor ki “Allah’ım benim çocuğumu bunun gibi yapma” Çocuk yine dile geliyor “Allah’ım beni bunun gibi yap, anne bu adam âlim bir Allah dostudur, ben onun gibi olmak istiyorum.” Hakan Mustafa’ya baktı, biraz düşündü ve sonra “Bu hikâyenin anlamı görünene bakmamak lazım öze bakmak lazımdır, ama senin söyleyeceğin şey bu değil sanırım.” Mustafa başıyla onayladı ve konuşmaya başladı “Eğer bu hikaye adil bir ülkede geçiyor olsaydı, eşkıya elleri zincirli boyunduruğa vurulmuş halde olurdu, anne direkt “Allah’ım çocuğumu bunun gibi yapma” derdi çocuğun konuşması gerekmezdi, âlim zatsa başında kavuğu çevresinde öğrencileri hak ettiği hürmeti ve makamı elde etmiş halde olurdu, anne “Allah’ım çocuğumu bunun gibi yap” derdi, çocuğun dile gelmesine gerek falan kalmazdı.” Hakan birkaç dakika düşündü, “Galiba anlayacak gibiyim, ama biraz daha açıkla.” Mustafa “Bazı insanlar vardır şartlar ne olursa olsun iyidirler, bazı insanlar vardır şartlar ne olsun kötüdürler, ancak bu iki gurup da önemsiz derecede küçük azınlıklardır. İnsanların çoğu su gibidir.” Mustafa eline bir çubuk aldı ve Y şeklinde bir ark çizdi, ancak Y şeklindeki arkın kolları dengesizdi, Mustafa bahçeyi suladığı hortumu aldı, Y şeklin dibine koydu, su iki kola birden gitmedi, daha derin çizilmiş olan sol kola yöneldi. Mustafa bu sefer eline tekrar çubuğu alıp bu sefer sağ tarafı derinleştirdi bu sefer su sağ taraftan akmaya başladı, Mustafa “Sana anlattığım hikâyedeki anne çocuğunun düzgün elbiseler giymesini, itibar görmesini ve iyi yaşamasını istiyordu. Hikayenin ilk versiyonunda eşkıyanın eşkıyalığı yanına kar kaldığından çocuğunun onun gibi olmasını istedi, çünkü sistem hırsızın, yolsuzun, yalakanın, rüşvetçinin, suçunun yanına kar kaldığı sistemdi. Bu insanların para, güç, itibar sahibi olduğu sistemdi. Hikâyenin benim uydurduğum ikinci versiyonunda ise sistem eşkıyalığı kimsenin yanına bırakmıyordu, bilgiyi, çalışkanlığı ve iyi ahlakı ödüllendiriyordu, bu sefer anne oğlunun alim adam gibi olmasını istedi. Eğer bir ülkede çalışkan ve iyi insanlar fakir ve sefilse, rüşvetçi, yolsuz, hırsız, ahlaksız insanlar zengin ve güçlüyse insanların büyük çoğunluğu kötülere özenecektir, onlar gibi olmak isteyecektir. Bir şey üretmek isteyen insanlar ise ya sürünecek ya da beyin göçü olarak ülkeyi terk edecektir.” Hakan başını olumlu anlamda salladı “Yani insanların çoğu sistemin onları dönüştürdüğü şeydir. Senin dediğin gibi su gibidirler, ulaşmak istedikleri şey zenginlik, itibar ve rahatlıktır, eğer bunları dürüstçe çalışarak elde edebiliyorlarsa o yolu seçerler yok ama bunları hırsızlıkla yolsuzlukla elde ediyorlarsa o yolu tercih ederler.” Mustafa “Eğer ülkemizden örnek verecek olursak hepimiz ekilmemiş tarlasını ekilmiş göstererek tarım desteğini alan kişileri duyduk, dinledik. Bu kişiler sadece devleti değil esasında herkesi dolandırdılar, çünkü onlara verilen tarım desteği hepimizin vergisinden gitti. Ancak ülkemizde tarım desteğini dolandıranların nasıl yanlarına kar kaldığını değil dürüst bir şekilde tarlasını eken çiftçilerin ne kadar güzel paralar kazandığını duysaydık ne olurdu?” Hakan yine çenesini kaşıdı “Galiba tarım üretimi epey bir artardı, insanlar iyi para kazanmak için babadan, dededen kalma ekilmeyen arazilerini gider ekerlerdi.” Mustafa “Aynen öyle olurdu, bu da ülkenin tarım üretimin artması demek, tarım üretiminin artması, tarın ürünlerini işleyen sanayinin, tarım ürünlerinin üretilmesi için gereken makinaları üreten fabrikaların çok daha fazla işi olması demek. Bu da sadece tarımda değil hem tarımda hem sanayide üretim artışı demek. Ülkemizin tamamı için daha çok iş daha çok aş demek.”

Hakan “İyi de insanlar şerefsizse devlet ne yapsın?” dedi. Mustafa

“Yönetim nedir? Usta çoban ya da usta yönetici her işe kendi maydanoz olan kişimidir yoksa sistemi doğru oturtup işlemesini izleyen, ortaya çıkan problemleri de çabucak çözen kişimidir?” Hakan “Anlamadım, bir hikâye ile açıklasana?” Mustafa “Makro yönetim ve mikro yönetim diye iki olay vardır, makro büyük ölçek mikro küçük ölçek demektir. İyi yönetici öyle küçük detayların peşinde koşmaz, ortaya net bir çerçeve koyar, bu çerçeveyi uygulayacak liyakat (görevin yapılması için gereken beceriler) sahibi kişileri bu görevlere atar. Yönetici görünürde çok az şey yapar ama tüm işler tıkır tıkır yürür. Gerçi sen hikâye istedin, anlatayım. Acemi çoban her bir koyunun tek tek peşinden koşar, görünürde çok koşar çok çalışır ama hiçbir şey yapamaz, usta çoban sakin sakin yürürken bir iki bağırır, ıslık çalar ve tüm koyunlar onun istediği şekilde hareket ederler. Buna ilgili en güzel hikâye ise CEO hikayesidir, Bir şirketin bir Müdürü, yeni nesil adıyla CEO’su var. Bu şirketin hissedarları (sahipleri) bir gün diyorlar ki “biz bu müdüre yığınla para veriyoruz ama herif işe saat onda gelip dörtte çıkıyor, bir şey yaptığı falan da yok. Biz bunu görevden alalım, yerine çalışkan sekreteri müdür yapalım. Hem ona çok para da vermeyiz.” Müdür şirket sahiplerinin kararını duyunca hiç umursamadan eşyasını toplayıp şirketten ayrılıyor. Sekreter sabah herkesten önce geliyor, akşam herkesten geç çıkıyor, ama ne yaparsa yapsın müdür oradayken kar eden şirket zarar etmeye başlıyor. Bir ay, iki ay, üç ay derken şirketin hissedarları yaptıkları hatayı anlıyorlar ve müdürü geri getiriyorlar müdürden işine geri dönmesini istiyorlar, müdür “Peki olur ama çalışmadığım üç ayın maaşını ve maaşıma yüzde elli zam isterim” diyor.

Boyunlarını büküp “Peki” diyorlar, sonuçta diğer türlü ellerinden şirket gidecek.” Hakan “Yani iyi yönetici çok çalışan değil iyi çalışan ve ne yaptığını bilen kişidir, verimli çalışan kişidir.” Mustafa sakin tavırla başını evet anlamında salladı. Ardından “Yönetimde her şeyin sırrı hangi davranışların ödüllendirildiği, hangi davranışların cezalandırıldığıdır. Eğer bir ülkede iyi davranışlar ödüllendiriliyorsa o ülkede o davranış tipi artar, yok yanlış işler ödüllendiriliyorsa o artar. Burada ödüllendirmekten kastım birilerinin bizzat gidip bir plaket falan vermesi değil, mesela bir kişi bir iş kurmak istediğinde karşısına yığınla kağıt işi çıkmıyorsa, kolayca işini kurup kar etmeye başlayabiliyorsa insanlar iş kurmak isteyecektir. Ancak devlet daha iş kurulmadan yığınla evrak istiyorsa, küçücük şirket daha doğmadan bürokrasi içinde enerjisini tüketiyorsa, yanlış ithalat(ülke içine mal alma) ve vergi politikaları ile hem kar etmesini önleyip hem de daha kar etmeden üstünden vergi almaya çalışıyorsa o zaman bu tür şirketler battığından kimse şirket kurmaya kalkmayacaktır. Daha net bir örnek verecek olursak, eğer biz zengin bir iş adamı gördüğümüz zaman o adamın bir şeyler üretip ihracat (ülke dışına mal satma) yapan bir adam olduğunu düşünüyorsak o ülke iyi yoldadır. Ancak biz zengin bir iş adamı gördüğümüz zaman belediyede meclisinde tanıdığı olduğu için inşaat ihalesi almış bu sayede zengin olmuş biri olduğunu düşünüyorsak o zaman o ülke kötü yoldadır.

Anlatmak istediğim şu, bir ülkede gerçek üretim yapan insanların sayısı arttıkça o ülkenin refah düzeyi artar, üretim yapmaktan kastim, hem tarım, hem sanayi, hem fikir ve teknoloji hem de hizmet (turizim gibi) üretimidir. Üreten ülkeler her geçen gün daha da gelişmiş şeyler üretirler. Mesela cep radyosu üreten basit bir Çinli şirketi zaman içinde üretimden sürekli para kazandığı için önce tuşlu telefon ardından akıllı telefon üretimine geçer. Çünkü zaten elektronik eşya ürettikleri için ve o alanda para kazandıkları için sürekli bilgi ve tecrübeleri artar. Sürekli ilerlerler. Daha on yıl önce benim bir huawei telefonum vardı, o zamanlar o markayı kimse bilmiyordu, şimdi herifler dünya devi, çünkü ürettiler, ürettikçe geliştiler, geliştikçe daha iyisini ürettiler, bir zamanlar ucuz ve dandik diye bildiğimiz şirketler şimdi kaliteli ve orta fiyatlı olarak biliniyorlar. Bir ülkenin üreten insanları o ülkenin tamamını besler, ülkeler tarlalar gibidirler, doğru bir çitçinin elinde tarla güzel ve iri ekinlerle dolar, yanlış bir çiftçinin elinde ise ekinler yaban otları ve böcekler yüzünden yitip gider. Sistemlerin amacı doğru insanların sayısını arttırmak ve yanlış insanların sayısını azaltmaktır. Çünkü devletin sırtından parazit gibi beslenen insanların sayısı ne kadar çoksa gerçek üretken insanlar o ülkede o kadar çok boğulurlar ve okadar çok kaçmak isterler.

Hakan, “Bu konuyu yeterince anlattın bence, peki doğru yönetim nasıl olacak? Doğru yöneticiler nasıl seçilecek?” Mustafa “Çok doğru yere değindin, liyakat sahibi insanları yönetime getirip ülkede üreten faydalı insanların desteklenerek çoğunluk haline getirildiği, parazitlerin yaşatılmadığı bir hale nasıl getirebiliriz.” Mustafa derin bir nefes aldı. “İyi yönetimde her şey liyakate dayanır, bir müdür liyakate sahipse liyakate sahip şefler atar, bir genel müdür liyakate sahipse liyakate sahip müdürler atar, bir bakan-başbakan-cumhurbaşkanı liyakate sahipse liyakate sahip genel müdürler atar. Yani kısaca balık baştan kokar. Peki Cumhurbaşkanını, bakanları, başbakanı atayan kimdir?” Hakan “Atayan yoktur, halk seçer.” Mustafa “Peki halk doğru kişileri nasıl seçer?” Hakan düşündü “İyi de, düşünüyorum da doğru aday var mi ki halk doğru kişiyi seçsin. Sen benden daha iyi biliyorsundur, A partisini seçersin B partisi onun sürekli yolsuz olduğunu söyler ki doğrudur, A partisinin üyeleri kendi akrabalarını işe alırlar, kendi tanıdıklarına, destekçilerine ihaleleri verirler. Bu sefer B partisini seçersin ama yine aynı şey olur, bu sefer daha düne kadar A partisini yolsuzlukla suçlayan B partisi aynı şeyi yapar.”

Mustafa “Bunun farkına varmış olman çok güzel. Bu anlattığın bir döngüdür, hatta bunla ilgili güzel bir hikaye de var. Bir devlette büyük halk gösterileri başlamış, devlet başkanı bunun üzerini yerini seçimle yeni gelen adama devretmiş, ona üç zarf vermiş. Ona “Başın sıkışınca birinci zarfı, tekrar sıkışınca ikinci zarfı ve tekrar sıkışınca üçüncü zarfı aç.” Demiş. Yeni devlet başkanı göreve başlamış, ilk başlarda her şey iyi gitmiş. Sonuçta yönetim yeniymiş ve halk onlara zaman vermiş. Ancak bir şeyin değişmediğini görünce bu sefer halk tekrar huzursuzlanmaya başlamış. Yeni başkan ilk zarfı açmış, ilk zarfta “her şey için önceki yönetimi suçla” yazıyormuş. Bunun üzerine başkan başlamış “Bir enkaz devraldık, bu eski zihniyet var ya bu eski zihniyet, ülkeyi mahvetti” diye meydanlarda konuşmaya. Halk sakinleşmiş. Ama tabi değişen bir şey yok. Bir süre sonra halk tekrar huzursuzlanmış. Bu sefer ikinci zarfı açmış. Bu zarfta “Pembe hayaller anlat.” Yazıyormuş. Bu da başlamış hayaller anlatmaya “Devletimizin gelişmesini önleyen gizli anlaşmalar var, yüzüncü yılımızda gökten altın yağacak, yerden petrol fışkıracak.” Diye halka gazlamış. Gazı gören halkta sakinlemiş. Hâlbuki hepsi palavra tabi, ama gaz gazda bir yere kadar, halk tekrar huzursuzlanmış. Bu sefer üçüncü zarfı açmış bizim başkan, bu zarfta ne görsün?” Hakan “Ne yazıyormuş?” Mustafa “Sende üç zarf yaz yazıyormuş. Hikâye böylece döngüye giriyor. Halk sürekli hak etmeyenleri başkan seçiyor, sürekli aynı yalanları yiyor, sürekli sefalet döngüsünde yaşayıp gidiyor.” Hakan “Ve kimse bu yaşadıklarını daha önce de yaşadıklarını bilmiyor, çünkü tarihten ders almıyorlar” Mustafa “Aynen öyle.”

Mustafa “Liyakat sahibi liderleri seçmek için liyakat sahibi kişilerin onları ataması gerekir. Halk seçtiği kişilerin kendisinin vekili olduğunu, yani kendisinin patron devlet başkanınsa onun çalışanı olduğunu unutursa devlet doğru yönetilemez, doğru yönetimi seçmek içinse yine liyakat sahibi kişilerin oy vermesi gerekir.” Hakan “İyi de senin istediğin, haklın gücünü bilmesi, kendisinin patron olduğunu yönetimin kendisine karşı sorumlu olduğunu anlaması ve yapılan her yanlışın hesabını sorması. Bu dediğinin gerçekleşmesi için halkın çoğunluğunun liyakat sahibi olması lazım, bu nasıl olacak ki?” Mustafa “Demokrasilerde oy hakkının herkese verilmesi esasında işini yapmak istemeyen, ülkeyi soymak isteyen politikacıların bir oyunudur. Oy asla bir hak olmamalıdır, sorumluluktan doğan bir yetki olmalıdır. Her şeyin çaresi burada gizlidir. Yani oy vermede bir liyakat şartı aranmalıdır.” Hakan “Çobanın oyu ile profesörün oyu bir olmayacak yani?” Mustafa “Asla öyle bir şey demem, bilakis çobanın oyu ile profesörün oyu bir olacak, ancak baba parası yemekten başka marifeti olmayan zengin velediyle devletten sosyal yardım almaktan başka bir marifeti olmayan işsiz asalağın oy hakkı olmayacak.” Hakan “Şu noktaya kadar söylediklerin hemen herkesin hemfikir olabileceği şeylerdi şu an söylediğin ise baya ağır, ne demek istiyorsun?” Mustafa “Kazanılmamış şeyin kıymeti olmaz, mesela piyangodan para kazanan kişileri Sık sık duyarsın, o para şanstır, ortada bir alın teri yoktur ve adam parayı har vurur harman savurur ve eskisinden de fakir bir hale düşer. Ama o piyango parasından çok daha fazlasını kendi emeği ile kazanmış kişiler vardır, onlar mallarına sahip çıkar, doğru yatırımlar yaparlar, o servetleri ise küçüleceğine büyür, Havadan verilen oy hakkı havadan gelen para gibidir, har vurulur harman savrulur, küçük pahalara satılır. Çünkü kıymeti bilinmez, oyu havadan kazanmış kişi elinde elmas olan ve onu bir şekere değiştiren çocuk gibidir, nasıl çocuk elmasın değerini bilmez ve naylon bir oyuncakla bir şekere verir onlar da oylarının kıymetini bilmez ve biraz sosyal yardıma, birkaç cafcaflı lafa ve hayale oylarını satarlar.”

Hakan “O zaman oy hakkı için istediğin liyakat şartı ne?” Mustafa “Üreten bir birey olmak, ne yaptığının bilincinde bir birey olmak, oy hakkı her zaman askerlik ve vergi şartına bağlanmalıdır. Askerlik yapmayan ve vergi vermeyenlerin oy hakkı olmamalıdır. Oy vermenin böyle şartları olursa bu sefer insanlar oylarını kolayca satmazlar, kırk düşünür, kırk sorgular öyle oylarını verirler, verdikleri oyun kendilerine söylenen şekilde kullanılması için hesap sorarlar.” Hakan “Bunu da bir hikâye ile anlatmanı isteyeceğim” Mustafa “Benzer hikâyeler vardır ama aklımda hazır bir hikaye olmadığından kendim uyduracağım. Bir baba ve oğlu var, oğul babasının verdiği yüklü harçlığı her ayın ilk haftasında harcayıveriyor ve babasından tekrar harçlık istiyor. Baba bir gün oğlunun bu müsrifliğine dayanmıyor. Ona harçlık vermek için bir gün boyuncu bahçede bel yapma şartı koşuyor, çocuğu hiç acımadan it gibi çalıştırıyor. Sonra da iki kat harçlık veriyor, ancak ay sununda baba bir bakıyor ki çocuk verdiği paranın anca dörtte birini harcamış, normalde her gördüğü oyuncağa, şekere atlayan çocuk parayı elinde tutmuş. Baba soruyor “Oğlum neden parayı harcamadın?” Oğlu da diyor ki “Yok öyle yağma, ben o para için çok çalıştım kolay harcamam. Hakan “Yani insanlar askerde çektikleri rezilliklerle ve ödeyip durdukları vergiyi oyun şartı olarak bildiklerinden oyları kıymetli olacak diyorsun, iyi de insanlar devletin harcamalarının kendi ceplerinden çıktığını zaten bilmiyor mu?”

Mustafa ” Bir keresinde internette bir illüzyonisti izliyordum. Adam kadının birini sahneye çıkardı, kendi cebinden bir yüz dolar çıkardı ve parayı hokus pokus deyip kaybetti, kadına sordu, parayı yok ettim inandın mı? Kadın pek umursamadan “İnandım” dedi. Bu sefer kadından bir yüz dolar aldı parayı aynı hareketle kaybetti “Parayı sihirle kaybettim, artık yok inandın mı” dedi. Kadın “Hayır, geri ver paramı” dedi. İnsanlar verdikleri vergiler ve yapılan işler arasında direkt bağlantı kurmalılar. Çoğumuz belediyelerin asfalt döktüğünü altı ay sonra kanalizasyon için o asfaltı kazdığını ardından tekrar yamadığını görürüz, ama hiçbirimiz kalkıp belediyeye “Doğru düzgün plan yapın, madem altı ay sonra boru değiştireceksiniz işinizi ona göre planlayın yep yeni asfaltı yamalı hale getirmeyin, giden bizim paramız” demeyiz. Ama o işin parasını bizden dolaylı vergilerle uzun vadede alacaklarına iş yapılır yapılmaz elden alsalardı nasıl da hesap sorardık değil mi? Benim savunduğum şeyin birinci amacı halkın paranın kendi cebinden çıktığını anlaması. Oy hakkının ceplerinden çıkan vergi parasına bağlanmasının birinci amacı bu.

Hakan “Peki ikinci amacı ne?” Mustafa “Zengin ya da fakir üretmeyen insanlar var, bunlar baba parasıyla yaşayan zengin veletleri de, sosyal yardımla yaşayan tiplerde olabilir. Bunların topluma bir faydası yoktur, bu tipler yolsuz ve hırsız politikacıların oy deposudur, çünkü oyları satılıktır. Kim onlara daha çok sosyal yardım yapacaksa, ya da bedavaya baba parasıyla ve bursla sekiz sene üniversitede okuyormuş gibi gözükmelerini finanse edecekse ona oyu basarlar. Biz üreten birey olmayı, vergi veren birey olmayı oyun ilk şartı haline getirmeliyiz, sonuçta oy verenler ortak havuzda toplanan vergi parasının nasıl harcanacağına karar veriyor, o havuza para atmamış kişilerin o havuzun nasıl kullanılacağı ile ilgili söz. hakkı olması gayet abes. Bu tipler yolsuz kişilere oy verirler ki kendilerine sosyal yardım yapılsın, bunlara yapılan sosyal yardım ise üreten işçilerin, memurların, asgari ücretlilerin maaşına vergi olarak biner, iş adamlarının üstüne yığılır. Bu insanlar hakları olmayan bir parayı alırlar ve onlara bu parayı veren kişilere oy verirler. Ancak bu esnada üreten insanlar fakirleşmiş olur, bunun üzerine de üreten insanlar arasında kaçabilenler kaçmaya başlar, beyin göçü denen olay gerçekleşir. Biz faydalı insanları maksimum miktarda ödüllendirmeli, faydasızları ise faydalı olmaya zorlamalıyız. Bu gün iş adamları yüksek vergilerden kaçmak için iş kuracaklarına, insanlara iş vereceklerine paralarını yurt dışına kaçırıyorlar. En başarılı ve becerikli, işçiler, mühendisler yurt dışına kaçıyor. Çünkü sistem üretken insanları cezalandırıp parazitleri ödüllendiriyor, ancak bu durum ülkenin küçülmesi anlamına geliyor, hepimiz birden fakirleşiyoruz. İşte bu yüzden bu tiplerin oy hakkı olmamalı, bu tiplerin oy hakkı olmazsa onların oyuna sulanacak yolsuz politikacılar da olmaz.”

Hakan “Güzel konuşuyorsun, güzel söylüyorsun ama dediklerin imkânsız.” Mustafa “Sen bana bu ülke nasıl kurtulur diye sordun, kurtulacak mı diye sormadın.”

NOT: Marifet iltifata tabidir, eğer ilgi olursa devamı gelecek. Olmazsa başlayıp yarım bıraktığım seriler arasına girecektir. Yorum kısmında varsa sorularınızı sorabilirsiniz.

Mustafa Söylemem

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu