Hurma ağaçlarıyla süslü yollarda halk neşe içinde idi. Çalgılar çalınıyor, şarkılar sokakları dolduruyordu. Renk renk giysiler içinde cambazlar, şehrin meydanlarında gösteriler yapıyorlardı. Saraya giden yolda şehrin ileri gelen büyük aile reisleri, kumandanlar, tüccarlar Sultanı tebrik etmek için âdeta yarışıyorlardı. Bir haftadır ülkede bayram havası vardı. Çünkü Sultanın kırk yaşından sonra bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. İsmini “Melek Hatun” koydular.
Yıllar geçtikçe sevimli çocuk büyüyor, gelişiyor, güzelleşiyordu. Sultan, bu tek çocuğunun en üstün bir eğitim ve öğretimle yetişmesini arzu ediyordu. Zamanın en bilgili ilim ve fen adamlarını saraya çağırmış, hususi bir öğretim programı ile “Melek Hatun” ‘un eğitimini onlara bırakmıştı.
Güzel kız yirmi yaşına girmişti. İlim, fikir ve sanat yönlerinden elde ettiği başarıların yanında son derece olgun, ağırbaşlı ve terbiyeli bir hanım kız olmuştu.
Bir gün Sultan kızını huzuruna çağırdı. “Melek Hatun” un ne derece yetiştiğini anlamak için şu suali sordu:
– Kızım, iyi düşün ve doğru cevap ver. “Evi ev eden kadın mıdır, erkek midir?”
Melek Hatun hiç tereddüt etmeden cevap verdi :
– Babacığım evi ev eden kadındır!..
Sultan, kendi kanaat ve fikrinin dışında bu beklemediği cevap karşısında kızına :
– Dışarı çık! iyi ve derin düşün. Seni yine çağıracağım.. dedi.
Aradan kısa bir zaman geçti. “Melek Hatun” tekrar huzura çağrıldı ve kendisine aynı sual soruldu. Güzel kızın cevabı değiştirmemişti :
– Babacığım bir evi ev eden kadındır!…
Sultan, bu kesin kanaat karşısında bir an durakladı. Rengi hafifçe kızardı. Ağır ağır tahtından kalktı. Yan taraftaki odaya geçti. Çok geçmeden sırtında kırmızı bir elbise ile gelip tahtına oturdu. Huzurda bulunanların hepsi bu kırmızı elbisenin mânâsını çok iyi biliyorlardı. Sultan, birine ceza vermek için tahta otururken daima bu kırmızı elbiseyi giyerdi.
Kızına aynı suali ağır ağır konuşarak sormaya başladı.
– Kızım, son defa sana soruyorum. Cevabını iyi düşünerek vermeni isterim. “Evi ev eden kadın mıdır, erkek midir?”
Melek Hatun, en küçük bir korku eseri göstermeden cevap verdi!
– Babacığım, cevabımı düşünerek ve inanarak veriyorum. Evi ev eden kadındır.
Sultan başını sallarken etrafındaki adamlarına döndü :
– Tembeller evini ateşe verin. En sona kalan tembel adamı huzuruma getirin!..emrini verdi.
Atlılar koşuştular. Tembeller evini ateşe verdiler. Bütün tembeller can korkusuyla kaçışmaya başlamışlardı. Alevler evin çatısına doğru yükselirken ev boşalmış, arka odalardan birinde tembellikten kemikleri, kasları tutulmuş, hareketsiz genç bir delikanlı kalmıştı. Atlıların kumandanı tembeller evine girdi. Bütün odaları dolaştı. Arka odada tembel tembel alevleri seyreden delikanlıyı bağırta, çağırta ata yükledi ve Sultan’ın huzuruna getirdi.
Sultan yanındaki şeyhülislâm’dan kızını bu tembel delikanlı ile nikâhlamasını rica etti. “Melek Hatun” bu delikanlı ile nikâhlanınca Sultan ikinci emrini verdi :
– Benim ülkemde durmayacaksın. Bu tembel adam da senin hayat arkadaşındır. Git! Evini ev et bakalım… dedi.
Melek Hatun, güzel gözlerinde bir çift yaş olduğu halde başını öne eğdi. Sessizce Sultanın huzurundan ayrıldı.
Günlerce yol aldılar. Bir gün güneş doğarken ufukta Bağdat şehri göründü. Tembel delikanlı seyahat süresince uyumuş arada sırada yol zahmetine tahammül edemeyerek inlemişti. Melek Hatun saçlarını ve güzel yüzünü örten tül örtüsü içinde yolculuğa çıkınca sessiz sessiz ağlamış, çok geçmeden olgun bir genç kız olduğu için kendine gelmiş, tembel delikanlı ile dertleşmeye başlamıştı. Bu hareketsiz ve tembel adama derin bir saygı hissiyle hizmet ettikçe, kocasına hizmet eden sâdık hanımların saadetini duymaya başlamıştı. İyi kalpli, faziletli ve fedakâr bir hanıma Allah’ın sayısız iyilikler vereceğine inanıyordu.
Bağdat’a girdiler. Bir fakir kadının evine misafir oldular. Melek Hatun, elindeki pek az paranın bir kısmı ile evin bir odasını kiraladı. Fakir kadın yırtık bir yorgan verdi. Genç kız odayı süpürüp temizledi. Yorganı temizlenmiş bir köşeye serdi. Tembel delikanlıyı sırtında taşıyarak bu yorganın üstüne yatırdı. Bu işleri görürken hanımla konuşmaya devam ediyordu :
-Ah benim güzel kızım, siz nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Kimsiniz? Seni kim bu adamla evlendirdi?
– İsmim Melek’tir. “ Bu delikanlı da benim eşimdir. Onun da ismi Abdullah’tır. Biz bir garip yolcuyuz. Bağdat’ta yerleşip üç beş kuruş kazanacağız. Abdullah temiz kalpli, değerli bir insandır. Vücudunu sızı kaplamış. Onun iyileşmesine dua ediyorum.
– Allah başınızı bozmasın, saadetinizi daim etsin yavrum. İnşallah şifa bulur. Bir arzunuz, hizmetiniz olursa bana söyleyin. Çekinmeden söyleyin…
– Sağol hanım teyze… Eğer varsa bir şişe zeytinyağı rica edecektim.
Melek Hatun, günde üç defa Abdullahın kollarını. vücudunu, bacaklarını zeytinyağı ile yağlayıp ovmaya başladı.
Üç ay sonra tembel delikanlı Abdullah, çevik, yakışıklı, kuvvetli bir yiğit oldu. Her geçen gün Melek Hatun’a duyduğu sevgi artıyor, saadetleri ziyadeleşiyordu. Genç kız da Abdullah’ı çok seviyor ve hürmet ediyordu. Boş zamanlarında tıp bilgisinden dinî bilgilere, tarih ve coğrafyadan, sosyal bilgilere ve bilhassa ahlâkî konulara kadar çeşitli bilgileri Abdullah’a öğretiyordu. Beraberce ibadet ediyorlar, namuslu, emin, ahlâklı bir hayat yaşamanın yollarım düşünüyorlardı.
Bir sabah Melek Hatun, Abdullah’a :
– Sevgili Abdullah! Biz Bağdatta garibiz. Elimizdeki para bitmek üzere. Dilenmek sana ve bana yakışmayacağı gibi Allah’ın ve Resulünün yasak ettiği bir harekettir. 0 halde alnımızın teriyle bir şeyler kazanmalıyız.
– Çok doğru söylüyorsun ama biz ne yapabiliriz?
insanlar şerefleriyle para kazanabilirler. Aklıma şu geliyor : Her sabah pazara gitsen. Bağdat’ın ileri gelen ailelerine yemeklik satın alan kahyalarla görüşsen. Taşınacak eşyaları evlerine kadar götürsen.
– Evet. . . evet. Bunu yapabilirim. Garip Abdullah.. o günden sonra pazarda eşya taşımaya başladı. Günlük kazancı artıyordu. Melek Hatun ev içinde tutumlu bir hanım olarak kocasına yardımcı oluyordu.
Böylece bir kaç yıl geçti. Evlerinin karşısında Bağdat’ın zengin tüccarlarından biri oturuyordu. Abdullah ile Melek Hatun’un isimleri, ahlak ve faziletleri kısa zamanda muhite yayılmış, bu tüccar ailesinin de dikkatini çekmişti. Tüccarın hanımı, hizmetçisi ile Melek Hatun’a haber göndererek kendisini davet etmişti. Görüşmeler sıklaştıkça tüccarın hanımı, Melek Hatun’un çok asil bir kız olduğunu anlamaya başlamıştı.
Abdullah’a herkes “Abdullah Çelebi” diyordu. Bu isim onun efendiliğinden, doğruluk ve dürüstlüğünden ortaya çıkmıştı. Nihayet bir gün tüccar. Abdullah Çelebi’ye şu teklifi yaptı :
-Aziz kardeşim, bugüne kadar devam eden komşuluğumuz sizleri bize tanıttı. Sizin dürüst ve namuslu bir kişi olduğunuz kadar asil ve faziletli bir insan olduğunuz da muhakkaktır. Ticaretin ruhu dürüstlüktür. Ticaretin temeli ahlaktır, emniyettir. Bu üstün vasıfları sizde görüyorum. Eğer kabul ederseniz sizi ticaret kervanıma almak istiyorum. Yakında İstanbul’a doğru bir kervanım yola çıkacak. Zahmetinizin karşılığını kazançtan ödeyeceğim. Ne dersiniz?
Abdullah Çelebi, hanımı ile meseleyi görüştü. Melek Hatun bu teklifi kabul etmesini rica etti.
Çok geçmeden İstanbul’a doğru hareket eden “Bağdat Kervanı” İle Abdullah Çelebi de yola çıktı.
Güneşler doğup battı. Çölleri aştılar, vahalarda konakladılar. Güzel Anadolu topraklarında ilerliyorlardı, sıcak bir günün ikindi vakti ıssız bir vadide konakladılar. “Bağdat Kervanı” yüz deve ile otuz atlıdan oluşuyordu. Develer çöktü, atlar söküldü. Kervan geceyi burada geçirecekti. Kervanı idare eden Kara Hasan, hayvanların su içmeleri için ilerideki bir kuyuyu göstererek adamlarına emretti:
– Yanınıza ip ve kova alınız. Kuyunun başındaki yalağı doldurunuz. Önce biz serinleyelim, sonra hayvanlar su içsinler.
Silahlı adamlardan biri söze karıştı:
– Hasan Ağam, bu kuyu başında durmamız iyi olmadı. Buradan geçen kervanlardan duymuştum. Bu kuyu tekin değilmiş.
Oradakiler gülüştüler. İp ve kova alındı. Kuyu başında toplanan altı kişi sırayla su çekip yalağı doldurmaya başladılar. On, on beş kova su çekilmişti ki, kova aşağıdaki bir şeye takılır gibi oldu. Yukarıdaki adamlar hep bilikte zorladılar. Birden ip koptu ve kova aşağıda kaldı. Durumu Kara Hasan’a bildirdiler. Kara Hasan, yanında Abdullah Çelebi olduğu halde kuyunun başına geldi. Durumu gördü:
– Biriniz inin kovayı ipe bağlayın… dedi. Dedi ama kuyuya inmek için kimsede o cesaret görülmüyordu. Biraz önce kuyunun tekin olmadığını söyleyen silahlı adam yine konuştu:
– Bu kuyuya inen geri çıkmazmış ağam. Bakın kovamız kırıldı. Bu kuyu çok yiğidin başını yemiş. Gelin bu işten vazgeçelim.
– Güneş batmak üzere hayvanlar çok yoruldu. Bu geceyi burada geçirir, sabah ezanı yola çıkarız.
Oradakiler meseleyi konuşurken Abdullah Çelebi kuyunun başına doğru yürüdü.
– Belime ip bağlayın… Kuyuya ben ineceğim…. dedi.
Karşı koyamadılar. Abdullah Çelebi’nin beline bir ip bağladılar ve onu kuyudan aşağı saldılar…..devamı var.
Mustafa Yazgan – http://hikayelerimizden.com
Ben bu hikaye yi çocukluğumda okumuş çok etkilenmiştim.