Hayaletin Çırağı VIII. Bölüm.
Yaşlı Malkin Ana
Hayalet’in kulübesine döndüğümde iyice kaygılanmaya başladım. Durum, düşündükçe daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Hayalet burada olsa ne diyeceğini biliyordum. Kekleri fırlatıp attıktan sonra bana, cadılar ve sivri burunlu ayakkabı giyen kızlar hakkında kapsamlı bir ders verirdi. Şimdi burada olmadığı için ders vermeye de başlayamamıştı. Beni doğu bahçesinin karanlıklarına, cadıları hapsettiği yere götüren iki şey vardı.
Birincisi, Alice’e verdiğim sözdü. Babam her zaman, “Tutamayacağın sözü asla vermemelisin!” derdi. Bu yüzden yapacak bir şeyim yoktu. Bana yanlışı doğrudan ayırmayı öğretmişti ve Hayalet’in çırağı olmam, benliğimi değiştirmemi gerektirmiyordu.
İkincisi, yaşlı bir kadını bir deliğin içine hapsetmek bana hiç doğru gelmiyordu. Bunu bir ölüye yapmak mantıklı olabilirdi, ama canlı birine yapmak hiç mantıklı değildi. Bunu hak etmek için nasıl bir suç işlemiş olabileceğini merak ediyordum.
Ona sadece üç kek vermenin ne zararı olabilirdi ki? Soğuğa ve rutubete karşı ailesinin gönderdiği, küçük bir teselliydi sadece. Hayalet, içgüdülerime güvenmem gerektiğini söylemişti, ben de ölçüp biçince doğru olanı yaptığımı hissediyordum.
Tek sorun, kekleri gece yarısı olunca tek başına götürecek olmamdı. Gece yarısına kadar hava bir hayli kararıyordu; özellikle de ay görünmediğinde.
Sepeti taşıyarak doğu bahçesine doğru yürüdüm. Hava, beklediğim kadar olmasa da, karanlıktı. Gözlerim karanlıkta hep iyi görürdü. Annem de karanlıkta hep iyi görürdü. Sanırım bu özelliğim ondan geçmişti. Ayrıca bulutsuz bir geceydi ve ay ışığı yolumu bulmama yardımcı oluyordu.
Ağaçların arasına girdiğimde hava aniden soğudu. Ürperdim. Taşlarla çevrelenmiş ve on üç demir çubukla kapatılmış ilk mezara ulaştığımda hava daha da soğudu. Burası ilk cadının gömülü olduğu yerdi. Bu cadı güçsüz ve yorgundu yada en azından Hayalet öyle söylemişti. Kendi kendime endişelenecek hiçbir şey olmadığını tekrar edip söylediklerime inanmaya çalıştım.
Hava henüz aydınlıkken kekleri Malkin Ana’ya vermeye karar vermek kolay olmuştu. Ama şimdi, bahçenin içinde, saat gece yarısına yaklaşmışken, kekleri götürmek istediğimden emin değildim. Hayalet bana hava karardıktan sonra buraya gelmemem gerektiğini söylemişti. Bu konuda beni
birçok kez uyarmıştı, o halde bu önemli bir kural olmalıydı ve şu anda ben bu kuralı çiğniyordum.
Bin bir çeşit ses duyuluyordu. Hışırtılar ve tıkırtılar muhtemelen en önemsizleriydi; sadece yolda yürürken rahatsız ettiğim küçük hayvanlara ait olmalıydılar. Bana burada olmaya hakkım olmadığını hatırlatıyorlardı.
Hayalet bana diğer iki cadının yirmi adım ileride olduğunu söylemişti. Dikkatle adımlarımı saydım. Böylece ilkine benzeyen ikinci bir mezara ulaştım. Emin olmak için biraz daha yaklaştım. Demir çubuklar vardı ve altlarındaki sıkıştırılmış, çıplak toprağı görebiliyordunuz. Cadı ölüydü, ama hâlâ tehlikeliydi. Baş aşağı gömülmüştü. Bu da, ayak parmaklarının toprağın hemen altında bir yerde olduğu anlamına geliyordu.
Mezara bakarken bir şeyin hareket ettiğini görür gibi oldum. Aniden geçen bir şeydi. Muhtemelen hayal gücümün ürünüydü. Belki de küçük bir hayvan; bir fare, tarla faresi falan… Hızla kenara çekildim. Hareket eden şey ya bir ayak parmağıysa?..
Üç adım daha atınca aradığım yere gelmiştim, bundan hiç şüphem yoktu. Yine taşlarla çevrelenmiş bir alan ve on üç demir çubuk vardı. Ama üç fark vardı: İlki, taşlarla çevrelenmiş alan, dikdörtgen bir tepecik değil, kare bir alandı. İkincisi, bu alan muhtemelen enine, boyuna dörder adım daha genişti. Üçüncüsü, demir çubukların altında, sıkıştırılmış toprak değil, sadece karanlık bir çukur vardı.
Durup dikkatle etrafı dinledim. Şimdiye kadar ciddi bir ses duymamıştım. Yalnızca küçük hayvanların çıkardığı cılız hışırtı ve tıkırtılar, bir de esintinin sesi vardı. Esinti o kadar yumuşaktı ki fark etmek güçtü. Ancak kesildiğinde
fark edebilmiştim. Birdenbire her şey çok durgunlaşmış, orman olağan dışı bir biçimde sessizleşmişti.
Şimdi ben orada durmuş cadıyı duymaya çalışırken cadı da, beni duymaya çalışıyordu.
Sessizlik sonsuza kadar sürecekmiş gibi devam etti; taki birdenbire çukurdan cılız bir nefes sesi duyulana kadar… Bu ses bir şekilde harekete geçmemi sağladı. Ben de sonunda çukurun kenarına, ayağım çukurun köşesine değene kadar yürüdüm.
O anda Hayalet’in Malkin Ana’yla ilgili söylediklerini hatırladım:
“Güçlerinin çoğu toprak tarafından emildi, fakat senin gibi bir delikanlıya ellerini yapıştırmaya bayılır.”
Geriye doğru çok değil, bir adım attım. Hayalet’in sözleri beni düşündürmüştü. Ya çukurdan bir el çıkıp bileğimi tutarsa?
Bu işi bitirmek isteyerek yumuşak bir ses tonuyla karanlığın içine seslendim: “Malkin Ana,” dedim, “sana bir şey getirdim. Ailenden sana bir armağan. Orada mısın? Beni duyuyor musun?”
Cevap gelmedi, ama dipten gelen nefes, hızlanmış gibi görünüyordu. Ben de vakit kaybetmeyip Hayalet’in evinin sıcaklığına kavuşmak için sepete elimi atıp siyah kumaşı kaldırdım. Parmaklarım bir keki aralarına aldı. Yumuşak, biraz cıvık ve biraz da yapışkan bir şeydi. Sepetten çıkarıp demir çubukların üzerinde tuttum.
“Sadece bir kek,” dedim yumuşakça. “Umarım bu kendini daha iyi hissetmeni sağlar. Yarın gece, bir tane daha getireceğim.”
Bunları söyledikten sonra keki atıp karanlık çukura düşmesini izledim.
Derhal kulübeye dönmeliydim, ama dinlemek için birkaç saniye daha bekledim. Ne duymayı bekliyordum bilmiyorum, ama beklemekle hata yapmıştım.
Çukurun içinde bir hareketlenme vardı, sanki bir şey kendini çukurdan yukarıya kaldırıyordu. Sonra cadının keki yemeye başladığını duydum.
Ağabeylerimden bazıları yemek masasında rahatsız edici sesler çıkarırdı; ama bu sesler çok çok daha kötüydü. Burunlarını kovalara daldırmış koca, kıllı domuzlarımızın çıkardığı koklama, horlama, çiğneme karışımı seslerden bile daha tiksindiriciydi. Keki sevip sevmediğini bilmiyordum, ama yeterince sesli bir şekilde yediği kesindi.
O gece çok zor uyudum. Sürekli, o karanlık çukuru ertesi gün tekrar ziyaret etmem gerektiğini düşündüm.
Kahvaltıya tam zamanında inmeyi başardım. Pastırma biraz yanmış ve ekmek biraz sert olmuştu. Neden böyle olduğunu anlayamamıştım. Daha bir gün önce ekmeği fırından almıştım. Sadece bu da değil, süt de ekşiydi. Öcü bana kızgın olduğu için böyle olmuş olabilir miydi? Neler yaptığımı biliyor muydu? Kahvaltıyı bozması bir çeşit uyarı olabilir miydi?
Bir çiftlikte çalışmak çok zordu, fakat alıştığım bir işti. Hayalet, yapmam için bana hiçbir iş bırakmamıştı, günümü geçirmek için yapacak hiçbir şeyim yoktu. Yararlı bir şeyler okumama bir şey demeyeceğini düşünerek üst kata, kütüphaneye çıktım. Ancak kapının kilitli olduğunu görünce hayal kırıklığına uğradım.
Bu durumda yürüyüşe çıkmaktan başka ne yapabilirdim ki? Tepeleri keşfetmeye karar verdim, Parlick Tepesine tırmanıp taşların üzerine oturdum, manzarayı izledim.
Aydınlık ve bulutsuz bir gündü ve tüm eyalet ayaklarımın altındaydı. Uzaklardaki deniz, göz kırpan çekici maviliğiyle kuzey batıda duruyordu. Tepeler art arda sonsuza kadar uzanıp gidiyor gibi görünüyordu; Calder Tepesi, Stake House Tepesi… Büyük tepeler… O kadar çoktular ki her birini keşfetmek bir ömür sürerdi.
Yakınlarda Kurt Tepesi vardı. Acaba orada gerçekten kurtlar mı vardı, merak ediyordum. Kurtlar tehlikeli olabilirdi ve kış aylarında hava soğukken bazen topluluk halinde gezdikleri söylenirdi. Şu anda ilkbahardı ve ortalıkta kurt olduğuna dair hiçbir belirti görmemiştim, ama bu etrafta hiç kurt olmadığı anlamına gelmezdi. O sırada fark ettim ki karanlık bastırdıktan sonra tepelerde oturmak biraz korkutucu olabilirdi.
Gidip Malkin Ana’ya bir dilim daha kek vermem gerektiğinden kalkarken o kadar da korkutucu olmayacağına karar verdim. Güneş batmaya başlamıştı ve Chipenden’a doğru tepeden aşağı inmek zorundaydım.
Bahçenin karanlığı içinde kendimi yine sepeti taşırken buldum. Bu defa işimi hemen halletmem gerektiğine karar verdim. Hiç vakit kaybetmeden demir çubukların arasından karanlık çukura, yapışkan bir kek daha bıraktım. Kek parmaklarımın ucundan aşağı kaydığı anda kalbimi donduran bir gerçeği fark ettim. Ancak çok geçti.
Çukurun üzerindeki demir çubuklar eğilmişti. Dün gece dik duruyorlardı, birbirine paralel on üç demir çubuk… Şimdi orta kısımdakilerin arası aralarından kafa geçecek kadar eğilmişti.
Dışarıdan biri tarafından yukarıdan eğilmiş olabilirlerdi, ama bundan kuşkuluydum. Hayalet bana, bahçelerin ve evin korunduğunu, kimsenin içeri giremeyeceğini söylemişti. Bunun nasıl ve neyle olduğunu söylememişti, ama bir çeşit öcü tarafından korunduğunu tahmin ediyordum. Belki de yemeklerimizi yapan öcü tarafından…
O halde bunu yapan, içerideki cadıydı. Bir şekilde çukurun bir kenarına tırmanmış ve demir çubuklarla uğraşmış olmalıydı. Bir anda neler olduğunu anlamaya başladım.
Ne kadar da budalaydım! Kekler cadıya güç kazandırıyordu.
Aşağıdan, karanlığın içinden tekrar aynı çiğneme, yutkunma ve koklama karışımı sesler gelmeye başladı. Hızla ağaçlık alandan çıkıp kulübeye döndüm. Bir şekilde, üçüncü keke artık ihtiyaç duymayacağını biliyordum.
Uykusuz bir gece daha geçirdikten sonra ne yapacağımı bulmuştum. Kararımı verdim. Gidip Alice’i bulacak, elimde kalan son keki ona geri verip sözümü neden tutamayacağımı açıklayacaktım.
Önce onu bulmam gerekiyordu. Kahvaltıdan hemen sonra, ilk karşılaştığımız ve birlikte sonuna kadar yürüdüğümüz ormana gittim. Alice yakınlarda yaşadığını söylemişti, ama burada bir yapı olduğuna dair hiçbir işaret göremiyordum. Sadece uzaklarda görünen ufak tepeler, vadiler ve ormanlık alanlar vardı.
Birilerine sormak daha hızlı sonuç vereceğinden köye indim. Çevrede tek tük insan vardı, ama fırının yakınlarında birkaç delikanlının olabileceğini düşündüm. Belki fırının kokusunu seviyorlardı. Şahsen fırın kokusunu ben
de çok severdim. Fırından yeni çıkmış ekmek kokusu, yeryüzündeki en güzel kokulardan biridir.
Son buluşmamızı düşünecek olursak pek de arkadaş canlısı sayılmazlardı. Oysa onlara birer elma ve kek vermiştim. Belki de yanlarında domuz gözlü, iri kıyım arkadaşları olduğu içindi. Yine de söylemem gerekenleri dinlediler.
Detaylara girmedim, sadece ormanın girişinde karşılaştığımız kızı bulmam gerektiğini söyledim.
“Nerede olabileceğini biliyorum,” dedi iri çocuk kaşlarını çatarak, “ama oraya gitmek için aptal olmalısın.”
“Nedenmiş o?”
“Ne söylediğini duymadın mı?” diye sordu kaşlarını kaldırarak. “Kemikli Lizzie’nin, kendisinin teyzesi olduğunu söyledi.”
“Kemikli Lizzie kim ?”
Birbirlerine bakıp deliymişim gibi başlarını salladılar. Neden herkes onun adını duymuştu da benimkini duymamıştı?
“Gregory onların icabına bakmadan önce Lizzie ve büyükannesi bütün bir kışı burada geçirmişler. Babam hep onlardan bahsedip durur. Bu civarda görülmüş en korkutucu cadılarmış. Fakat çok daha korkunç bir şeyle yaşıyorlarmış. Bir adam gibi görünen, ama devasa büyüklükte ve dişleri ağzına sığmayacak kadar çok olan bir yaratıkla… Babam böyle anlatır. Der ki, o zamanlar, o uzun kış gününde, insanlar asla karanlık çöktükten sonra dışarı çıkmazmış. Kemikli Lizzie’yi hiç duymadıysan Hayalet olamazsın.”
Duyduklarım hiç hoşuma gitmemişti. Ne denli aptal olduğumun farkına vardım. Hayalet’e, Alice’le olan konuşmamızdan bahsetmiş olsaydım arkasında Lizzie olduğunu anlar ve bu konuda bir şeyler yapardı.
İri çocuğun babasının söylediklerine göre, Kemikli Lizzie Hayalet’in evinin altmış kilometre kadar uzağında, güneydoğu tarafında yaşıyordu. Terk edilmiş bir yermiş ve yıllardan beri kimse oraya uğramazmış. Yani şu anda kalmak için en güvende olacağı yerdi. Bu bana “doğru yer” gibi gelmişti, çünkü Alice’in işaret ettiği tarafta kalıyordu.
O sırada bir grup asık suratlı insan kiliseden çıktı. Hep birlikte, kalabalık bir halde köşeyi dönüp tepeye tırmanmaya başladılar. En önden köy rahibi gidiyordu. Hepsi kendilerini sıcak tutacak elbiseler giymişlerdi ve çoğunun
elinde baston vardı.
“Ne oluyor?” diye sordum.
“Dün gece bir çocuk kayboldu,” diye cevap verdi delikanlılardan biri, yere tükürdükten sonra. “Üç yaşında bir çocuk. O tepede gezerken bir şey olduğunu düşünüyorlar. Merak etme bu ilk defa olmuyor. İki gün önce de Büyük Bayır yakınlarındaki çiftlikte bir bebek kayboldu. Yürüyemeyecek kadar küçüktü. Bu da kaçırılmış olabileceğini düşündürüyor. Kurtların yapmış olabileceğini düşünüyorlar. Çok kötü bir kış geçirdik, böyle kışlardan sonra bazen köye inerler.”
Lizzie’nin evini çok iyi tarif etmişlerdi. Onlarla konuştuktan sonra geri dönüp Alice’in sepetini almama rağmen, bir saati çok az aşan bir sürede evi bulmuştum.
Orada, parıldayan gün ışığının altında, kumaşı kaldırıp son keki inceledim. Kokusu kötüydü, ama görüntüsü kokusundan da kötüydü. Küçük et ve ekmek parçalarından ve tanımlayamadığım bazı şeylerden yapılmış gibi görünüyordu. Islak, yapışkan ve neredeyse siyahtı, içindeki malzemelerin
hiçbiri pişmemiş, sadece bir şekilde sıkıştırılmıştı. Sonra daha da korkunç bir şeyi fark ettim. Kekin içinde kıpırdanan, kurda benzeyen, beyaz, küçük şeyler vardı.
Tüylerim diken diken olmuştu. Keki tekrar kumaşla örtüp tepeden aşağıya, bakımsız görünen çiftliğe yürüdüm. Çitler kırılmıştı, ahırın çatısının yarısı yoktu ve herhangi bir hayvan olduğuna dair de hiçbir iz yoktu.
Yine de beni endişelendiren bir şey vardı. Çiftlik evinin bacasında duman tütüyordu. Bu, evde birileri olduğu anlamına geliyordu. Ağzına sığmayacak kadar çok dişi olan şeyi düşünüp ürkmeye başlamıştım.
Ne bekliyordum ki? Bu iş zor bir iş olacaktı. Ailenin diğer fertlerine görünmeden Alice’le nasıl konuşabilirdim?
Ne yapacağıma karar vermeye çalışarak yokuşta durduğumda sorunum kendiliğinden çözülüverdi. Çiftlik evinin arka kapısından ince, karanlık bir silüet çıktı ve bulunduğum yere, bana doğru tırmanmaya başladı. Gelen Alice’ti. Orada olduğumu nasıl bilmişti? Çiftlik eviyle aramda ağaçlar vardı ve camlar bu tarafa bakmıyordu.
Yine de tepeye tesadüfen çıkmıyordu. Direk bana doğru yürüdü, beş adım kadar ötemde durdu.
“Ne istiyorsun?” diye fısıldadı. “Buraya geldiğine göre aptal olmalısın. İçeridekiler uyuyor olduğu için şanslısın.” “Yapmamı istediğin şeyi yapamam,” dedim, sepeti ona doğru uzatarak.
Kollarını kavuşturup kaşlarını çattı. “Nedenmiş?” diye sordu. “Söz vermemiş miydin?”
“Ne olacağından bahsetmemiştin. Henüz iki kek yedi, fakat o kekler onu güçlendirdi. Şimdiden çukurun tepesindeki demir çubukları büktü. Bir kek daha verirsem serbest kalacak ve sanırım bundan haberin var. Zaten amacın da buydu, değil mi?” diyerek onu suçladım, öfkelenmeye başlamıştım. “Beni kandırdın, bu yüzden verdiğim sözün artık bir önemi yok.”
Bana doğru bir adım daha attı, ama şimdi öfkesi başka bir şeye dönüşmüştü. Aniden yüzünde bir korku belirdi.
“Bu benim fikrim değildi. Onlar beni buna zorladı,” dedi çiftlik evini işaret ederek. “Eğer söz verdiğin gibi yapmazsan durum ikimiz için de zorlaşacak. Devam et, git ve ona üçüncü keki de ver. Ne zararı olabilir ki? Malkin Ana cezasını çekti. Artık onu bırakmanın vakti geldi. Git ve ona keki ver. Bu gece çekip gitmiş olacak ve bir daha başını belaya sokmayacak.”
“Bence Bay Gregory’nin onu o çukura sokmak için çok iyi bir nedeni vardı,” dedim yavaşça. “Ben sadece onun çırağıyım, en doğru şeyin ne olduğunu nereden bilebilirim? Geri döndüğünde ona her şeyi anlatacağım.”
Alice gülümsedi; sizin bilmediğiniz bir şeyler bilen insanların gülümsemesiydi bu. “Geri dönmeyecek,” dedi. “Lizzie her şeyi düşündü. İyi arkadaşları var onun, Pendle yakınlarında… Onlar, Lizzie’nin istediği her şeyi yapar. Yaşlı Gregory’yi kandırdılar. Yolda giderken bazı şeylerle karşılaşacak. Belki de şu anda çoktan ölmüştür ve yerin iki metre altına gömülmüştür. Haklı mıyım, haksız mı; bekle de gör. Yakında onun evinde bile güvende olmayacaksın. Bir gece senin için gelecekler. Tabi eğer şimdi yardım etmezsen… Yardım edersen seni rahat bırakacaklar.”
Bunları duyar duymaz geri dönüp onu ardımda bırakarak tepeyi tırmanmaya başladım. Defalarca bana seslendiğini duydum, ama onu dinlemedim. Hayalet hakkında söyledikleri beynimi kemiriyordu.
O sırada, hâlâ taşıdığımın farkına varınca sepeti içindeki keklerle birlikte dereye attım, sonra Hayalet’in kulübesine gittim. Neler olduğunu anlamam ve şimdi ne yapmam gerektiğine karar vermem uzun sürmedi. Her şey en başından planlanmıştı. Hayalet’i buradan uzaklaştırmışlar, yeni ve deneyimsiz olduğumu bildiklerinden, kandırmalarının kolay olacağını düşünmüşlerdi.
Hayalet’in o kadar kolay öldürülebileceğine inanmıyordum, yoksa bu kadar sene hayatta kalamazdı; fakat zamanında gelip bana yardım edebileceğinden de emin değildim. Bir şekilde Malkin Ananın o çukurun içinden çıkmasını engellemeliydim.
Ciddi şekilde yardıma ihtiyacım vardı. Köye gitmeyi düşündüm, ama daha yakında, hemen elimin altında çok daha özel bir yardımcı olduğunu biliyordum. Ben de mutfağa gidip masaya oturdum.
Her an kulaklarımın sağır olacağı korkusuyla hızla konuştum. Olan biten her şeyi anlattım. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan. Sonra bunun, benim hatam olduğunu söyleyip ondan yardım istedim.
Ne bekliyordum, bilmiyorum. O kadar mutsuzdum ve korkuyordum ki kendimi hiç de boş bir odada aptal aptal konuşuyor gibi hissetmiyordum; ama sessizlik uzadıkça zaman kaybettiğimi anladım. Öcü bana neden yardım edecekti ki? Onun bir tutsak olduğunu, eve ve bahçeye Hayalet tarafından bağlandığını biliyordum. Sadece özgürlüğüne kavuşmak için deli olan bir köle olabilirdi; başımın belada olmasından memnun bile olabilirdi.
Tam pes edip mutfaktan ayrılmaya karar vermişken aklıma babamın çarşıya çıkmadan önce sık sık söylediği bir söz geldi:
“Herkesin bir fiyatı vardır, işin sırrı, karşı tarafı memnun edecek ve bu arada seni de zor duruma düşürmeyecek bir teklifte bulunmaktır.”
Ben de öcüye bir teklifte bulundum:
“Bana şimdi yardım edersen, bu iyiliğini asla unutmayacağım. Bir sonraki Hayalet ben olunca, her pazar günü sana izin vereceğim. O gün, sen dinlenip tatilin keyfini çıkar diye, kendi yemeğimi kendim yapacağım.”
Birdenbire masanın altında bir şey bacaklarıma sürtündü. Ayrıca cılız bir mırıltı sesi de duyuluyordu. Sonra büyük, tarçın rengi bir kedi göründü ve kapıya doğru ilerledi.
Başından beri masanın altında duruyor olmalıydı; sağduyum böyle olduğunu söylüyordu. Kedi, koridordan ve antreden geçip yukarıya tırmanırken ben de onu takip ettim. Kapısı kilitli olan kütüphanenin önünde aniden durdu. Kedilerin masa ayaklarına hep yaptığı gibi, sırtını kapıya sürttü. Kapı yavaşça açılıp paralel kitaplıklara düzenli bir şekilde dizilmiş, bir insanın hayatı boyunca okuyacağı kitaptan çok daha fazla kitabı ortaya çıkardı. Nereden başlayacağımı bilemeden içeri girdim. Ve arkamı döndüğümde büyük, tarçın renkli kedi tekrar ortadan kaybolmuştu.
Her bir kitabın adı sırtında görünüyordu. Çoğu kitap Latince yazılmıştı. Birkaç tane de Yunanca kitap vardı. Hiç toz ya da örümcek ağı yoktu. Kütüphane en az mutfak kadar temiz ve bakımlıydı.
Gözüme bir şey çarpana kadar ilk sıradaki rafların önünde yürüdüm. Pencerenin yanında, Hayalet’in bana verdiği deri kaplı defter gibi defterlerle dolu, uzun üç raf vardı. En üst rafta, kapaklarında tarih yazan daha büyük kitaplar vardı. Her bir kapakta beş yıllık bir süre yazılıydı, ben de rafın sonundaki kitabı alıp dikkatlice açtım.
Yazılar, Hayalet’in el yazısıyla yazılmıştı. Sayfaları çevirirken bunun bir günlük olduğunu anladım. Yaptığı her işi, seyahatin ne kadar sürdüğünü ve kendisine ödenen fiyatı yazmıştı. En önemlisi, her bir öcüyle, ruhla ve cadıyla nasıl başa çıktığını anlatmıştı.
Kitabı tekrar rafa koyup diğer ciltlere bir göz attım. Günlükler neredeyse bugüne kadar ulaşıyordu, fakat yüzlerce yıl geriye de gidiyordu. Ya Hayalet göründüğünden çok daha yaşlıydı ya da eski günlükler, çağlar öncesinde yaşayan Hayaletler tarafından yazılmıştı. Bir an ya Alice haklıysa, ya Hayalet geri dönmeyecekse, diye düşündüm. Cevabını aradığım her şey bu günlüklerde saklı olabilirdi. En önemlisi, bu binlerce sayfanın arasında bir yerlerde, şu anda bana yardımcı olacak bilgiler olabilirdi.
Nasıl bulabilirdim? Tamam, biraz zamanımı alabilirdi, ama o cadı on üç yıldır o delikteydi. Hayalet’in onu oraya nasıl soktuğuyla ilgili bir belge olmak zorundaydı. Sonra birden, alt raflarda çok daha işe yarar bir şey buldum.
Her biri farklı bir konuya göre ayrılmış, çok daha büyük kitaplar vardı. Birinin üzerinde Dragonlar ve Kurtlar etiketi vardı. Bütün kitaplar alfabetik sırayla dizildiğinden aradığım başlığı bulmam hiç zaman almadı.
Cadılar.
Ellerim titreyerek kitabı açtığımda kitabın tahmin edebileceğiniz dört bölüme ayrıldığını gördüm… Suiniyetli, Halim Selim, Haksız Yere Suçlanan, Farkın da Olmayan.
Hızla ilk bölümü açtım. Her şey Hayaletin inci gibi yazısıyla yazılmıştı ve yine alfabetik sıraya göre özenle hazırlanmıştı. Birkaç saniye içinde Malkin Ana başlıklı sayfayı buldum.
Beklediğimden çok daha kötüydü. Malkin Ana tahmin edebileceğinizden çok daha şeytaniydi. Birçok yerde yaşamıştı ve yaşadığı her bölgede korkunç şeyler meydana gelmişti. En kötüsü de eyaletin batısında, kırsal bir bölgede
olmuştu.
Orada yaşarken, bebek bekleyen, fakat yanlarında destek olacak kocaları bulunmayan genç kadınlara kalacak yer veriyormuş. İşte ‘Ana’ lakabını o zaman almış. Senelerce bu işi yapmış, ama o genç kadınların bazılarından bir daha haber alınamamış.
Orada herkesin Zımba dediği, kendisiyle yaşayan, inanılmaz güçlü bir oğlu varmış. Dişleri o kadar büyükmüş ve insanları o kadar korkutuyormuş ki kimse o evin yakınma gitmezmiş. Ama sonunda köylüler, birleşip ayaklanınca Malkin Ana, Pendle’a gitmek zorunda kalmış. O gittikten sonra
ilk mezarları bulmuşlar. Çoğu, kan ihtiyacını gidermek için öldürdüğü çocuklara ait, bir bahçe dolusu kemik ve çürümüş et bulunmuş. Bazı cesetler kadınlara aitmiş. Çocukların da, kadınların da cesetleri ezilmiş ya da parçalanmış olarak bulunmuş.
Köydeki çocuklar, ağzına sığmayacak kadar dişi olan bir yaratıktan bahsetmişti. Bahsettikleri kişi, Malkin Ana’nın oğlu Zımba olabilir miydi? Muhtemelen o kadınları ezerek öldüren Zımba?..
Bu beni o kadar korkutmuştu ki ellerimin titremesinden kitabı okuyamıyordum. Görünen o ki bazı cadılar ‘kemik büyüsü’ yapıyordu. Ölüleri toplayarak güçlerini kazanan ‘ölü büyücü’lerdi. Ama Malkin Ana bundan çok daha kötüsünü yapıyordu. Malkin Ana ‘kan büyüsü’ yapıyordu ve özellikle de çocukların kanını kullanmayı seviyordu.
Siyah, yapışkan kekleri düşününce ürperdim. Büyük Bayır’da bir çocuk kaybolmuştu. Yürüyemeyecek kadar küçük bir çocuk… Kemikli Lizzie tarafından yakalanmış olabilir miydi? Kekleri yapmak için o çocuğun kanı kullanılmış olabilir miydi? Ya köylülerin aramaya çıktığı ikinci çocuk? Ya, Malkin Ana çukurundan çıkınca kanını büyü yapmak için kullansın diye, o çocuğu da Kemikli Lizzie yakaladıysa?
O zaman çocuk şu anda Lizzie’nin evinde olabilirdi! Okumaya devam etmek için kendimi zorladım.
On üç yıl önce, kışın ilk günlerinde Malkin Ana, torunu Kemikli Lizzie’yle birlikte Chipenden’a gelmiş. Hayalet, Anglezarke’daki kış evinden buraya geri döndüğünde hiç vakit kaybetmeden onunla savaşmış. Kemikli Lizzie’yi
uzaklaştırdıktan sonra, Malkin Ana’yı gümüş zincirle bağlayıp bahçesindeki çukura hapsetmiş.
Hayalet bu konuda kendi kendiyle bir tartışma içinde gibi görünüyor. Onu canlı canlı çukura gömme fikrinden kesinlikle hoşnut değilmiş, fakat neden böyle yapılması gerektiğini de anlatmış. Onu öldürmenin çok tehlikeli olduğunu düşünüyormuş. Bir kez öldürülürse geri dönmek için yeterli gücü varmış ve canlı halinden çok daha güçlü ve tehlikeli olurmuş.
Şimdi asıl sorun şuydu: Şu anda kaçabilir miydi? Tek bir kekle demirleri bükecek kadar güçlenmişti. Üçüncüyü alamayacak olsa bile, iki tanesi yeterli olur gibi görünüyordu. Gece yarısı olduğunda, üçüncü keki yemese de çukurdan çıkabilirdi. Ne yapabilirdim?
Eğer bir cadıyı gümüş zincirle bağlayabiliyorsanız, eğilmiş demirleri de o zincirle bağlayıp çukurdan dışarı tırmanmasını engellemeye değebilirdi. Ancak Hayalet’in gümüş zinciri çantasındaydı ve o, çantasını hiç yanından ayırmazdı.
Kütüphaneden çıkarken başka bir şey daha gördüm. Kapının yanında durduğundan, içeri girerken fark etmemiştim. Sarı bir kâğıda yazılmış uzun bir listeydi. Tam otuz isim vardı ve her biri Hayaletin el yazısıyla yazılmıştı. Listenin en altında benim ismim, Thomas J. Ward yazılıydı ve benim hemen üstümde, üzeri yatay bir çizgiyle çizilmiş, yanına da HIY harfleri yazılmış William Bradley ismi yazılıydı.
Bedenim buz kesmişti, çünkü bunun Huzur İçinde Yatsın anlamına geldiğini, Billy Bradley’in öldüğünü anlamıştım. Listedeki üçte ikiden fazla ismin üstü çizilmişti. Listedeki dokuz ismin daha yanına HlY yazılmıştı.
Çırak olarak geçer not alamayanların, hatta ilk bir ayı bile bitiremeyenlerin üstünün çizildiğini düşündüm. Fakat endişelendirici olan ölmüş olanlardı. Billy Bradley’e ne olduğunu merak etmiştim, Alice’in söylediklerini hatırladım:
“Sonun Yaşlı Gregory’nin son çırağı gibi olmasın.”
Alice, Billy’ye ne olduğunu nereden biliyordu? Belki de köydeki herkes biliyordu. Sadece ben, yeni geldiğim için, bilmiyordum. Ya da acaba Alice’in ailesiyle ilgili bir şey miydi? Öyle olmamasını umut ediyordum, ama bunu düşünmek, endişelenmem gereken başka bir şeyi ortaya çıkardı.
Hiç vakit kaybetmeden köye gittim. Kasabın Hayaletle bir şekilde iletişim kurduğu açıktı. Yoksa nasıl o çuvalı alıp içine et doldururdu? Ben de kuşkularımı anlatıp onu, kaybolan çocuğu bulmak için Lizzie’nin evine gitmeye ikna etmeye karar verdim.
Oraya vardığımda hava kararıyordu, dükkân kapalıydı. Bana cevap verecek birini bulana kadar beş kapı çalmak zorunda kalmıştım. Kuşkularım doğrulanıyordu: Kasap, başka adamlarla birlikte tepeleri aramaya gitmişti. Ertesi geceye kadar geri dönmeyeceklerdi. Anladığım kadarıyla yakın tepeleri aradıktan sonra vadiyi aşıp Büyük Bayır’ın kıyısındaki köye gideceklerdi. Orada daha kapsamlı bir arama yapacak ve geceyi de orada geçireceklerdi.
Bunu kabullenmek zorundaydım. Tek başmaydım.
Kısa süre sonra üzgün ve korkmuş bir halde Hayalet’in evine giden yolda yürüyordum. Malkin Ana çukurundan çıktıysa, çocuk sabaha varmadan ölmüş olacaktı. Ve bu konuda bir şeyler yapmayı deneyen tek kişi de ben olacaktım.
Yazar: Joseph Delaney
Türkçeleştiren: Ceren Aral
Hayaletin Çırağı I. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı II. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı III. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı IV. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı V. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VIII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı IX. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı X. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XIII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XIV. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız