Hayaletin Çırağı – XI. Bölüm

Hayaletin Çırağı – XI. Bölüm

Çukur

Her şey üç gün sonra oldu…

Hayalet, haftalık erzakı almam için beni köye gönderdi. Saat öğleyi epey geçmiş, boş çuvalı alıp yola koyulduğumda gölgeler uzamaya başlamıştı bile.

Çit merdivenlere yaklaşırken dar patikanın tepesinde, ağaçların kenarında duran birini gördüm. Alice olduğunu anlayınca kalbim çarpmaya başladı. Burada ne yapı­yordu? Neden Pendle’a kaçmamıştı? O buradaysa Lizzie neredeydi?

Yavaşladım, ama köye varmak için onu geçmek zorundaydım. Geri dönüp uzun yoldan gidebilirdim, fakat ona, ondan korktuğumu düşünme zevkini yaşatmak istemedim. Yine de merdivenleri tırmandıktan sonra yolun sol tarafında, derin hendeğin hemen yanındaki yüksek çalılıklara yakın tarafında kalarak yürüdüm.

Alice gölgelikte bekliyordu. Vücudunun gün ışığına çıkmış tek kısmı sivri burun ayakkabılarının burunlarıydı. Yaklaşmam için parmağıyla beni çağırdı, ama mesafemi koruyup üç adım uzağında durdum. Bütün olanlardan sonra ona azıcık bile güvenim kalmamıştı, fakat yine de yakılmadığı ya da taşlanmadığı için memnundum.

“Hoşça kal demek için geldim,” dedi Alice, “ve asla Pendle civarına yaklaşmaman konusunda seni uyarmak için. Oraya gidiyoruz. Lizzie’nin ailesi orada yaşıyor.”

“Kurtulduğuna sevindim,” dedim durup ona bakarak. “Evinizi yaktıklarında çıkan dumanları izledim.”

“Lizzie geldiklerini biliyordu,” dedi Alice, “bu yüzden kaçmak için bolca vaktimiz oldu. Ama senin geleceğini anlamamıştı, değil mi? Malkin Ana’ya neler yaptığını biliyor, fakat onu da ancak her şey olup bittikten sonra öğrendi. Senin kokunu alamıyor ve bu yüzden endişeleniyor. Ayrı­ca gölgenin çok tuhaf koktuğunu söyledi.”

Söylediklerini duyunca kahkaha attım. Bu çok saçmaydı. Bir gölgenin nasıl kokusu olabilirdi ki?

“Hiç komik değil,” dedi Alice, güldüğüm için beni suç­layarak. “Gülecek hiçbir şey yok. Ahıra düştüğünde gölgeni kokladı. Ben de gölgeni gördüm, gölgen yanlıştı. Ay ışığı senin gerçeğini gösterdi.”

Birden bana doğru iki adım daha yaklaşıp gün ışığına çıktı, sonra bana doğru eğilip kokladı. “Gerçekten tuhaf kokuyorsun,” dedi burnunu kıvırarak. Korkmuş görünü­yordu. Birkaç adım geriledi.

Gülümseyip arkadaş canlısı bir sesle, “Bak,” dedim, “Pendle’a gitme. Onlar olmadan daha iyi durumda olursun. Onlarla beraber olman senin için kötü.”

“Kötü olmaları benim için önemli değil. Öyle olmaları beni değiştirmez, değil mi? Ben zaten kötüyüm. İçim kötü. Olduğum ve yaptığım şeyleri duysan inanmazdın. Üzgü­nüm ,” dedi. “Yine kötü biri oldum. Hayır diyebilecek kadar güçlü…”

Birdenbire, çok geç olmuş olsa da Alice’in yüzündeki korkunun asıl sebebini anlamıştım. Benden korkmamıştı. Arkamda duran şeyden korkmuştu.

Hiçbir şey görmedim ve hiçbir şey duymadım. Gördü­ğümdeyse artık çok geç olmuştu. Hiçbir şey hissettirilmeden, boş çuval elimden çekilip alınmış ve kafamdan aşağı geçirilmişti, hiçbir şey göremiyordum. Birinin güçlü kolları beni sımsıkı kavradı, kollarım vücuduma yapışmış gibiydi. Birkaç saniye debelendim, ama işe yaramıyordu. Havaya kaldırılmış bir çuval patates gibi taşınıyordum. Beni taşırlarken bir takım sesler duydum; Alice’in sonra da bir kadının sesini… Bu sesin Kemikli Lizzie’ye ait olduğunu düşünüyordum. Beni taşıyan kişi hırıldıyordu, o halde bu da Zımba olmalıydı.

Alice beni tuzağa çekmişti. Her şey dikkatlice planlanmıştı. Ben evden aşağı doğru yürürken onlar, hendekte saklanıyor olmalıydılar.

Korkuyordum, hayatımda hiç korkmadığım kadar çok korkuyordum. Yani, Malkin Ana’yı öldürmüştüm ve Malkin Ana, Lizzie’nin büyükannesiydi. Peki şimdi bana ne yapacaklardı?

Bir saat kadar sonra o kadar hızlı bir şekilde yere fırlatıldım ki ciğerlerimdeki bütün hava dışarı çıktı.

Tekrar nefes almayı başarır başarmaz, çuvaldan kurtulmak için yine debelenmeye başladım, ama biri arkamdan iki kez vurdu; o kadar sert vurdu ki hareket edemez hale geldim. Bana bir daha o şekilde vurulmaması için her şeyi yapardım. Bunun için olduğum yere yattım, acı yavaş yavaş hafif bir ağrıya dönüşene kadar nefes almaya cesaret edemedim bile.

Sonra beni bağlamak için bir halat kullandılar. Halatı çuvalın üzerinden doladılar. Kollarıma ve başıma dolayıp sıkıca bağladılar. Sonra Lizzie kanımı donduran bir şey söyledi:

“Tamam, artık kıpırdayamaz. Şimdi kazmaya başlayabilirsiniz.”

Yüzünü yüzüme o kadar çok yaklaştırdı ki çuvalın ardından ekşimiş nefesinin kokusunu alabiliyordum. Bir kö­peğin ya da kedinin nefesine benziyordu.

“Pekâlâ çocuk,” dedi. “Bir daha asla gün ışığını göremeyecek olmak nasıl bir duygu?”

Uzaktan gelen kazma seslerini duyunca korkudan tir tir titremeye başladım. Hayalet’in, madencinin karısıyla ilgili anlattığı hikâyeyi hatırladım; özellikle de kocası mezarı­nı kazarken felç geçirip bağıramadığı o korkunç bölümü… Şimdi bütün bunlar benim başıma gelecekti. Canlı canlı gömülmek üzereydim ve gün ışığını bir an bile olsa tekrar görebilmek için her şeyi yapardım.

Önce halatları kesip çuvalı çıkardılar, biraz rahatlamış­tım. O zamana kadar güneş çoktan batmıştı. Gökyüzüne baktım, yıldızları görebiliyordum. Ay, ağaçların ardından yavaş yavaş yükseliyordu. Esen rüzgârı yüzümde hissediyordum, bu his hiçbir zaman bu kadar güzel olmamıştı. Fakat rahatlamam birkaç saniyeden fazla sürmedi. Çünkü bana ne yapmayı planladıklarını tam olarak bilmiyordum. Canlı canlı gömülmekten daha kötüsünü düşünemiyordum, fakat Kemikli Lizzie düşünebilirdi.

Dürüst olmak gerekirse Zımba’yı yakından ilk gördü­ğümde görünüşünün beklediğim kadar korkunç olmadı­ğını düşündüm. Beni kovaladığı gece bu halinden daha korkunç görünüyordu. Hayalet kadar yaşlı değildi, ama yüzünde çizgiler ve çatlaklar vardı ve başının üstünde bir tutam yağlı, beyaz saç vardı. Dişleri ağzına sığamayacak kadar büyüktü, ağzını hiçbir zaman tam olarak kapatamıyordu. Ayrıca iki dişi, sarı birer boynuz gibi, burnunun iki tarafından kıvrılıp uzuyordu. Kendisi de çok iri ve kıllıydı, kasları çok güçlüydü. Beni tuttuğunda kendimi çok kötü hissetmiştim. Kollarının, istediğinde beni sıkıp ciğerlerimdeki bütün nefesi alacak ve kaburgalarımı paramparça edecek kadar güçlü olduğunu biliyordum.

Zımbanın kemerinde çok keskin görünen, büyük bir hançer vardı. Ama en korkunç yanı gözleriydi. Gözleri tamamen donuktu. Sanki cansızdı ve hiç düşünmeden, sadece Kemikli Lizzie’nin emirlerine itaat ediyordu. Lizzie’nin söyleyeceği her şeyi, ne kadar korkunç olursa olsun sorgusuz sualsiz kabul edeceğini biliyordu.

Kemikli Lizzie’ye gelince hiç de kemikli değildi, Hayalet’in kütüphanesinde okuduğuma göre bu lakap ona kemik büyüsü yaptığı için verilmişti. Nefesini zaten koklamıştım,  ama şöyle bir baktığınızda ona cadı demezdiniz. Çoktan ölmüş gibi görünen, pörsümüş Malkin Ana’ya hiç benzemiyordu. Hayır, Kemikli Lizzie, Alice’in biraz büyü­müş haliydi sadece. Güzel kahverengi gözleri ve yeğeninin ki kadar siyah saçları vardı. Yaşı muhtemelen otuz beşten fazla değildi. Bir kemerle ince beline sıkıca oturtulmuş, siyah bir elbisesi ve yeşil bir şah vardı. Ortada genetik bir benzerlik olduğu açıktı; Alice’in biraz büyümüş haliydi sadece; ağzı hariç… Ağzının şekli değil, hareketleri diğerlerine benzemiyordu; konuşurken eğilip bükülme şekli. Fark ettiğim başka bir şeyse hiçbir zaman gözlerime bakmamasıydı.

Alice öyle değildi. Ağzı, gülümsemesi için yüzüne konulmuştu, fakat onun da sonunda Kemikli Lizzie’ye dönü­şeceğini anlamıştım.

Alice beni kandırmıştı. Şu anda Hayalet’in evinde gü­vende ve huzurlu bir şekilde akşam yemeğimi yiyor olacakken burada olmamın sebebi oydu.

Kemikli Lizzie başını sallayınca Zımba, ellerimi arkamdan bağladı. Daha sonra kolumdan tutup ağaçlara doğru sürükledi. Önce simsiyah bir toprak tepeciği gördüm, sonra onun arkasındaki derin çukuru… Islak, yeni kazılmış nemli toprağın kokusunu aldım. Aslında toprağın derinliklerine ait şeylerle birlikte aynı anda hem ölüm hem hayat kokuyordu.

Çukurun derinliği muhtemelen iki metreden fazlaydı, ama Hayalet’in Malkin Ana’yı hapsettiği çukurun aksine, şekilsizdi, sadece çevresi derince kazılmış, büyük bir delik biçimindeydi. O kadar çalıştıktan sonra bu çukurdan çok çok daha iyisini kazacağımı düşündüğümü hatırlıyorum.

O sırada ay ışığı bana bir şey daha gösterdi: Görmek istemeyeceğim bir şeyi. Üç adım kadar ileride, çukurun sol tarafında, yeni kazılmış topraktan oluşan üstü kabarık, dikdörtgen bir tepecik vardı. Yeni kapatılmış bir mezar gibi görünüyordu.

Bunun için bile endişelenmeye vakit bulamadan, çukurun kenarına sürüklendim ve Zımba başımı arkaya eğdi. Kemikli Lizzie’nin yüzünü yüzüme yaklaştırdığını gördüm. Ağzıma sert bir şey yapıştırılmış, boğazımdan aşağı soğuk, acı bir sıvı boşaltılmıştı. Tadı iğrençti. Ağzım dolmuştu, sıvının bir kısmı ağzımdan dökülüyor, bir kısmı burnumdan geliyordu. Öksürmeye başladım, nefesim kesilmişti. Tükürmeye çalıştım, ama Kemikli Lizzie, işaret parmağı ve başparmağıyla burnumu sıkıyordu. Nefes alabilmek için önce sıvıyı yutmam gerekiyordu.

Bundan sonra Zımba, kafamı bırakıp bu defa sol kolumu tutmaya başladı. İşte o an, bana zorla yutturulan şeyin ne olduğunu gördüm. Kemikli Lizzie, göreyim diye bana doğru tutuyordu. Koyu renk camdan yapılmış, ince, uzun bir şişeydi bu. Şişeyi ters çevirdi, içinde kalan birkaç damla sıvı yere döküldü, geri kalanıysa midemdeydi. Ne içmiştim? Beni zehirlemiş miydi?

“Bu gözlerini açık tutacak çocuk,” dedi tıslayarak. “Bayılmanı istemeyiz, değil mi? Hiçbir şeyi kaçırmanı istemiyoruz.”

Zımba birdenbire beni çukura fırlattı, midem boşluğa düşmüş gibi çalkalanıyordu. Çok sert bir şekilde yere düş­tüm, fakat altımdaki toprak o kadar yumuşaktı ki beni fırlatıp atmasına rağmen canım yanmamıştı. Sonunda canlı canlı gömülüyor olabileceğimi düşünerek yuvarlanıp yıldızlara baktım. Üzerime atılan kürek kürek toprağa rağ­men tek gördüğüm, yıldızların önünde, çukura doğru eğilmiş olan Kemikli Lizzie’nin kafası ve omuzlarının silüetiydi. Genzinden çıkan tuhaf sesiyle, sözlerini anlayamadığım bir şarkı söylemeye başladı.

Sonra ellerini uzattı, iki elinde de bir şey tutuyordu. Tuhaf bir şekilde bağırarak ellerini açtı; iki, beyaz şey çamura dizlerimin yanına düştü.

Ay ışığı sayesinde bu iki şeyin ne olduğunu gördüm. Neredeyse parıldıyorlardı. Çukura iki kemik atmıştı. Bunlar parmak kemikleriydi.

“Yeryüzündeki son gecenin tadını çıkar çocuk!” dedi aşağı doğru. “Ama merak etme, yalnız olmayacaksın, yanına iyi bir arkadaş bırakıyorum. Ölü Billy kemiklerini almak için sana gelecek. Hemen yanında yatıyor, gelmesi uzun sürmez. Çok yakında yanında olacak ve ikinizin çok ortak noktası var. Yaşlı Gregory’nin son çırağı oydu ve yerini aldığın için sana hiç iyi davranmayacak. Bu yüzden şafak sökmeden hemen önce, seni son bir defa ziyaret edeceğiz. Kemiklerini toplamaya geleceğiz. Senin kemiklerin çok özel. Billy’nin kilerden bile iyiler, taze taze alırsak uzun zamandır elime geçen en değerli kemikler olurlar.”

Geriye çekildi, ayak seslerinin uzaklaştığını duydum. İşte başıma gelecekler bunlardı. Lizzie kemiklerimi istiyorsa bu, beni öldüreceği anlamına geliyordu. Zımba’nın belinde gördüğüm büyük hançeri anımsayıp titremeye başladım.

Ama ondan önce, Ölü Billy’yle yüzleşmem gerekiyordu. Lizzie, “Hemen yanında yatıyor,” dediğinde yandaki yeni kapatılmış mezardan söz ediyor olmalıydı. Fakat Hayalet, Billy’nin Layton’daki kilisenin dışına gömüldüğünü söylemişti. Lizzie mezarı kazıp cesedi çıkarmış, baş parmaklarını kesmiş ve buraya, ağaçların arasına gömmüş olmalıydı. Şimdi Billy parmaklarını almak için buraya gelecekti. Billy Bradley bana zarar vermek ister miydi? Ona hiç zarar vermemiştim, ama Hayalet’in çıraklığını yapmayı ve bir gün Hayalet olma hayalini sevmiş olmalıydı. Şimdi, onun bir zamanlar sahip olduklarını almıştım. Sadece bu da değil… Kemikli Lizzie’nin büyüsü ne olacaktı? Billy, parmaklarını kesip çukura atanın ben olduğumu düşünecekti…

Dizlerimin üzerine kalkmayı başardım ve sonraki birkaç dakikayı çaresizlik içinde ellerimi çözmeye çalışarak harcadım. Hiç umut yoktu. Uğraşlarım, halatların daha da sıkı bir hale gelmesinden başka bir şeye yaramıyor gibi görünüyordu.

Ayrıca kendimi çok tuhaf hissediyordum. Sarhoş gibiydim ve ağzım kuruyordu. Başımı kaldırıp baktığımda yıldızlar her zamankinden parlak görünüyordu ve her bir yıldızın bir ikizi vardı, iyice konsantre olursam ikiz yıldızları tekrar tek bir yıldız olarak görebiliyordum, ama tekrar rahatladığım anda yıldızlar yeniden birbirinden ayrılıyordu. Boğazım yanıyor, kalbim normalden üç dört kat daha
hızlı atıyordu.

Kemikli Lizzie’nin söylediklerini düşünüp durdum. Ölü Billy kemiklerini aramak için gelecekti; diz çökerek durduğum yerden iki adım ötede, çamurun içinde duran kemikleri aramak için… Ellerim bağlı olmasaydı kemikleri çukurun dışına fırlatırdım.

Aniden sol tarafımda hafif bir kıpırtı gördüm. Ayakta duruyor olsaydım, bu kıpırtı başımın hizasında olurdu. Başımı yukarı kaldırınca uzun, tombul, beyaz bir tırtıl kafası­nın çukurun kenarında belirdiğini gördüm. Bu kafa, daha önce gördüğüm bütün kurtçuk kafalarından çok çok daha büyüktü. Bedeninden fırlayan, durmadan kıpırdayan, kör, şişman kafası sürekli daireler çiziyordu. Bu ne olabilirdi? Zehirli miydi? Isırır mıydı?

Sonra bana doğru geldi. Bu bir mezar kurduydu! Bu Billy Bradley’in mezarında yaşayan, giderek şişmanlayan ve parlayan bir şey olmalıydı. Hiçbir zaman gün ışığı görmemiş, beyaz bir şey!

Mezar kurdu topraktan çıkıp çamura, ayaklarımın yanı­na düşünce tüylerim ürperdi. Arkasında daracık bir tünele benzer bir delik bırakarak hızla kendini çamura gömdüğü için artık onu göremiyordum. Çamurlu toprağın içinde bir şey toprakta tümsekler oluşturarak ilerliyordu.
156

Daha kötü ne olabilirdi bilmiyordum. Toprağın içinde ne olduğunu görmek için ayağa kalkmam gerekiyordu. Kendimi yine sarhoş gibi hissetmeye başlamıştım, başımın üzerindeki yıldızlar dönmeye başlamıştı. Neredeyse düşü­yordum, ama bir adım atmayı ve ileri gitmeyi başardım. Böylece, başımın hizasındaki dar tünele yaklaşmış oldum.

Delikten içeri baktım ve bunu yaptığım anda pişman oldum.

Kemikler vardı. İnsan kemikleri. Birbiriyle birleşmiş kemikler. Hareket eden kemikler. Başparmağı olmayan iki el iskeleti. Yumuşak toprağın içinde kıpırdayarak, bana doğ­ru sürünen kemikler. Ayrık dişli, sırıtan bir kafatası.

Bu, Ölü Billy’ydi, ama dik dik bana bakan şey, gözleri değil, boş, karanlık ve derin göz çukurlarıydı. Beyaz, kemiksiz bir el yüzüme doğru uzanıp ay ışığına çıkınca korkuyla titreyerek geriye doğru yalpaladım.

O sırada, tam korkudan çıldırmak üzere olduğumu dü­şünürken hava birdenbire soğudu ve sağ tarafımda bir şey olduğunu hissettim. Çukura bir başkası gelmişti. Ayakta durulması imkânsız olan bir yerde ayakta duruyordu. Vü­cudunun yarısı görünüyordu; diğer yarısı toprak duvarın içine gömülüydü.

Bu yaşı benden pek büyük olmayan bir çocuktu. Sadece vücudunun sol tarafını görebiliyordum, çünkü diğer tarafı hâlâ toprağın içindeydi. Birdenbire sağ kolunu bana doğ­ru sallayıp çukura girdi. Bana gülümsedi. Sıcak ve arkadaş canlısı bir gülümsemeydi bu.

“Uyanık olmak ve rüya görmek arasındaki fark,” dedi. “Öğrenilmesi gereken en zor derslerden biridir. Bunu şimdi öğren Tom. Bunu şimdi, çok geç olmadan öğren…” O sırada ilk kez postallarını gördüm. Çok pahalı gö­rünüyorlardı ve en iyi kalite deriden yapılmışlardı. Tıpkı Hayalet’in postalları gibiydiler.

Sonra ellerini yukarı kaldırıp avuç içleri dışarı bakacak şekilde başının iki yanma getirdi. İki elinde de başparmağı yoktu. Sol elinin parmakları da yoktu.

Gördüğüm, Billy Bradley’nin hayaletiydi.

Kollarını göğsüne bağlayıp bir kez daha gülümsedi. Billy gözden kaybolurken son derece mutlu ve huzurlu gö­rünüyordu.

Bana söylediklerini anlamıştım. Hayır, uyumuyordum, ama bir şekilde rüya görüyordum. Lizzie’nin zorla ağzıma döktüğü kara şişeden çıkan, korkunç rüyaları görüyordum.

Deliğe bakmak için tekrar döndüğümde, artık orada bir delik yoktu. Bana doğru sürünerek gelen bir iskelet hiç olmamıştı. Ortada bir mezar kurdu da yoktu.

Bana verilen iksir bir çeşit zehir olmalıydı; uyanıklıkla uyku arasındaki farkı ayırt etmeyi güçleştirecek bir şey olmalıydı. Lizzie’nin bana verdiği şey böyle bir şeydi. Kalbimin daha hızlı çarpmasına neden olmuş, uykuya dalmamı imkânsız hale getirmişti. Gözlerimi açık tutmamı sağlıyordu, ama aynı zamanda gerçekte orada olmayan şeyleri görmeme de neden oluyordu.

Kısa süre sonra yıldızlar kayboldu ve korkunç bir yağ­mur yağmaya başladı. Bu çok uzun, rahatsız, soğuk bir geceydi. Ve ben bütün geceyi şafak vakti ne olacağını düşü­nerek geçirdim. Güneş doğmadan yaklaşık bir saat önce yağmur iyice yavaşlayıp durdu. Yıldızları yeniden görebiliyordum,
bu defa ikiye ayrılmıyorlardı. Sırılsıklam olmuş ve üşümüştüm ama artık boğazım yanmıyordu.

Birinin başını çukurun kenarından bana uzattığını gö­rünce bunun Kemikli Lizzie olduğunu ve kemiklerimi toplamaya geldiğini sandım. Kalbim çılgınca çarpmaya başladı. Ama neyse ki gelen Alice’ti.

“Lizzie nasıl olduğuna bakmam için beni gönderdi,” dedi aşağı doğru yavaşça. “Billy geldi mi?”

“Geldi ve gitti!” dedim öfkeyle.

“Bunların olmasını hiç istememiştim Tom. İşimize burnunu sokmasaydm her şey çok güzel olacaktı.”

“Her şey çok mu güzel olacaktı?” dedim. “Burnumu sokmasaydım şimdiye kadar bir çocuk daha ölmüş olacaktı, Hayalet de ölecekti. Ayrıca o kekler bebek kanından yapılmıştı. Sen buna çok güzel mi diyorsun? Katillerin ailesinden geliyorsun ve sen de bir katilsin!”

Alice, “Bu doğru değil! Doğru değil bu !” diyerek karşı çıktı. “Bebek falan yoktu. Ben sadece sana kekleri verdim.”

“Böyle olsa bile, daha sonra ne yapacaklarını biliyordun. Ve buna izin verdin.”

“Ben o kadar güçlü değilim Tom. Nasıl durdurabilirdim? Lizzie’yi nasıl durdurabilirdim?

“Ben yapmak istediğim şeyi seçtim ,” dedim ona. “Ama sen neyi seçeceksin Alice? Kan büyüsünü mü, kemik bü­yüsünü mü? Hangisini? Hangisini seçeceksin?”

“Hiçbirini yapmayacağım. Ben onlar gibi olmak istemiyorum. Kaçıp gideceğim. Bir fırsat yakaladığım anda kaçacağım.”

“Bu konuda ciddiysen şimdi bana yardım et. Çukurdan çıkmama yardım et. Birlikte kaçabiliriz.”

“Şimdi kaçmamız çok tehlikeli,” dedi Alice. “Daha sonra kaçacağım. Belki de bundan haftalar sonra, hiç beklemedikleri bir anda.”

“Yani ben öldükten sonra. Yani elini iyice kana buladıktan sonra…”

Alice cevap vermedi. Sessizce ağlamaya başladığını duydum, ama tam da fikrini değiştirip bana yardım etmek üzere olduğunu düşündüğüm sırada yürüyüp gitti.

Orada, çukurun içinde oturmuş, başıma gelecekleri dü­şünürken, asılmış adamları hatırladım, işte şimdi ölmeden önce neler hissettiklerini biliyordum. Asla eve dönemeyeceğimi biliyordum. Ailemi bir daha asla göremeyeceğimi biliyordum. Tam bütün umutlarımı kaybetmek üzereyken çukura yaklaşan ayak sesleri duydum. Korku içinde ayağa kalktım. Gelen yine Alice’ti.

“Ah, Tom, çok üzgünüm !” dedi. “Bıçaklarını bileyliyorlar….”

En kötü an giderek yaklaşıyordu ve ben tek bir şansım olduğunu biliyordum. Tek umudum Alice’ti.

“Gerçekten üzgünsen bana yardım et,” dedim yumuşak bir sesle.

“Yapabileceğim hiçbir şey yok,” dedi ağlayarak. “Lizzie beni yakalayabilir. Bana güvenmiyor. Yumuşak kalpli olduğumu düşünüyor.”

“Git ve Bay Gregory’yi getir,” dedim. “Onu buraya getir.”

“Bunun için çok geç artık,” dedi ağlayarak başını sallayıp. “Gün ışığında çıkarılan kemikler Lizzie’nin işine yaramaz. Hiç işine yaramaz. Kemikleri almak için en iyi zaman güneş doğmadan hemen öncesidir. Yani birkaç dakika içinde buraya gelecekler. Sadece birkaç dakikan kaldı.”

“O zaman bana bir bıçak getir,” dedim.

“işe yaramaz,” dedi. “Onlar çok güçlü. Onlarla savaşamazsın, değil mi?”

“Hayır,” dedim. “Halatı kesmek istiyorum. Onun için uğraşacağım.”

Alice birdenbire gitti. Bıçak almaya mı gitmişti, yoksa Lizzie’den bıçağı alamayacak kadar çok mu korkuyordu. Birkaç dakika bekledim, ama Alice dönmeyince ümitsizliğe kapıldım. Bileklerimi ayırmak için debelendim, halatı koparmaya çalışıyordum, ama bir işe yaramıyordu.

Tepeden bana doğru bir yüz yaklaştığında kalbim korkuyla yerinden oynadı, ama bu Alice’ti ve yukarıdan bana doğru bir şey uzatıyordu. Tuttuğu şeyi çukura attı. Attığı şey yere düştüğünde metal, ay ışığında parladı.

Alice beni yüzüstü bırakmamıştı. Attığı şey bir bıçaktı, ipi kesersem özgür olacaktım…

Başta, iki elim arkamdan bağlı olmasına rağmen ipi kesebileceğimden emindim. Tek tehlike kendimi de biraz kesebilecek olmamdı, ama güneş doğmadan önce gelip bana yapacaklarıyla karşılaştırıldığında bunun bir önemi olur muydu? Bıçağı tutmam uzun sürmedi. Halatı kesebilecek pozisyona sokmak, bıçağı yerden almaktan çok daha zordu. Bıçağı oynatmaksa neredeyse imkânsızdı. Bıçağı ikinci kez yere düşürünce paniğe kapılmaya başladım. Buraya gelmelerine bir dakikadan daha fazla zaman kalmamış olmalıydı.

“Bunu benim için yapmalısın,” dedim Alice’e. “Haydi, çukura atla.”

Bunu gerçekten yapacağını düşünmemiştim, ama yaptı. Aşağı atlamadı, ama önce uzanıp vücudunu aşağı sarkıttı ve çukurun kenarına tutundu. İyice asılı kalınca ellerini bırakıp aşağı indi.

İpi kesmesi uzun sürmedi. Ellerim kurtulmuştu, şimdi tek yapmamız gereken çukurdan çıkmaktı.

“Omuzlarına çıkayım ,” dedim. “Sonra seni çekerim .”

Alice benimle tartışmadı, ikinci denememde omuzları­nın üzerinde dengede durmayı başarıp kendimi ıslak çimenlere çektim. Sonra işin zor kısmına geçtik; Alice’i yukarı çekme işine.

Sol elimi aşağı uzattım. Elimi sol eliyle sıkıca tutup destek almak için sağ eliyle bileğimi tuttu. Sonra onu çekmeyi denedim.

İlk sorun, ıslak ve kaygan çimenlerdi; çukurun kenarı­na kaymama neden oluyordu. Üstelik, bunu yapacak kadar güçlü değildim. Çok büyük bir hata yapmıştım. Kız olması benden güçsüz olacağı anlamına gelmezdi. Hayalet’in çanı­nı nasıl dans ettirdiğini çok geç hatırlamıştım. Çukurdan önce onun çıkmasına izin vermeliydim. Omuzlarıma basmasına izin vermeliydim. Alice beni sorunsuz bir şekilde yukarı çekerdi.

O sırada konuşma sesleri duydum. Kemikli Lizzie ve Zımba, ağaçların arasından bize doğru geliyordu. Aşağıda, Alice ayaklarını çukurun duvarlarına koymuş beni tutmaya çalışıyordu. Çaresizlik bana fazladan güç kazandırmıştı. Aniden ve hızla çekince Alice çukurdan çıkıp yanıma düştü.

Çukurdan tam zamanında çıkmıştık, arkamızdan koşan ayak sesleri ensemizde, koşmaya başladık. Önce bizden epey uzaktılar, ama giderek yaklaşıyorlardı.

Ne kadar zaman koştuğumuzu bilmiyorum. Sonsuzluk kadar uzun gelmişti. Bacaklarım kurşun gibi ağırlaşana, aldığım nefes boğazımda yanana kadar koştum. Chipenden’a doğru koşuyorduk. Bunu ağaçların arasından zaman zaman gördüğüm tepelere bakarak anlayabiliyordum. Doğan gü­neşe doğru koşuyorduk. Gökyüzü renklenmeye başlamıştı ve hava her geçen dakika aydınlanıyordu. Sonra, tam da bir adım daha atamayacağımı düşündüğüm sırada, tepelerin dorukları turuncu turuncu parlamaya başladı. Bu, gün ışı­ğıydı. O sırada, şimdi yakalansak bile artık güneş doğduğu için kemiklerimin Lizzie’nin hiçbir işine yaramayacağını düşündüğümü hatırlıyorum.

Ağaçlık alandan çıkıp çimenlik yokuşa varınca tırmanmaya başladık. Artık bacaklarım aksamaya başlamış, jöle gibi olmuşlardı. Alice benden uzaklaşıyordu. Yüzü dehşet içinde, arkasına dönüp bana baktı. Arkamızdaki ağaçlıkların arasından koşma seslerini hâlâ duyabiliyordum.

Sonra aniden ve tamamen durdum. Durmak istediğim için durdum. Durdum, çünkü daha fazla koşmak için bir neden kalmamıştı.

Orada, önümdeki yokuşun tepesinde, elinde uzun bir değnek taşıyan, siyah giyimli, uzun bir silüet gördüm. Tamam, bu Hayalet’ti, ama çok farklı görünüyordu. Şapkasını geriye yatırmıştı ve güneş ışığının üzerinde oynadığı saçları turuncu alevler gibiydi.

Zımba, bıçağını havada sallayarak, bir çeşit hırlamayla ona doğru koşmaya başladı. Kemikli Lizzie onun hemen arkasındaydı. O sırada bizimle ilgilenmiyorlardı. Gerçek düş­manlarının kim olduğunu biliyorlardı. Bizimle daha sonra ilgilenebilirlerdi.

Artık Alice’te durmuştu, yanına gidebilmek için titreyerek birkaç adım attım. Zımba’nın hançerini kaldırıp öfkeyle kükreyerek koşmasını izledik.

Hayalet, olduğu yerde bir heykel kadar sabit bir şekilde duruyordu, ama o sırada yokuş aşağı iki adım atıp değneğini havaya kaldırdı. Onu bir mızrak gibi tutarak Zımba’nın kafasını nişan alıp vurdu. Değnek, Zımbanın alnına dokunmadan hemen önce bir çeşit tıkırtı duyuldu ve ucundan kırmızı bir alev çıkmıştı. Alnına çarpmasıyla büyük bir gümbürtü duyuldu. Hançer havaya savruldu ve Zımba bir
patates çuvalı gibi yere yığıldı.

Sonra Hayalet, değneğini bir kenara koyup elini pelerinin altına soktu. Tekrar dışarı çıkardığında elinde bir şey tutuyordu. Tuttuğu şeyi havaya kaldırıp bir kamçı gibi şaklattı. Elindeki nesne güneş ışığını yansıtınca bunun bir gümüş zincir olduğunu anladım.

Kemikli Lizzie, arkasını dönüp kaçmaya çalıştı, fakat çok geç kalmıştı: Hayalet, zinciri ikinci defa şaklatınca, şakırtı sesi tiz, yüksek, metalik bir sese dönüştü. Zincir, kendini Kemikli Lizzie’ye sıkıca bağlamak için havada dairesel alevler oluşturarak ilerlemeye başladı. Lizzie, acıyla son bir kez feryat edip yere düştü.

Alice’le birlikte yokuşun tepesine yürüdüm. Orada, gü­müş zincirin Lizzie’yi baştan aşağı sıkıca bağladığını gördük. Açık duran ağzı bile sıkıca bağlanmıştı, zincir dişlerine dayanıyordu. Gözleri yuvalarında durmadan dönüyor, tüm bedeni son bir gayretle kıvranıyordu, ama bağıramıyordu.

Zımba’ya baktım. Yerde, gözleri açık, sırtüstü yatıyordu. Ölmüştü ve alnının ortasında kırmızı bir yara vardı. Sonra değneğe bakıp tepesinde gördüğüm alevin ne olduğunu düşündüm.

Ustam birdenbire çok zayıf, yorgun ve yaşlı görünmeye başladı. Hayattan sıkılmışçasına sürekli başını sallıyordu. Yokuşun gölgesinden bakınca, saçları tekrar eski gri rengine dönmüştü. Orada, saçlarının neden başına doğru akıyormuş gibi göründüğünü anladım: Bütün saçı ter içinde kalmıştı ve eliyle geriye yapıştırdığı için kulaklarının üstünde ve arkasında duruyordu. Ben onu izlerken, tekrar saçlarını geriye attı. Kaşlarından aşağı boncuk boncuk ter dökülüyordu ve ustam çok hızlı nefes alıyordu. Buraya kadar koşarak geldiğini anlamıştım.

“Bizi nasıl buldun?” diye sordum.

Cevap vermeden önce nefes alış verişi cevap verebilecek kadar yavaşladı. “İşaretler var delikanlı. Nasıl yapman gerektiğini biliyorsan izleri takip edebilirsin. Bu da öğrenmen gereken bir şey.”

Dönüp Alice’e baktı. “Bu ikisiyle ilgilendim, ama seninle ne yapacağım?” diye sordu sert sert bakarak.

“Kaçmam için bana yardım etti,” dedim.

“Öyle mi?” diye sordu Hayalet. “Ama başka neler yaptı?”

Sonra sert bakışlarını bana döndürdü, ben de bakışlarımı kaçırmadan ona bakmaya çalışıyordum. Postallarıma bakmak için başımı eğdiğimde diliyle bir ses çıkardı: Ona yalan söyleyememiştim. Başıma gelenlerin bir bölümünde Alice’in de parmağı olduğunu tahmin ettiğini biliyordum.

Bakışlarını tekrar Alice’e çevirdi. “Ağzını aç kızım,” dedi, sert bir şekilde. “Dişlerini görmek istiyorum. ”

Alice ona söyleneni yaptı ve Hayalet aniden ileriye atılıp kızın alt çenesini tuttu. Yüzünü Alice’in açık ağzına yaklaş­tırıp gürültülü bir şekilde kokladı.

Bana döndüğünde biraz yumuşamış görünüyordu, derin bir iç çekti. “Nefesi yeterince güzel,” dedi. “Öbürünün nefesini kokladın mı?” diye sordu, Alice’in çenesini bırakıp Kemikli Lizzie’yi göstererek.

Başımı salladım.

“Beslenmesinden kaynaklanıyor,” dedi. “Nefes kokusu sana bu kişinin neyin peşinde olduğunu söyler. Kemik ve kan büyüsüyle uğraşanların ağzında kan ve çiğ et kokusu olur. Ama bu kızın nefesi iyi.”

Sonra yüzünü tekrar Alice’e yaklaştırdı. “Gözlerime bak kızım ,” dedi ona. “Yapabildiğin kadar uzun süre gözlerini gözlerimde tut.”

Alice, bakmaya çalışırken dudakları bu uğraştan dolayı seğirmeye başladıysa da bakışlarını yeterince uzun süre tutamadı. Gözlerini yere eğip sessizce ağlamaya başladı.

Hayalet, Alice’in sivri burunlu ayakkabılarına bakıp üzülerek başını salladı. “Bilmiyorum,” dedi tekrar bana bakarak. “Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Sadece Alice konusunda değil. Diğerlerini de düşünmemiz gerekiyor.  Gelecekte acı çekebilecek masumları da. Çok fazla şey gördü ve işine yarayacak çok fazla şey biliyor, iyi de olabilir, kötü de… Onu serbest bırakmak güvenli olur mu, bilmiyorum. Eğer aileye katılmak için doğuya, Pendle’a giderse, sonsuza dek kaybolur ve karanlığa katılır.”

“Deniz kıyısının yakınında bir köy var. Adı Staumin. Orada yaşayan başka bir teyzem var. Belki beni yanına…”

“Diğerlerine benziyor mu?” diye sordu Hayalet, Alice’i baştan ayağa süzerken.

“Hayır, öyle olsa anlardınız.” diye cevap verdi Alice.

“Ama bu, çok uzun bir yol ve oraya daha önce hiç gitmedim. Oraya varmak üç gün ya da daha fazla zaman alabilir.”

“Delikanlıyı seninle yollayabilirim,” dedi Hayalet, sesi bir anda yumuşamıştı. “Haritalarımı iyice incelemişti, bu yüzden yolu bulabileceğine eminim. Geri döndüğünde haritaların nasıl düzgün bir şekilde katlanacağını öğrenecek. Her neyse, karar verilmiştir. Sana bir şans tanıyacağım kı­zım. Bu şansı nasıl kullanacağın sana kalmış. İyi kullanmazsan, bir gün tekrar görüşürüz ve bir daha ki sefere bu kadar şanslı olmayacaksın.”

Sonra Hayalet cebinden her zamanki bezi çıkardı. İçinde seyahat için bir parça peynir vardı. “Aç gitmeyin,” dedi, “ama hepsini de bir seferde yemeyin.”

Yol üstünde yiyecek daha iyi bir şeyler bulmayı umuyordum, fakat yine de teşekkür ettim.

“Doğrudan Staumin’e gitmeyin,” dedi Hayalet gözünü hiç kırpmadan dik dik bana bakarak. “Önce eve gitmenizi istiyorum. Bu kızı da yanına al ve annenin onunla konuşmasını sağla. Yardımcı olabileceğini düşünüyorum. İki hafta içinde geri dönmeni bekliyorum .”

Söyledikleri yüzümün gülmesini sağladı. Bütün olanlardan sonra, bir süreliğine eve gitmek, gerçekleşmeyecek bir rüya gibiydi. Ama beni şok eden şey annemin Hayalet’e gönderdiği mektubu anımsamam oldu. Annemin söylediği bazı şeyleri hiç hoş bulmamış gibi görünüyordu. O halde neden annemin Alice’e yardımcı olabileceğini düşünüyordu? Hiçbir şey söylemedim, çünkü Hayalet’in bu fikrinden vazgeçmesine neden olmak istemiyordum. Oradan uzaklaşmaktan memnundum.

Yola çıkmadan önce ona Billy’den bahsettim. Üzgün bir şekilde başını salladı, fakat üzülmememi söyledi, çünkü o gerekli olan her şeyi yapmıştı.

Yola çıkarken arkama döndüğümde Hayalet’in, Kemikli Lizzie’yi sol omzunda taşıdığını ve Chipenden’a doğru yü­rüdüğünü gördüm. Arkadan bakınca otuz yaşlarında genç bir adam olduğunu sanırdınız.

devamı…

Yazar: Joseph Delaney

Türkçeleştiren: Ceren Aral

Hayaletin Çırağı I. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı II. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı III. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı IV. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı V. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı VI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı VII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı VIII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı IX. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı X. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı XI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı XII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı XIII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

Hayaletin Çırağı XIV. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız

 

Exit mobile version