Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 19. Bölüm

Taş Mezarlar

Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 19. Bölüm “Taş Mezarlar”

Hava aydınlanmıştı, yani artık Zehir tehlikesi yoktu. Karanlığa ait diğer çoğu yaratık gibi yeraltında gizleniyor olmalıydı. Ve Alice’in gözleri bağlanıp kulakları da tıkanınca artık onun aracılığıyla görüp işitemezdi. Nerede olduğumuzu bilmesine imkân yoktu.

Önümüzde bir günlük zorlu bir yürüyüş daha olduğunu biliyor, gece olmadan Heysham’a varıp varamayacağımızı düşünüyordum. Ama Hayalet bizi bir patikadan geçirip büyük bir çiftliğin kapısının önünde durdurduğunda çok şaşırdım. İçerideki köpekler ölüleri bile mezarlarından çıkarabilecek şekilde havlarken yaşlı bir adam, bir değnekten destek alarak topallaya topallaya bize doğru geldi. Yüzünde endişeli bir ifade vardı.

“Üzgünüm,” dedi çatlak bir sesle. “Gerçekten üzgünüm, ama değişen bir şey yok. Bende olsa size verirdim.”

Anlaşıldığı kadarıyla Hayalet beş yıl önce bu çiftliğe musallat olan bir öcünün icabına bakmış, ancak parasını hâlâ alamamıştı. Ustam ödemeyi şimdi istiyordu, ama istediği para değildi.

Yarım saat sonra eyalette gördüğüm en büyük atlardan birinin çektiği bir at arabasındaydık; arabayı kullanansa çiftçinin oğluydu. İlk başta, yola çıkmadan önce, gözü bağlı olan Alice’e şaşkın bir şekilde bakmıştı.

“Aval aval kıza bakmayı bırak da kendi işine bak!” diye Hayalet tarafından azarlanınca gözlerini hemen kaçırıvermişti. Bizi götürdüğüne memnun görünüyordu, birkaç saatliğine de olsa gündelik işlerinden uzaklaşmak onu mutlu etmişti. Çok geçmeden arka sokakları izleyerek Caster’ın doğusundan geçiyorduk. Hayalet, Alice’i at arabasının içine yatırdıktan sonra yoldan geçenler tarafından görülmemesi için üzerini samanla örttü.

Atın ağır yükler çekmeye alışkın olduğuna hiç şüphe yoktu ve arkada sadece üçümüz olduğundan epey hızlı bir şekilde ilerliyordu. Uzakta, Caster şehrini ve kalesini görebiliyorduk. Orada uzun süren duruşmaların sonrasında birçok cadı öldürülmüştü, ama Caster’da cadıları yakmıyor, asıyorlardı. Yani, babamın denizci tabirlerinden birini kullanacak olursam, ‘tam yol’ ilerledik ve çok geçmeden Lune Nehri’nin üzerindeki bir köprüden geçip yönümüzü güneybatıya, Heysham’a doğru değiştirdik.

Çiftçinin oğluna, köyün hemen dışındaki yolun sonunda beklemesini söyledik.

“Şafakta döneriz,” dedi Hayalet. “Merak etme. Harcadığın zamana değecek.”

Dar bir patikadan tepeye tırmanırken sağımızda eski bir kiliseyle bir mezarlık vardı. Orada, tepenin kuytu tarafında her şey sessiz ve sakindi; yüksek, ulu ağaçlar mezar taşlarını örtüyordu. Ama bir kapıdan geçip de tepenin zirvesine ulaştığımızda sert bir rüzgârla ve deniz kokusuyla karşılaştık. Hemen önümüzde küçük bir taş şapelin kalıntıları vardı. Yalnızca üç duvarı hâlâ sağlamdı. Oldukça yüksekteydik ve aşağıda, akıntının ve yakındaki dağlık burundaki kayalıkları döven dalgaların neredeyse tamamen kapladığı kumluk sahili ve körfezi görebiliyordum.

“Batıdaki sahillerin çoğu dümdüz,” dedi Hayalet, “ve eyaletteki tepelerin en yükseği de bu. Eyalete gelen ilk insanların buraya geldiğini söylerler. Batıdan, çok uzaktaki topraklardan gelmişler ve gemileri aşağıdaki kayalıklarda karaya oturmuş. Onların soylarından gelenler şu şapeli inşa ettiler.”

İşaret ettiği yere baktım ve kalıntıların arkasında, taş mezarları gördüm. “Eyaletin hiçbir yerinde bunlara benzer bir şey yok,” dedi Hayalet.

Dik bir yamaçtaki büyük kayalıkların içine yan yana oyulmuş, her biri insan bedeni şeklinde ve bu oyuklara giren taş kapakları olan altı mezar vardı. Farklı boy ve şekillerdeydiler ama hepsi küçüktü, sanki çocuklar için yapılmışlardı. Bunlar Küçük İnsanlar’dan altısı için hazırlanmış mezarlardı. Kral Heys’in altı oğlu için.

Hayalet en yakındaki mezarın yanına eğildi. Hepsinin baş kısmında, kare şeklinde bir oyuk vardı ve parmağıyla bu oyuğu takip etti. Ardından sol el parmaklarını uzattı. Sadece karışı oyuğu dolduruyordu.

“Bunlar ne için kullanılıyordu acaba?” diye mırıldandı kendi kendine.

“Bu Küçük İnsanlar’ın büyüklüğü ne kadardı?” diye sordum. Mezarların hepsi farklı boydaydı ve yakından baktığımda ilk başta düşündüğüm kadar küçük olmadıklarını görüyordum.

Hayalet sorumu yanıtlamak yerine çantasını açıp katlı bir metre çıkardı. Metreyi açıp mezarı ölçtü.

“Bu yaklaşık bir buçuk metre kadar,” dedi, “ve orta kısmının genişliği yaklaşık otuz beş santimetre. Yıllar geçtikçe nesiller de büyümeye başladı, çünkü denizden gelenlerle aralarında evlilikler oldu. Yani tam olarak yok olmadılar aslında. Kanları hâlâ damarlarımızda dolaşıyor.”

Hayalet dönüp Alice’in göz bağını açtı. Sonra kulak tıpalarını çıkarıp her şeyi çantasına geri koydu. Alice gözlerini kırpıp çevresine baktı. Mutlu görünmüyordu.

“Burayı sevmedim,” diye yakındı. “Normal olmayan bir şeyler var. Kötü bir his bu.”

“Öyle mi?” dedi Hayalet. “Bugün söylediğin en ilginç şey bu. Tuhaf, çünkü bence burası çok hoş bir yer. Canlandırıcı deniz havası gibisi yoktur!”

Bana pek de canlandırıcı gelmiyordu. Rüzgâr durmuştu ve denizden kıyıya doğru sis çoğalırken hava da soğumaya başlıyordu. Bir saat içinde hava kararacaktı. Alice’in ne demek istediğini biliyordum. Burası gün batımından sonra uzak durulması gereken bir yerdi. Bir şeyler hissediyordum ve bunun pek dost canlısı bir şey olduğunu düşünmüyordum.

“Buralarda gizlenen bir şey var,” dedim Hayalet’e.

“Şuraya oturup bize alışması için ona zaman tanıyalım,” dedi Hayalet. “Onu korkutup kaçırmak istemeyiz…”

“Bu Naze’in ruhu mu?” diye sordum.

“Umarım öyledir evlat! Gerçekten öyle olmasını umuyorum. Ama çok yakında öğreneceğiz. Sabırlı ol.”

Hava yavaş yavaş kararırken az ilerideki çimenlerin üzerine oturduk. Giderek daha çok endişelenmeye başlıyordum.

“Peki ya hava kararınca?” diye sordum Hayalet’e. “Zehir ortaya çıkmayacak mı? Alice’in göz bağını çözdüğünüz için nerede olduğumuzu artık biliyordur!”

“Burada yeterince güvende olduğumuzu düşünüyorum evlat,” dedi Hayalet. “Burası herhalde bütün eyalette uzak durması gereken tek yerdir . Burada bir şey yapıldı ve eğer yanılmıyorsam Zehir buraya bir mil kadar dahi yaklaşmayacaktır . Nerede olduğumuzu biliyor olabilir, ama bu konuda yapabileceği fazla bir şey yok. Haklı mıyım küçük kız?”

Alice titreyerek başını salladı. “Benimle konuşmaya çalışıyor. Ama sesi çok zayıf ve uzaktan geliyor. Zihnime dahi giremiyor.”

“Ben de bunu umuyordum,” dedi Hayalet. “Demek ki buraya boşuna gelmemişiz.”

“Buradan hemen uzaklaşmamı istiyor. Ona gitmemi istiyor…”

“Peki, senin istediğin bu mu?”

Alice başını iki yana sallayıp titredi.

“Bunu duyduğuma sevindim küçük kız, çünkü daha önce söylediğim gibi bir sonraki sefere sana kimse yardım edemez. Şimdi nerede?”

“Yerin çok altında. Karanlık, nemli bir mağarada. Birkaç kemik bulmuş. Ama çok aç ve bunlar ona yetmiyor.”

“Doğru! Şimdi işe başlamanın zamanı geldi,” dedi Hayalet. “Siz ikiniz şu duvardaki oyuklara yerleşin.” Şapelin yıkıntılarını işaret ediyordu. “Ben burada mezarların başında nöbet tutarken uyumaya çalışın.”

Tartışmadık ve şapelin yıkıntılarının yanındaki çimenlere uzandık. Yıkılan duvarın boşluğundan Hayalet’i ve mezarları görebiliyorduk. Oturmuş olacağını düşünüyordum ama hâlâ, asasına dayanmış bir şekilde ayakta duruyordu.

Çok yorulmuştum ve uykuya dalmam uzun sürmedi. Ama aniden uyandım. Alice beni omuzlarımdan tutmuş sallıyordu.

“Ne oldu, sorun ne?” diye sordum.

“Orada vaktini boşa harcıyor,” dedi Alice, mezarların yanına çömelmiş öylece duran Hayalet’i işaret ederek. “Yakınlarda bir şey var ama arkada, çalılığın oralarda.”

“Emin misin?”

Alice başını salladı. “Ama ona gidip sen söyle. Benim söylememden pek hoşlanmayacaktır.”

Hayalet’in yanına yürüyüp “ Bay Gregory!” diye seslendim. Hareket etmedi ve bir an için o şekilde uykuya dalmış olabileceğini düşündüm. Ama yavaşça ayağa kalkıp ayaklarını hiç oynatmadan bana doğru döndü.

Bulutlar dağılmıştı, ama yıldızların ışığı Hayalet’in yüzünü görmeme yetmiyordu. Yüzü şapkasının içinde karanlık bir gölge gibiydi.

“Alice arkada, çalılığın yakınlarında bir şey olduğunu söylüyor,” dedim.

“Öyle mi?” diye mırıldandı Hayalet. “O halde baksak iyi olur.”

Çalılığa doğru yürüdük. Yaklaştıkça havanın soğumaya başladığını hissedebiliyordum; Alice haklıydı galiba. Yakınımızda gizli gizli dolaşan bir ruh olmalıydı.

Hayalet aşağıya doğru işaret ettikten sonra aniden dizlerinin üzerine çöküp otları yolmaya başladı. Ben de ona yardım ettim. İki taş mezar daha ortaya çıkardık. Biri bir buçuk metre uzunluğundaydı, diğeri ise bunun yarısı kadardı. İçlerindeki en küçük mezar buydu.

“Burada her kim gömülüyse damarlarlarında atalarının saf kanı dolaşıyormuş,” dedi Hayalet. “Bu da güç anlamına gelir . Aradığımız bu. Bu Naze’in ruhu olmalı! Biraz geriye doğru yürü evlat. Mezardan uzak dur.”

“Kalıp dinleyemez miyim?” diye sordum.

Hayalet başını iki yana salladı.

“Bana güvenmiyor musunuz?”

“Kendine güveniyor musun?” diye yanıtladı. “Önce kendine bunu sor! Birincisi, burada sadece birimiz olursak kendini görünür kılma olasılığı daha yüksek. Zaten bunları duymaman daha iyi olur. Zehir düşünceleri okuyabiliyor, unuttun mu? Senin düşüncelerini okumasını engelleyebilecek kadar güçlü müsün? Planımız olduğunu, zayıf noktasını bildiğimizi anlamasına izin veremeyiz. Rüyalarına girip ipuçları ve planlar bulmak için beynini altüst etmeye başladığında hiçbir şey bulamamasını sağlayabileceğine güveniyor musun?”

Emin değildim.

“Sen cesur bir çocuksun, şimdiye dek çırağım olanların hepsinden daha cesursun. Ama hâlâ bir çıraksın ve bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Yani şimdi uzaklaşsan iyi olur!” diyerek eliyle işaret etti.

Bana söyleneni yapıp şapelin yıkıntılarına geri döndüm. Alice uyuyordu, ben de birkaç dakikalığına yanına oturdum ama bir türlü yerleşemiyordum. Rahat değildim, çünkü Naze’in ruhunun neler söyleyeceğini gerçekten bilmek istiyordum. Hayalet’in uyarısına gelince, Zehir’in aklımda gezinmesi beni çok endişelendirmiyordu. Burada güvendeydik ve eğer Hayalet öğrenmek istediklerini öğrenirse yarın akşama kadar Zehir’in işi bitmiş olurdu.

Yıkıntılardan ayrılıp duvar boyunca sessizce ilerleyerek Hayalet’e yaklaştım. Ustama karşı yaptığım ilk itaatsizlik değildi bu, ama tehlike ilk kez bu kadar büyüktü. Oturup sırtımı duvara yaslayarak beklemeye başladım. Bekleyişim uzun sürmedi. Bu kadar uzakta olmama rağmen üşümeye ve titremeye başladım. Ölülerden biri yaklaşıyordu, ama bu Naze’in hortlağı mıydı acaba?

En küçük mezarın üzerinde soluk bir ışık belirdi. Tam bir insan biçiminde değildi, boyu Hayalet’in dizlerine kadar , ışıktan bir sütuna benziyordu. Hayalet’in aniden onu sorgulamaya başladığını duydum. Hava çok durgundu ve her ne kadar Hayalet alçak sesle konuşmaya çalışıyor olsa da her söylediğini duyabiliyordum.

“Konuş!” dedi Hayalet. “Konuşmanı emrediyorum!”

“Rahat bırak beni! Bırak da dinleneyim!” diye yanıtladı hortlak.

Her ne kadar Naze henüz daha çok gençken ölmüş olsa da hortlağın sesi yaşlı bir adamınkine benziyordu. Sesi kulak tırmalayıcı bir hırıltı gibiydi ve çok yorgunmuş gibi çıkıyordu. Ama bu, onun Naze’in hortlağı olmadığı anlamına gelmiyordu. Hayalet bana hortlakların hayattayken konuştukları gibi konuşmadıklarını söylemişti. Direk olarak zihninizle konuşuyorlardı ve böylelikle çok uzun yıllar önce yaşamış ya da farklı bir dilde konuşuyor olanları anlayabiliyordunuz.

“Adım John Gregory ve yedinci oğulun yedinci oğluyum,” dedi Hayalet, sesini yükselterek. “Buraya, yıllar önce yapılmış olması gereken bir şeyi yapmak için geldim; Zehir’in kötülüklerine bir son verip sana huzur vermeye geldik. Ama bilmem gereken şeyler var. Önce bana ismini söyle!”

Uzun bir sessizlik oldu ve hortlağın yanıt vermeyeceğini düşündüm, ama sonunda yanıtladı.

“Ben Naze’im, Heys’in yedinci oğlu. Ne bilmek istiyorsun?”

“Bu işi sonsuza dek bitirmenin vakti geldi,” dedi Hayalet. “Zehir artık serbest ve çok yakında tüm gücüne kavuşup bütün eyaleti tehdit etmeye başlayacak. Yok edilmeli. Bu yüzden senden bilgi almaya geldim. Onu yeraltı mezarlarına nasıl bağladın? Nasıl öldürülebilir? Bana bunların yanıtını verebilir misin?”

“Güçlü müsün?” diye hırıldadı Naze. “Zihnini kapayıp Zehir’in düşüncelerini okumasına engel olabilir misin?”

“Evet, bunu yapabilirim,” dedi Hayalet.

“O zaman bir umut olabilir. Sana ne yaptığımı Zehir’i nasıl bağladığımı anlatacağım. Önce, onunla bir antlaşma yapıp içmesi için kanımı verdim. Sonrasında üç kez daha kanımı içebilirdi ve bunun karşılığında emirlerime itaat etmeliydi. Priestown’daki yeraltı mezarlarının derinlerinde atalarımızın, medeniyetimizi kuranların küllerini içeren bir kap var. İşte Zehir’i oraya çağırıp içmesi için kanımı verdim. Karşılığında da ondan zorlu şeyler isteyebileceğimi kanıtladım.

İlk olarak ondan bir daha asla höyüğe dönmeyip babamla kardeşlerimin gömülü olduğu bu yerden uzak durmasını istedim, çünkü onların huzur içinde yatmasını istiyordum. Zehir ümitsizce inledi, çünkü höyük en sevdiği yerdi, gündüzleri oraya inip ölülerin kemiklerine sarılarak içlerinde son kalan anıları emiyordu. Ama antlaşma antlaşmaydı ve uymaktan başka seçeneği yoktu. İkinci kez çağırdığımda bilgi araması için onu dünyanın bir ucuna gönderdim ve bir ay bir gün süreyle uzakta kaldı, böylece ben de ihtiyacım olan zamanı kazandım.

İşte bu süre boyunca halkımı çalıştırdım ve Gümüş Kapı’yı inşa ettik. Ama döndüğünde bile Zehir’in bundan haberi yoktu, çünkü zihnim, düşüncelerimi saklı tutabilecek kadar güçlüydü.

Kanımı son kez verdikten sonra Zehir’e ne istediğimi söyledim, yüksek bir sesle ödemesi gereken bedeli anlattım.

‘Buraya bağlandın!’ diye emrettim. ‘Yeraltı mezarlarının derinliklerinde çıkış yolun olmadan kalacaksın. Ama bir yaratık ne kadar kötü olursa olsun, tamamen umutsuz kalmasını istemediğim için Gümüş Kapı’yı inşa ettik. Senin varlığında kapıyı açacak kadar aptallık edecek biri olursa özgürlüğüne kavuşabilirsin. Ama eğer buraya tekrar dönersen, sonsuza dek bağlanırsın!’

İşte böylece yufka yürekliliğim yüzünden onu olabileceği kadar güçlü bir şekilde bağlamadım. Hayatım boyunca insanlar için merhamet doluydum. Kimileri bunun bir zayıflık olduğunu düşünüyordu ve bu kez haklıydılar. Çünkü az da olsa bir kaçış umudu vermeden Zehir’i bile sonsuza dek hapsedemedim.”

“Elinden geleni yapmışsın,” dedi Hayalet. “Ve şimdi ben bu işi bitireceğim. Onu oraya geri götürebilirsek sonsuza dek bağlanacak! Bu bir başlangıç. Ama nasıl öldürülebilir? Bana bunu söyleyebilir misin? Bu yaratık artık o kadar kötü ki bağlamak yeterli değil. Onu yok etmeliyim.”

“Önce ete kemiğe bürünmüş olmalı. İkincisi yeraltı mezarlarının derinliklerinde olmalı. Üçüncüsü, kalbi gümüşle delinmeli. Sadece bu üç koşul bir araya gelirse ölecektir . Ama bunu deneyen kişi büyük bir risk alır. Zehir ölmek üzereyken öyle büyük bir enerji yayar ki onu öldüren her kimse mutlaka o da ölür.”

Hayalet derin derin iç geçirdi. “Bu bilgiler için sana teşekkür ediyorum,” dedi hortlağa. “Zor olacak ama yapılmalı, bedeli ne olursa olsun. Artık senin görevin tamamlandı. Huzur bulabilirsin. Öte tarafa geçebilirsin.”

Naze yanıt olarak öyle gürültülü bir şekilde homurdandı ki tüylerim diken diken oldu. Acı dolu bir homurtuydu bu.

“Benim için asla huzur olmayacak,” dedi yorgun bir şekilde. “Zehir ölene dek huzurum olmayacak…”

Ve sonrasında ışık sütunu yavaş yavaş yok oldu. Hiç vakit kaybetmeden duvar kenarından ilerleyerek yıkıntılara geri döndüm. Çok geçmeden Hayalet içeri girip otların üzerine yatarak gözlerini kapadı.

“Ciddi anlamda düşünmem gerekiyor,” diye fısıldadı.

Hiçbir şey söylemedim. Aniden, Naze’in hortlağıyla konuşmalarını dinlediğim için suçluluk hissettim. Artık çok şey biliyordum. Ona gerçekleri söylersem beni gönderip Zehir’le tek başına hesaplaşmasından korkuyordum.

“Sabah olur olmaz anlatırım,” diye fısıldadı. “Ama şimdi biraz uyu. Güneş doğana kadar buradan ayrılmak güvenli değil!”

Şaşırtıcı bir şekilde oldukça iyi uyudum. Şafak sökmeden önce tuhaf, kulak tırmalayıcı bir sesle uyandım. Hayalet, asasının ucundaki sustalı bıçağı bileyliyordu. Çok özenli çalışıyor, ara ara bıçağı parmağıyla yokluyordu. En sonunda tatmin oldu ve bıçak bir klik sesiyle asanın içindeki yerine geçti. Güçlükle ayağa kalktım. Hayalet eğilip çantasını yeniden açıp içini karıştırırken bir süre bacaklarımı gevşettim.

“Artık tam olarak ne yapılması gerektiğini biliyorum,” dedi. “Zehir’i alt edebiliriz. Bu yapılabilir, ama bu şimdiye dek giriştiğim en zor görev olacak. Eğer başaramazsam, hepimiz için çok kötü olur.”

“Ne yapılması gerekiyor?” diye sordum. Bildiğim için kendimi kötü hissediyordum. Yanıt vermedi ve yanımdan geçerek dizlerine sarılmış durumda yerde oturan Alice’e yöneldi.

Göz bağını ve balmumu kulak tıkaçlarından ilkini taktı. “Şimdi, ikincisini takmadan önce beni iyice dinlemeni istiyorum, çünkü bu çok önemli,” dedi. “Bu akşam tıkacı çıkardığımda, seninle hemen konuşacağım ve söylediklerimi anında, hiçbir şey sormadan yapman gerekiyor. Anladın mı?”

Alice başını salladıktan sonra Hayalet ikinci tıkacı taktı. Alice yeniden göremez ve duyamaz olmuştu. Zehir ne yaptığımızı ya da nereye gidiyor olduğumuzu bilemeyecekti. Tabi bir şekilde aklımı okumayı başarmazsa. Yaptığım şeyden ötürü kendimi çok rahatsız hissediyordum. Çok şey biliyordum.

“Şimdi,” dedi Hayalet, bana dönerek, “hoşlanmayacağın bir şey söyleyeceğim. Priestown’a geri gitmemiz lazım. Yeraltı mezarlarına.”

Sonra dönüp Alice’i kolundan yakalayarak çiftçinin oğlunun hâlâ bizi bekliyor olduğu at arabasına yöneldi.

“Bu atın gidebileceği en hızlı şekilde Priestown’a gitmemiz gerekiyor,” dedi Hayalet.

“Bunu bilmiyorum,” dedi çiftçinin oğlu. “Yaşlı babam beni öğleden önce bekliyor . Yapılacak işler var.”

Hayalet bir gümüş para uzattı. “İşte, al bunu. Bizi hava kararmadan oraya yetiştirirsen bir tane daha vereceğim. Babanın buna fazla aldırış edeceğini sanmam. Para saymaktan hoşlanır o.”

Hayalet, Alice’i ayaklarımızın dibine yatırıp gelip geçenlerin görmemesi için üzerini yeniden samanla örttükten sonra yola koyulduk. Önce Caster’ın etrafından dolaştık, ama sonra yaylalara geri dönmek yerine direk olarak Priestown’a giden yola çıktık.

“Gündüz geri dönmek tehlikeli olmaz mı?” diye sordum, endişeli bir şekilde. Yol oldukça kalabalıktı, sürekli olarak başka at arabaları ve yürüyen insanların yanından geçiyorduk. “Ya Sorgulayıcı’nın adamları bizi görürse?”

“Böyle bir risk olmadığını söyleyemem,” dedi Hayalet. “Ama bizim peşimizde olanlar muhtemelen cesedi yayla tarafına getirmekle meşguldür. Onu cenaze töreni için Priestown’a getireceklerine hiç şüphe yok, ama bu yarına kadar olmayacaktır; o zamana kadar her şey bitmiş ve biz de yola koyulmuş olacağız. Tabi, bir de düşünmemiz gereken fırtına var. Aklı başında olan herkes kapalı bir yerde, yağmurdan korunuyor olacaktır.”

Gökyüzüne baktım. Güneyde bulutlar toplanmaya başlamıştı, ama o kadar da kötü görünmüyordu. Bunu belirttiğimde Hayalet gülümsedi.

“Hâlâ öğrenmen gereken çok şey var evlat,” dedi. “Bu şimdiye dek gördüğün en şiddetli fırtınalardan biri olacak.”

“Yağan onca yağmurdan sonra birkaç gün de olsa havanın güzel olacağını düşünmüştüm,” diyerek karşı çıktım.

“Olması gerektiğine hiç şüphe yok evlat. Ama bu hiç de doğal bir durum değil. Eğer yanılmıyorsam bu fırtınayı Zehir çağırdı, tıpkı evime zarar vermek için o rüzgârı çağırdığı gibi. Bu, yalnızca ne kadar güçlendiğinin bir başka işareti. Alice’i istediği gibi kullanamadığından duyduğu hiddet ve hayal kırıklığını göstermek için fırtınayı kullanacak. Bu bizim için iyi. Fırtınaya odaklanırken bizi fazla rahatsız etmez. Ve bu sayede kasabaya sorun yaşamadan girmemiz kolaylaşacak.”

“Zehir’i öldürmek için neden yeraltı mezarlarına gitmemiz gerekiyor?” diye sordum. Zaten biliyor olduğum şeyleri anlatmasını umuyordum. Bu şekilde numara yapmaya devam etmek zorunda kalmazdım.

“Eğer onu yok etmeyi başaramazsam diye evlat. En azından eğer orada olursak, Gümüş Kapı kilitlendiğinde Zehir yeniden kapatılmış olur. Bu kez sonsuza dek. Naze’in hortlağının bana söylediği bu. O zaman, onu yok etmeyi başaramasam bile en azından her şeyi eskiden olduğu haline geri döndürmüş olurum. Yeterince soru sordun. Yapacaklarıma kendimi hazırlayabilmek için biraz huzura ihtiyacım var…”

Priestown sınırına ulaşana dek bir daha konuşmadık. Artık hava iyice kararmıştı, tam üstümüzde gök gürlerken çakan şimşekler gökyüzünü adeta ikiye bölüyordu. Yağmur hızlanmıştı ve içimize kadar işlediğinden ıpıslak ve oldukça rahatsızdım. Alice için üzülüyordum, çünkü üzerinde yatıyor olduğu at arabasının zemini iki parmak kadar suyla dolmuştu. Görmeyip duymamak ve bu yolculuk bittiğinde nereye varacağını bilmemek çok güç olmalıydı.

Benim yolculuğum düşündüğümden çok daha erken bitti. Priestown sınırındaki son dört yol ağzına vardığımızda Hayalet çiftçinin oğluna arabayı durdurması için seslendi.

“Burada inmen gerekiyor,” diyerek sertçe bana baktı. Şaşkınlık içinde ona baktım. Burnunun ucundan damlayan yağmur sakalına sızıyordu, ama gözünü bile kırpmadan sertçe bana bakmaya devam ediyordu.

“Chipenden’a geri dönmeni istiyorum,” diyerek kuzeydoğuya kıvrılan yolu işaret etti. “Mutfağa gidip şu benim öcüye bir daha geri gelemeyebileceğimi söyle. Eğer gerçekten dönemezsem sen hazır olana dek eve göz kulak olmasını söyle. Çıraklığını tamamlayıp işleri devralmaya hazır olana kadar evi güvende tutsun.

Daha sonra kuzeye, Caster’a gidip Bill Arkwright’ı ara, yerel hayalettir o. Biraz ağırkanlıdır ama dürüsttür ve önümüzdeki dört yıl boyunca seni eğitecek. Sonunda Chipenden’a dönüp çok daha fazla çalışmalısın. Orada olup seni eğitemeyeceğimden, bunu telafi etmek için başını o kitaplara gömüp hiç kaldırmamalısın!”

“Neden? Sorun ne? Neden geri gelmeyeceksiniz?” diye sordum. Yanıtını bildiğim bir başka soruydu bu da.

Hayalet üzgün bir şekilde başını salladı. “Çünkü Zehir’le mutlak başa çıkmanın sadece bir yolu var ve bunun sonunda muhtemelen öleceğim. Yanılmıyorsam kız da ölecek. Bu çok zor evlat, ama yapılması gerekiyor. Belki bir gün, bundan yıllar sonra, sen de buna benzer bir görevle karşı karşıya geleceksin. Benim ustam da buna benzer bir görev sırasında öldü ve şimdi sıra bende. Tarih kendini tekrarlayabilir ve bunu yaptığında hayatımızı ortaya koymaya hazırlıklı olmalıyız. Bu sadece işin bir parçası, yani buna alışsan iyi olur.”

Hayalet’in lanet hakkında düşünüp düşünmediğini merak ediyordum. Bu sebepten dolayı ölmeyi bekliyor muydu? Eğer Hayalet yeraltında ölürse, Alice’i Zehir’den koruyacak kimse kalmazdı.

“Peki ya Alice?” diye itiraz ettim. “Neler olacağını Alice’e anlatmadınız! Onu kandırdınız!”

“Bunun yapılması gerekliydi. Zaten artık kurtarılamayacak kadar derinde olmalı. Bu en iyisi. En azından ruhu özgür olacak. O iğrenç yaratığa bağlı yaşamaktan çok daha iyidir.”

“Lütfen,” diye yalvardım. “Sizinle gelmeme izin verin. Yardım etmeme izin verin.”

“Yapabileceğin en büyük yardım söylediklerimi yapmak olur!” dedi ve kolumu tutarak beni sabırsız ve sert bir biçimde at arabasından aşağıya itti. Dengesizce dizlerimin üzerine düştüm. Ayağa kalktığımda at arabası hareket etmişti bile ve Hayalet arkasına bakmıyordu.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 15. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 16. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 17. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 18. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 19. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

Exit mobile version