Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 18. Bölüm

Tepedeki Kâbus

Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 18. Bölüm “Tepedeki Kâbus”

Yaptığım işten dolayı çok kâbus görmüştüm ama bu, kesinlikle en kötü kâbuslardan biriydi. Kaybolmuştum ve evimin yolunu bulmaya çalışıyordum. Bunu kolaylıkla başarabilmeliydim, çünkü dolunay her şeyi aydınlatıyordu; ama ne zaman bir köşeyi dönüp tanıdık bir yere geldiğimi düşünsem, çok geçmeden yanıldığımı fark ediyordum. En sonunda Cellat Tepesi’ne varıp aşağıdaki çiftliğimizi gördüm.

Tepeden aşağı inerken kendimi çok huzursuz hissetmeye başladım. Gece olmasına rağmen her şey fazlasıyla durgun ve sessizdi, aşağıda hareket eden hiçbir şey yoktu. Çitler oldukça kötü durumdaydı ki babamla Jack, bu kadarına asla izin vermezdi. Ahırın kapısı da menteşelerinden çıkmıştı.

Ev terk edilmiş gibiydi: bazı pencereler kırıktı, çatıdan kiremitler uçmuştu. Arka kapıyı açmakta zorlandım ve her zamanki gibi aniden açıldığında sanki yıllardır kullanılmamış gibi görünen bir mutfakla karşılaştım. Her yer toz içindeydi, tavandan örümcek ağları sarkıyordu. Annemin sallanan sandalyesi odanın tam ortasındaydı ve üzerinde katlanmış bir kâğıt duruyordu. Kâğıdı alıp ay ışığında okuyabilmek için dışarı çıktım.

BABANIN, JACK’İN VE ELLIE’NİN MEZARLARI CELLAT TEPESİ’NDE… ANNENİ AHIRDA BULABİLİRSİN.

Kalbim patlayacakmış gibi çarparken bahçeye koştum. Ahırın hemen önünde durup dikkatlice dinledim. Her şey sessizdi. En ufak bir rüzgâr dahi esmiyordu. Endişeli bir şekilde karanlığa adım atarken beni neyin beklediğini kestiremiyordum. Orada bir mezar mı olacaktı? Annemin mezarı?

Tavanda bir delik vardı ve içeri sızan ay ışığında annemin başını görebiliyordum. Bana doğru bakıyordu. Vücudunun geri kalan kısmı karanlıktaydı, ama yüzünün duruşundan yere eğilmiş gibi görünüyordu.

Neden böyle bir şey yapmıştı ki? Ve neden bu kadar mutsuz görünüyordu? Beni gördüğüne sevinmemiş miydi?

Bir anda annem acı içinde bağırdı: “Bana bakma Tom! Bana bakma! Hemen arkanı dön!” Büyük bir eziyet çekiyor gibiydi.

Başımı çevirir çevirmez annem yerden kalktı ve göz ucuyla gördüklerim dizlerimin bağının çözülmesine yetti. Annemin boynundan aşağısı farklıydı. Uçarak ahırın çatısını delip çıkarken kanatlar, pullar ve ışıldayan keskin pençeler gördüm. Yere düşen tahta parçalarıyla kıymıklardan sakınarak yukarı bakınca dolunayın ışığında, ahırın yıkık çatısından uçarak uzaklaşan annemin siyah silüetini gördüm.

“Hayır! Hayır!” diye bağırdım. “Bu gerçek değil, bunlar gerçek olamaz!”

Haykırışlarıma zihnimin içindeki bir ses yanıt verdi. Bu, Zehir’in hırıltısıydı.

‘Ay her şeydeki gerçekliği gösterir evlat. Bunu sen de biliyorsun. Gördüklerin gerçek ya da gerçekleşecek olanlar. Gereken tek şey zaman.’

Birisi omzumu sarsmaya başladı ve buz gibi terlemiş vaziyette uyandım. Hayalet üzerime doğru eğilmişti.

“Uyan evlat! Uyan!” diye bağırıyordu. “Bu sadece bir kâbus. Zehir aklına girip bizi güçsüz düşürmeye çalışıyor.”

Başımı salladım, ama Hayalet’e rüyamda neler olduğunu anlatmadım. Hakkında konuşamayacağım kadar acı vericiydi. Gökyüzüne baktım. Hâlâ yağmur yağıyor olsa da bulutlar dağılmıştı ve birkaç yıldız görülebiliyordu. Henüz karanlıktı, ama şafak sökmesine az bir zaman kalmıştı.

“Bütün gece uyuduk mu?”

“Uyumuşuz,” diye yanıtladı Hayalet, “ama ben böyle planlamamıştım.” Sırtı tutulmuş olmalıydı; güçlükle ayağa kalktı. “Hâlâ devam edebiliyorken ilerlememiz lazım,” dedi endişeli bir şekilde. “Onları duymuyor musun?”

Dinledim ve en sonunda, rüzgârla yağmurun sesine rağmen uzaktan gelen köpek havlamalarını duyabildim.

“Evet, fazla uzakta değiller,” dedi Hayalet. “Tek ümidimiz izimizi kaybettirmek. Bunu yapabilmek için suya ihtiyacımız var, ama içinde yürüyebileceğimiz kadar sığ olmalı. Tabi er ya da geç yeniden kuru toprağa çıkmamız gerekecek. İzimizi yeniden bulabilmeleri için köpekleri kıyı boyunca aşağı yukarı dolaştırmaları gerekecek. Ve yakında bir başka dere varsa işimiz çok daha kolay olur.”

Bir başka duvarın üzerinden atlayıp dik bayırdan aşağı inmeye başladık. Kaygan otların üzerinde cesaret edebildiğimiz kadar hızlı ilerlemeye çabalıyorduk. Hemen aşağımızda, solgun bir silüeti andıran bir çoban kulübesi vardı. Kulübenin yanındaysa durmak bilmeyen rüzgârların kulübeye doğru eğdiği, çıplak dalları saçakları yakalamaya çalışan pençelere benzeyen yaşlı bir erik ağacı vardı. Bir süre daha kulübeye doğru yürümeye devam ettikten sonra aniden durduk.

Önümüzde, sol tarafta kalan ahşap bir ağıl vardı. Ve içinde, yirmi kadar koyundan oluşan ufak bir sürü olduğunu görmemize yetecek kadar ışık vardı. Ve hepsi de ölüydü.

“Bu hiç hoşuma gitmedi evlat.”

Gördüklerimden ben de hiç hoşlanmamıştım. Ama sonra Hayalet’in ölü koyunları kastetmediğini anladım. Ağılın arkasındaki kulübeye bakıyordu.

“Herhalde çok geç kaldık,” derken fısıldıyor gibiydi. “Ama yine de içeri girip bakmak görevimiz…”

Asasını sıkıca kavrayarak kulübeye doğru yürümeye başladı. Ağılın yanından geçerken en yakındaki ölü koyunlardan birine baktım. Beyaz yünden postu kan içinde kalmıştı. Eğer bu Zehir’in işiyse, oldukça iyi beslenmişti. Daha ne kadar güçlenmişti?

Ön kapı ardına kadar açıktı ve beklemeden içeri daldık. Hayalet öndeydi, kapıdan içeri bir adım atmıştı ki durup nefesini tuttu. Soluna bakıyordu. Odada bir mum yanıyordu ve mumun titrek ışığında, ilk bakışta çobanın gölgesi olduğunu sandığım bir gölge gördüm. Ama bir gölge için fazla katı görünüyordu. Sırtını duvara vermiş, asasının sapını tehditkâr bir şekilde başının üstüne kaldırmıştı. Neye baktığımı anlamam uzun bir zaman aldı, ama bir şey dizlerimi titretip yüreğimin ağzıma gelecek kadar şiddetli çarpmasına neden olmuştu.

Yüzünde hiddetle dehşet arası bir ifade vardı. Dişleri görünüyordu, bazıları kırılmıştı ve ağzı kanla kaplıydı. Dik duruyordu, fakat ayakta değildi. Preslenmişti. Arka duvara preslenmişti. Taşlara yapışmıştı.

Hayalet odanın içine doğru bir adım daha attı. Ve sonra bir adım daha attı. İçerideki dehşeti görene dek hemen arkasından ilerledim. Köşede bir bebek karyolası vardı ama o da duvarda parçalanmıştı. Parçaların arasında battaniyeler ve kanla kaplı ufak bir çarşaf vardı. Çocuktan hiç iz yoktu. Ustam çarşaflara yaklaşıp dikkatlice kaldırdı. Gördükleri onu çok rahatsız etmişti ve çarşafları bırakmadan önce bakmamam için bana eliyle işaret etti.

O esnada bebeğin annesini gördüm. Yerde bir kadın cesedi vardı, kısmen sallanan sandalyenin arkasında kalmıştı. İyi ki yüzünü göremiyordum. Sağ elinde bir dikiş iğnesi vardı ve şöminedeki korların yakınına yuvarlanmış bir top yün yavaşça grileşiyordu.

Mutfak kapısı açıktı ve bir an için büyük bir korku duydum. Orada bir şey olduğunu hissediyordum. Bu düşünce aklımdan geçer geçmez oda sıcaklığı düştü. Zehir hâlâ buradaydı. Bunu tüm vücudumla hissedebiliyordum. Dehşete kapılıp neredeyse kulübeden dışarı kaçacaktım, ama Hayalet olduğu yerde duruyordu ve o dururken ben nasıl kaçabilirdim ki?

Tam bu sırada mum aniden sönerek bizi karanlığa gömdü. Sanki görünmez parmaklarca söndürülmüştü. Mutfak kapısının eşiğindeki karanlığın içinde tok bir ses duyuldu. Havada yankılanıp döşemeleri titreten bir sesti bu, öyle ki ayaklarımda dahi hissedebiliyordum.

“Merhaba, Yaşlı Kemik. En sonunda yine karşılaştık. Seni arıyordum. Yakınlarda bir yerde olduğunu biliyordum.”

“Evet ve işte beni buldun,” dedi Hayalet, yorgun bir şekilde asasını döşemeye koyup üzerine dayanarak.

“Hep işlere burnunu sokan biriydin değil mi Yaşlı Kemik? Ama artık fazla ileri gittin. Önce gözünün önünde oğlanı öldüreceğim. Sonra sıra sana gelecek.”

Görünmez bir el beni kaldırıp duvara öyle hızlı fırlattı ki nefesim kesildi. Sonra baskıyı hissetmeye başladım, öyle kuvvetli bir baskıydı ki bu, göğüs kafesim parçalanacakmış gibi hissediyordum. En kötüsü de alnımdaki korkunç ağırlıktı ve çobanın dümdüz edilip duvara yapışan yüzünü anımsadım. Dehşete kapılmıştım, hareket edemiyor, hatta nefes dahi alamıyordum. Gözlerim karardı ve gördüğüm en son şey, Hayalet’in asasını kaldırıp mutfak kapısına doğru koşması oldu.

Biri, beni yavaşça sarsıyordu.

Gözlerimi açınca Hayalet’in üzerime doğru eğilmiş olduğunu gördüm. “İyi misin evlat?” diye sordu endişeli bir şekilde.

Başımı salladım. Göğüs kafesim ağrıyordu. Her nefes alışımda acı çekiyordum. Ama nefes alabiliyordum. Hâlâ hayattaydım.

“Hadi, bakalım seni ayağa kaldırabilecek miyiz?”

Hayalet’in desteğiyle ayakta durmayı başardım.

“Yürüyebiliyor musun?”

Başımı sallayarak bir adım attım. Ayaktayken dengemi sağlamakta zorlansam da yürüyebiliyordum.

“Aferin evlat.”

“Beni kurtardığınız için teşekkürler,” dedim.

Hayalet başını iki yana salladı. “Ben bir şey yapmadım evlat. Zehir sanki çağrılmış gibi aniden yok oldu. Onu tepeden yukarı doğru giderken gördüm. Gökte son kalan yıldızları da örten kara bir bulut gibi görünüyordu. Burada korkunç bir şey yapılmış,” diyerek kulübeye baktı. “Ama mümkün olan en hızlı şekilde buradan uzaklaşmamız gerek.

Önce kendimizi kurtarmalıyız. Sorgulayıcı’dan kaçmayı başarabiliriz, ama o kız bizi izlerken Zehir hep yakınlarda olacak ve sürekli güçlenecektir. Heysham’a gidip bu lanet şeyden sonsuza dek nasıl kurtulabileceğimizi öğrenmemiz gerek!”

Önce Hayalet sonra ben kulübeden çıkıp yamaç aşağı ilerledik. Hızla akan su sesi duyana kadar iki kesit daha duvar geçtik. Ustam artık çok daha hızlı, neredeyse Chipenden’dan ilk çıktığımızdaki kadar hızla ilerliyordu, uyku ona iyi gelmiş olmalıydı. Benimse her yerim ağrıyordu ve onun ağır çantasını taşırken yetişmekte zorlanıyordum.

Kayaların üzerinden hızla aşağıya akan bir derenin yanındaki dar ve dik bir patikaya çıktık.

“Bu dere, bir mil kadar aşağıdan bir dağ gölüne boşalıyor,” dedi Hayalet, patikadan aşağı ilerlerken. “Toprak düzleşiyor ve akıntı ikiye bölünüyor. Tam aradığımız şey.”

Onu elimden geldiğince takip ettim. Yağmur şiddetlenmiş, üzerinde yürüdüğümüz toprak yol çok tehlikeli bir hal almıştı. Tek bir yanlış adımda suyu boylayabilirdik. Alice’in yakında olup olmadığını ve bu kadar hızlı akan bir su kütlesinin yanından yürüyüp yürüyemeyeceğini düşündüm. Alice de tehlikedeydi. Köpekler onun kokusunu alabilirdi.

Derenin ve yağmurun sesine rağmen tazıların seslerini duyabiliyordum; giderek yaklaşıyorlardı. Aniden nefesimi kesen bir ses duydum.

Bir çığlıktı bu!

Alice! Arkamı dönüp patikadan yukarı baktım, ama Hayalet kolumdan yakalayıp öne doğru çekti. “Yapabileceğimiz bir şey yok evlat!” diye bağırdı. “Hiçbir şey! Yürümeye devam et!”

Bana söyleneni yaptım, hemen arkamızda, yayla tarafından gelen sesleri duymamaya çalışıyordum. Çığlıklar , bağrışlar ve çok daha korkunç haykırışlar duyuluyordu. Sonra her şey sessizleşti ve tek duyabildiğim hızla akan suyun gürültüsüydü. Hava ağarmıştı ve güneşin ilk ışıklarıyla birlikte tam aşağımızdaki ağaçların arasından dağ gölünün solgun sularını görebiliyordum.

Alice’in başına gelmiş olabilecek şeyleri düşünmek bana acı veriyordu. Bunları hak etmiyordu.

“Yürümeye devam et evlat,” diye tekrarladı Hayalet.

Ve sonra hemen arkamızdaki patikadan gelen bir ses duyduk, giderek daha yakınlaşıyordu. Sanki bir hayvan bize doğru koşuyordu. İri bir köpek…

Bu haksızlıktı. Dağ gölüne ve onun iki akıntısına çok yaklaşmıştık. On dakika daha vaktimiz olsa tazılara izimizi kaybettirebilecektik. Ama şaşkınlık içinde Hayalet’in daha hızlı ilerlemediğini fark ettim. Hatta yavaşlıyor gibiydi. En sonunda tamamen durup beni patikanın kenarına çekti; gücünün tükendiğini düşünüyordum. Eğer durum gerçekten böyleyse, ikimiz için de her şey bitmiş demekti.

Hayalet’e bakarken çantasından bizi kurtaracak bir şeyler çıkaracağını umuyordum. Ama bunu yapmadı. Köpek iyice hızlanmış, üzerimize doğru koşuyordu. Fakat bize yaklaştıkça bir tuhaflık olduğunu fark ettim. Bir tazı gibi güçlü bir şekilde havlamıyor, acıyla viyaklıyordu. Ve bakışları bize değil, önüne sabitlenmişti. O kadar yanımızdan geçti ki elimi uzatıp ona dokunabilirdim.

“Dehşete düşmüş gibi görünüyor,” dedi Hayalet. “Dikkat et! Bir tane daha geliyor!”

Bir sonraki de ilki gibi viyaklayarak yanımızdan geçti, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Ardından hızla iki tane daha geçti. Hemen peşlerindense beşinci tazı geçti. Hepsi de bizi dikkate almadan, çamurlu patika boyunca dosdoğru dağ gölüne koşuyordu.

“Neler oluyor?” diye sordum.

“Çok yakında öğreneceğimize eminim,” dedi Hayalet. “Yürümeye devam edelim.”

Çok geçmeden yağmur durdu ve dağ gölüne ulaştık. Büyük bir göldü ve oldukça sakin sayılırdı. Ama hemen yakınımızdaki dere, dik bir taşlıktan dökülüyor, suyla buluştuğu yerde azgın, köpüklü dalgalar oluşturuyordu. Durup hızla akan suyla birlikte dağ gölüne yuvarlanan dal parçalarına, yapraklara ve arada bir sürüklenen kütüklere baktık.

Aniden çok daha büyük bir şey, büyük bir gürültüyle suya çarptı. Hızla suyun dibine çöktükten sonra birkaç metre ötede yeniden su yüzüne çıkarak dağ gölünün batı kıyısına doğru sürüklenmeye başladı. Bir insan gövdesine benziyordu.

Hızla suyun kenarına koştum. Bu Alice olabilir miydi? Ama suya atlayamadan Hayalet elini omzuma koyup sıkıca bastırdı.

“Bu Alice değil,” dedi yavaşça. “Çok büyük bir gövde. Hem sanırım Zehir’i o çağırdı. Yoksa neden aniden çekip gitsin ki? Zehir yanındayken orada her nasıl bir çarpışma varsa bunu Alice’in kazanacağına şüphem yok. Karşı kıyıya yürüyüp yakından baksak iyi olur.”

Kıvrımlı kıyıyı takip ettik. Birkaç dakika sonra batı kıyısında, bir çınar ağacının altında duruyorduk. Sudaki her neyse uzaktaydı, ancak giderek yakınlaşıyordu. Hayalet’in haklı olduğunu, bu gövdenin Alice’in olamayacak kadar büyük olduğunu düşünmek istiyordum. Hâlâ netlikle seçilemeyecek kadar karanlıktı. Ve bu Alice’in değilse kimin gövdesiydi?

Korkmaya başlamıştım, ama havanın aydınlanıp gövdenin bize yaklaşmasını beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.

Yavaş yavaş bulutlar aralandı ve çok geçmeden hava, gövdenin kime ait olduğunu anlayabileceğimiz kadar aydınlandı.

Bu Sorgulayıcı’ydı.

Suda yüzen cesede baktım. Sırtüstü duruyordu ve suyun üzerinde yalnızca yüzü vardı. Ağzı ve gözleri açıktı. Solgun, ölü yüzünde dehşet ifadesi vardı. Sanki vücudunda tek damla kan kalmamış gibiydi.

“Zamanında birçok masum kişiyi bu şekilde suya attı,” dedi Hayalet. “Fakirleri, yaşlıları, yalnızları… Çoğu, hayatları boyunca çalışmış ve yaşlılıklarında biraz huzur, sessizlik ve tabi ki saygıyı hak etmiş insanlardı. Ve şimdi sıra onda. Hak yerini buldu.”

Cadıları yüzdürmenin batıl bir saçmalık olduğunu biliyordum, ama suyun üstünde yüzüyor olduğunu da düşünmeden edemiyordum. Alice’in teyzesi gibi şoktan ölen masumlar batar; suçlular yüzerdi.

“Bunu Alice yaptı, öyle değil mi?” dedim.

Hayalet başını salladı. “Evet evlat. Bunu onun yaptığını söyleyenler olacaktır. Ama aslında Zehir’in işi. Onu artık iki kez çağırmış oldu. Üzerindeki gücü giderek artıyordur ve Alice’in gördüğü her şeyi o da görecektir.”

“Yola çıkmamız gerekmiyor mu?” diye sordum endişeli bir şekilde arkama, derenin dağ gölüne döküldüğü yere bakarak. Patika oranın hemen yanındaydı. “Adamları aşağı gelmez mi?”

“Eninde sonunda gelebilirler evlat. Tabi hâlâ nefes alıp verebiliyorlarsa. Ama içimden bir ses uzun bir süre pek bir şey yapacak durumda olamayacaklarını söylüyor. Hayır, ben başka birini bekliyorum ve yanılmıyorsam geliyor…”

Hayalet’in baktığı yere bakınca patikadan inip coşkuyla akan suyu bir süre seyreden ufak tefek bir silüet gördüm. Sonra Alice’in bakışları bize döndü ve kıyı boyunca bize doğru yürümeye başladı.

“Unutma,” diye uyardı Hayalet, “Zehir artık onun gözlerinden görebiliyor. Gücünü topluyor ve zayıflıklarımızı öğreniyor.”

Bir yanım bağırarak hâlâ şansı varken kaçması için Alice’i uyarmak istiyordu. Artık Hayalet’in ona ne yapabileceğini kestirmek çok güçtü. Diğer yanımsa bir anda ondan korkmaya başlamıştı. Ama ne yapabilirdim ki? İçten içe, Hayalet’in onun son ümidi olduğunu biliyordum. Onu artık Zehir’den kim kurtarabilirdi ki?

Alice, Hayalet’le arasına beni sokarak suyun kıyısına yürüdü. Sorgulayıcı’nın cesedine bakıyordu. Yüzünde dehşetle zafer sevincinin karışımı olan bir ifade vardı.

“Yakından baksan iyi olur,” dedi Hayalet. “Yaptıklarını yakından incele. Buna değdi mi?”

Alice başını salladı. “Başına gelenleri hak etmişti!” dedi sertçe.

“Evet, ama ne pahasına?” diye sordu Hayalet. “Giderek daha çok karanlığa ait olmaya başlıyorsun. Zehir’i bir kez daha çağırırsan sonsuza dek kaybolacaksın.”

Alice yanıt vermedi ve uzun bir süre sessizce durup suya baktık.

“Pekâlâ evlat,” dedi Hayalet, “yola koyulsak iyi olur. Bu cesetle başkalarının ilgilenmesi gerek, bizim yapmamız gereken işler var. Sana gelince Alice, senin için neyin iyi olduğunu biliyorsan bizimle gelirsin. Ve şimdi kulaklarını iyice açıp dinlesen iyi edersin, çünkü önereceğim şey son şansın. O yaratıktan kurtulmak için başka şansın yok.”

Alice başını kaldırıp gözlerini iyice açarak baktı.

“Tehlikede olduğunu biliyorsun değil mi? Özgür olmak istemiyor musun?” diye sordu. Alice başını salladı.

“O halde buraya gel!” diye emretti sertçe.

Alice itaatkâr bir şekilde yanına gitti.

“Her nerede olursan ol artık Zehir fazla uzakta olmayacak, yani şimdilik bizimle gelsen iyi edersin. Serbest bir şekilde eyalette dolaşıp masum halka dehşet saçacağına hiç olmazsa nerede olduğunu bilmeyi tercih ederim. Şimdi beni iyi dinle. Şimdilik hiçbir şey duymaman ve görmemen en iyisi; böylelikle Zehir senden hiçbir şey öğrenemez. Ama bunu gerçekten isteyerek yapman lazım. Eğer en ufak bir numara yaparsan hepimiz için çok kötü olur.”

Çantasını açıp içini karıştırmaya başladı. “Bu bir göz bandı,” diyerek siyah bez parçasını Alice’in görebilmesi için yukarı kaldırdı. “Bunu takar mısın?” diye sordu.

Alice başını sallayınca Hayalet sol elini ona uzattı. “Bunları görüyor musun?” diye sordu. “Bunlar kulakların için balmumu tıkaçlar.”

Tıkaçların her birinde, sonradan balmumunu kolaylıkla çıkarabilmek için gümüş birer sap vardı.

Alice tıkaçlara kuşkuyla baktıktan sonra uysal bir şekilde başını yana eğip Hayalet’in ilk tıkacı takmasını bekledi. İkinci tıkaç da takıldıktan sonra Hayalet göz bağını sıkıca bağladı.

Kuzeydoğuya doğru yola çıktık. Hayalet Alice’i kolundan tutarak yönlendiriyordu. Yolda kimseyle karşılaşmamayı umuyordum. Ne düşünürlerdi ki? Çok dikkat çekerdik ve hiç hoş karşılanmazdı.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 15. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 16. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 17. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 18. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

Exit mobile version