Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 9. Bölüm

Yeraltı Mezarları

Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 9. Bölüm; “Yeraltı Mezarları”

Hikaye Oku: Birader Peter katedraldeki görevine dönerken biz de güneşin batmasını bekliyorduk. Andrew, yeraltı mezarlarına girmek için en ideal yerin, katedralin yakınlarındaki terk edilmiş bir evin kileri olduğunu söyledi; karanlık bastıktan sonra fark edilmemiz daha güçtü.

Saatler geçtikçe daha da endişelenmeye başladım. Andrew ve Birader Peter ile konuşurken kendimden emin görünmeye çalışmıştım, ama Zehir beni gerçekten korkutuyordu. Hayalet’in çantasını karıştırıp duruyor , işe yarayabilecek bir şeyler arıyordum.

Öncelikle Hayalet’in cadıları bağlamak için kullandığı uzun gümüş zinciri, görülmeyecek şekilde gömleğimin altından belime sardım. Ama bunu, ahşap bir direğe dolamakla Zehir’e yapmak arasında çok büyük fark olduğunu biliyordum. Sıra tuz ve demirdeydi. Çıra kutumu ceketimin cebine yerleştirdikten sonra, arkadaki ceplerimi doldurdum; sağ cebimi tuzla, sol cebimiyse demirle… Bu karışım, karanlığa ait birçok yaratığa karşı işe yarıyordu. Şu yaşlı cadı Malkin Ana’yla ancak bunlarla başa çıkabilmiştim.

Zehir gibi güçlü bir yaratığın bu şekilde yok edilebileceğine inanmıyordum; eğer bu mümkün olsaydı Hayalet, onu sonsuza dek yok etmiş olurdu. Yine de her şeyi deneyecek kadar çaresizdim, onlar ve gümüş zincir kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu. Ne de olsa bu kez Zehir’i yok etmeyi değil, ustamı kurtarabilmeme yetecek kadar bir süre uzak tutmayı planlıyordum.

En sonunda, Hayalet’in asası sol elimde, çantasıyla cüppelerimiz sağ elimde, katedrale doğru uzanan karanlık caddelerde Andrew’u takip ediyordum. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı ve havada yağmur kokusu vardı. Daracık, taş kaldırımlı sokakları ve duvar örülü arka bahçeleriyle Priestown’dan nefret etmeye başlamıştım. Yaylaları, geniş, açık alanları özlüyordum. Keşke Chipenden’da Hayalet’in derslerinin tekdüzeliğine dönebilseydim! Oradaki hayatımın sona ermiş olabileceğini kabul etmek çok zordu.

Katedrale yaklaşırken Andrew, taraçalı evlerin arkasındaki dar geçitlerden birine girdi. Bir kapının önünde durup yavaşça kilidi açtı, küçük arka bahçeye girmem için başıyla işaret etti. Bahçe kapısını dikkatlice kapattıktan sonra, evin karanlıkta kalmış arka kapısına yürüdü.

Hemen sonra bir kilitle kapıyı açtı ve içeri girdik. Arkamızdan kapıyı kilitledikten sonra, iki tane mum yakıp birini bana verdi.

“Bu ev yirmi yıldan uzun süredir terk edilmiş durumda,” dedi, “ve böyle de kalacak, çünkü senin de gördüğün gibi abim gibiler bu kasabada iyi karşılanmıyor. Evde çok tekinsiz bir şey var, o yüzden insanlar ve hatta köpekler bile uzak duruyor.”

Evde tekinsiz bir şey olduğu konusunda haklıydı. Hayalet, arka kapının iç kısmına aşağıdaki işareti kazımıştı.

 

Bu, Yunan alfabesindeki gammaydı, ya bir cin ya da hortlak için kullanılıyordu. Hemen sağındaki bir rakamıysa birinci dereceden bir hortlak olduğunu belirtiyordu. Yani bazı insanların aklını kaçırmasına neden olabilecek bir yaratıktı.

“Adı Matty Barnes idi,” dedi Andrew, “ve bu kasabada yedi kişiyi öldürdü, hatta belki de daha fazlasını. İri elleri vardı ve kurbanlarını elleriyle boğarak öldürüyordu. Genellikle genç kadınları seçiyordu. Onları buraya getirip tam bu odada boğduğunu söylüyorlar . En sonunda kadınlardan biri mücadele edip şapkasındaki süs iğnesini gözüne batırdı. Kan zehirlenmesinden yavaş yavaş öldü. John, buradan gitmesi için, hortlağını razı etmeye çalışacaktı, ama bundan vazgeçti. Hep buraya geri gelip Zehir’in hakkından gelmek istediğinden, yeraltı mezarlarına inen bu yolun daima kullanılır olmasını istiyordu. Kimse perili bir ev almak istemiyor.”

Aniden havanın soğumaya başladığını hissettim, mum alevleri de titriyordu. Çok yakında bir şeyler vardı ve her saniye daha da yaklaşıyordu. Bir nefes daha alamadan gelmişti bile. Onu göremiyordum ama mutfağın uzak köşesindeki gölgelerin arasında bir şeyin varlığını hissedebiliyordum; kötü kötü bana bakıyordu.

Onu görememem durumu daha da kötüleştiriyordu. En güçlü hortlaklar , görünür olup olmamayı seçebilirler . Matty Barnes’ın hortlağı da kendini gizleyerek bana ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu, ama öte yandan beni izlediğini de hissettiriyordu. Dahası, niyetinin kötülüğünü dahi hissedebiliyordum. Kötülüğümüzü istiyordu ve oradan ne kadar çabuk çıkarsak bizim için o kadar iyiydi.

“Bana mı öyle geliyor, yoksa burası aniden çok mu soğudu?” diye sordu Andrew.

“Evet, epey soğuk,” dedim, hortlağın varlığından bahsetmeden. Onu daha da endişelendirmeye gerek yoktu.

“O zaman hadi ilerleyelim,” dedi Andrew, kilere inen merdivenlere yönelerek.

Ev, eyaletteki kasabalarda sıklıkla rastlanan taraçalı evlerdendi: Üst katta basit iki oda ve alt katta da iki odayla damın altında da bir başka oda. Ve mutfaktaki kiler kapısı Horshaw’dakiyle, yani Hayalet’in çırağı olduğum gün beni götürdüğü evdekiyle aynı konumdaydı. O ev bir cin tarafından ele geçirilmişti ve bu işi yapıp yapamayacağımı anlamak için Hayalet benden gece yarısı kilere inmemi istemişti. O geceyi unutabileceğimi sanmıyorum; düşünmek bile hâlâ içimi ürpertiyor.

Andrew ile birlikte merdivenlerden inip kilere girdik. Zeminde üst üste yığılmış eski halı ve kilimlerden başka bir şey yoktu. Oldukça kuru görünüyordu, ama küf kokusu vardı. Andrew elindeki mumu bana verip yerdeki kilimleri çekince ahşap bir kapak gözüktü.

“Yeraltı mezarlarına girmek için birden fazla yol var ,” dedi, “ama bu, en kolay ve en az riskli olanı. Burada, dolaşan birilerine rastlama olasılığı çok düşük.”

Kapağı kaldırınca aşağıdaki karanlığa doğru inen taş merdivenler gördüm. Islak toprak ve küf kokuyordu. Andrew mumu elimden alıp, bir süre beklememi söyleyerek aşağıya indi. Çok geçmeden seslendi: “Aşağı gelebilirsin, ama kapağı açık bırak. Buradan hızla çıkmamız gerekebilir!”

Hayalet’in çantasıyla cüppeleri kilerde bırakıp onu takip ettim, ustamın asasını hâlâ sıkı sıkı tutuyordum. Aşağı indiğimde, çamur beklerken taş kaldırımların üzerine bastığımı fark edince şaşırdım. Yeraltı mezarları da dışarıdaki sokaklar kadar iyi döşeliydi. Bunu kasaba kurulmadan önce burada yaşayanlar mı yapmıştı; yani Zehir’e tapanlar? Eğer öyleyse, Priestown’ın taş kaldırımlı sokakları için yeraltı mezarlarının sokakları örnek alınmıştı.

Andrew tek kelime etmeden yürümeye başladı. Bu işi bir an önce bitirmek istediğini hissediyordum. Ben de bunu istiyordum.

İlk başlarda tünel, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar genişti, ama taş döşeli tavan oldukça alçaktı ve Andrew başını öne eğerek yürümek zorunda kalmıştı. Hayalet’in bu insanlara ‘Küçük İnsanlar’ demesine şaşmamalıydı. Burayı inşa edenler kesinlikle günümüzdeki insanlardan çok daha küçük olmalıydı.

Henüz çok ilerlememiştik ki tünel daralmaya başladı; bazı yerlerde oldukça biçimsizdi, sanki katedral ve yukarıdaki diğer binaların ağırlığının altında ezilerek şekli bozuluyordu. Tavan ve duvardaki taşlar yer yer dökülmüş, duvarlardan çamurla balçık akmaya başlamıştı.

Çok geçmeden tünel daha da daraldı. Andrew’un arkasında yürümem gerekiyordu ve yolumuz daha da küçük tünellere çatallandı. Soldaki tüneli takip edince duvarda, solumuzda kalan bir girintiye geldik. Andrew durup içerinin bir kısmını aydınlatacak şekilde elindeki mumu kaldırdı. Gördüklerim karşısında dehşete düştüm. Sıra sıra raflar vardı ve içleri kemik doluydu: Kafatasları, bacak kemikleri, kol kemikleri, parmak kemikleri… İrili ufaklı birçok kemik bir aradaydı. Ve hepsi de insan kemiğiydi!

“Yeraltı mezarları bunun gibi mahzen-mezarlarla dolu,” dedi Andrew. “Burada, karanlıkta kaybolmak pek hoş olmazdı.”

Kemikler oldukça ufaktı, çocuk kemiklerine benziyordu. Küçük İnsanlar’ın kalıntıları olmalıydı.

İlerlemeye devam ettik ve çok geçmeden önümüzde hızla akan bir su sesi duydum. Köşeyi dönünce bir su akıntısından çok ufak bir ırmakla karşılaştık.

“Bu, katedralin önündeki ana caddenin altından akıyor ,” dedi Andrew, kopkoyu akan suyu göstererek, “ve şuradan geçeceğiz…”

İşaret ettiği yerde dokuz tane atlama taşı vardı. Düz ve pürüzsüzdüler , hepsi de suyun çok az üstündeydi.

Bir kez daha Andrew önden gidip uzun adımlarla fazla zorlanmadan taştan taşa atladı. Karşıya geçince durup benim de geçmemi bekledi.

“Bu gece kolay geçtik sayılır ,” dedi, “ama şiddetli bir yağıştan sonra su seviyesi kayaları aşabilir. O zaman akıntıya kapılma riski olur.”

Yürümeye devam ettik, su sesi arkamızda kalmıştı.

Andrew aniden durunca omzunun üzerinden bir kapıya vardığımızı gördüm. Ne kapıydı ama! Böylesini daha önce hiç görmemiştim. Zeminden tavana, duvardan duvara, Andrew’un tuttuğu mum ışığında parlayan geniş bir metal parmaklık tüneli tamamen kapatmıştı. Fazlaca gümüş içeren bir alaşımdan yapılmışa benziyordu ve oldukça yetenekli bir demirci ustası tarafından elle şekillendirilmiş olmalıydı. Parmaklıktaki her parça tek bir metal kalıptan değil de birbirine dolanarak spiral oluşturan daha ince birkaç metal parçadan oluşuyordu. Tasarım oldukça karmaşıktı: belli belirsiz bazı desen ve şekiller vardı ama sanki parmaklığa baktıkça değişiyorlardı.

Andrew dönüp elini omzuma koydu. “İşte bu, Gümüş Kapı. Şimdi dinle beni,” dedi, “bu önemli. Yakınlarda bir şey var mı? Karanlığa ait bir şey?”

“Sanmıyorum,” dedim.

“Bu yeterli değil,” diye sertçe çıkıştı Andrew. “Emin olman lazım! Eğer bu yaratığı kaçırırsak sadece rahiplere değil, tüm eyalete dehşet saçar.”

Pekâlâ; karanlığa ait yaratıkların yakında olduğunun işareti olan soğuğu hissetmiyordum. Bu da güvende olduğumuzun bir işaretiydi. Ama Hayalet daima içgüdülerime güvenmemi söylemişti, ben de emin olmak için derin bir nefes alıp konsantre oldum. Hiçbir şey…

Hiçbir şey hissetmiyordum.

“Temiz,” dedim Andrew’a.

“Emin misin? Kesinlikle emin misin?”

“Eminim.”

Andrew aniden dizlerinin üstüne çöküp arka cebinden bir anahtar çıkardı. Parmaklığın önünde küçük, eğik bir kapı vardı ve kilidi yere çok yakın olduğundan Andrew çömelmek zorunda kalmıştı. Çok dikkatli bir şekilde ufacık bir anahtarı kilide soktu. Atölyesinin duvarındaki o kocaman anahtarı hatırladım. Anahtar büyüdükçe öneminin de arttığı düşünülebilirdi, ama burada tam tersi geçerliydi. Hangi anahtar Andrew’un şu anda elinde tuttuğundan daha önemli olabilirdi ki? Bu anahtar bütün eyaleti Zehir’den koruyordu.

Zorlanıyor gibi görünüyordu ve durmadan anahtarın konumunu değiştiriyordu. En sonunda anahtarı döndürebildi ve kapıyı açıp ayağa kalktı.

“Hâlâ bunu yapmak istiyor musun?” diye sordu.

Başımla onayladıktan sonra eğilip önce asayı kapıdan içeri ittim, ardından da emekleyerek karşıya geçtim. Geçer geçmez Andrew kapıyı arkamdan kilitleyip anahtarı bana uzattı. Alıp sol arka cebime, demir tozlarının yanına koydum.

“İyi şanslar,” dedi Andrew. “Şimdi kilere geri dönüp bu yoldan dönme ihtimaline karşı bir saat kadar bekleyeceğim. Eğer dönmezsen eve gideceğim. Keşke daha fazla yardımcı olabilseydim. Sen cesur bir çocuksun Tom. Gerçekten de seninle birlikte gelebilecek cesaretim olmasını isterdim.”

Ona teşekkür ettikten sonra arkamı dönüp sol elimde asayı, sağ elimde de mumu taşıyarak karanlığa doğru tek başıma yürümeye başladım. Bir anda yapmakta olduğum şeyin korkunçluğunu hissettim. Aklımı mı kaçırmıştım? Artık Zehir’in inindeydim ve her an karşıma çıkabilirdi. Ne düşünüyordum ki? Burada olduğumu biliyor olabilirdi!

Ama derin bir nefes alıp, Andrew’un Gümüş Kapı’yı açması sırasında oraya gelmediği için her şeyi biliyor olamayacağını düşünerek kendimi rahatlattım. Ve eğer yeraltı mezarları insanların söylediği kadar büyük bir alanı kaplıyorsa, Zehir şu anda çok uzaklarda olabilirdi. Zaten ilerlemekten başka ne yapabilirdim ki? Hayalet’in ve Alice’in yaşamları yapmakta olduğum şeye bağlıydı.

Bir dakika kadar yürüdükten sonra tünel iki yöne ayrıldı. Birader Peter’ın söylediklerini anımsayarak soldakini seçtim. Etrafımdaki hava soğumuştu ve artık yalnız olmadığımı hissediyordum. Mum ışığının aydınlatamadığı kadar uzakta, yarasalar gibi tünel duvarındaki mahzen-mezarlara girip girip çıkan ufak, parlak şekiller görüyordum. Ben yaklaşınca yok oluyorlardı. Fazla yaklaşmıyorlardı ama bunların Küçük İnsanlar’dan bazılarının hortlağı olduğuna emindim. Hortlaklar beni fazla endişelendirmiyordu; aklımdan çıkaramadığım şey Zehir’di.

Köşeye geldim ve yolu takip edip sola dönerken ayağımın altında bir şey hissettim. Neredeyse takılıp düşecektim. Yumuşak ve yapış yapış bir şeye basmıştım.

Bir adım geri atıp ne olduğunu daha iyi görebilmek için mumu kaldırdım. Gördüklerim karşısında dizlerim titremeye başladı, elim titredikçe de mum ışığı dans ediyordu. Bu, ölü bir kediydi. Ama beni rahatsız eden şey ölü olması değildi; ölüm şekliydi.

Sıçan ya da fare ararken yeraltı mezarlarına yanlışlıkla indiğine hiç şüphe yoktu, ama korkunç bir sonla karşılaşmıştı. Sırtüstü yatıyordu, gözleri yuvalarından fırlamıştı. Zavallı hayvan öylesine dümdüz edilmişti ki hiçbir noktada vücudu iki buçuk santimetreden daha kalın değildi, kaldırıma yapışmıştı. Çıkık dili hâlâ parlıyordu, yani öleli fazla uzun zaman geçmiş olamazdı. Dehşete kapılıp ürperdim. ‘Preslendiğine’ şüphem yoktu. Eğer Zehir beni bulursa, beni bekleyen son da bundan farksızdı.

O korkunç görüntünün arkamda kalmasına memnun olarak hızla ilerleyince ahşap bir kapıyla sonlanan taş basamaklara vardım. Eğer Birader Peter haklıysa, bu kapının arkasında rahip evinin şarap mahzeni olmalıydı.

Basamakları çıkıp Hayalet’in anahtarını kilide soktum. Kapı kolayca açıldı. Mahzene girince kapıyı arkamdan kapadım ama kilitlemedim.

Mahzen oldukça genişti, büyük fıçılar ve şişelerle dolu sıra sıra tozlu şarap rafları vardı. Bazı şişeler çok uzun süredir orada olmalıydı, üzerleri örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Burası çok sessizdi ve gizlenip beni izleyen biri yoksa tamamen ıssızdı. Elbette ki elimdeki mum sadece kısıtlı bir alanı aydınlatabiliyordu ve fıçıların ötesindeki karanlıkta her şey olabilirdi.

Birader Peter , Andrew’un evinden çıkmadan önce bana rahiplerin buraya haftada bir ihtiyaçları kadar şarap almak için geldiklerini ve Zehir yüzünden çoğunun yeraltı mezarlarına girmeyi hayal bile edemeyeceklerini söylemişti. Ama aynı şeyi Sorgulayıcı’nın adamları için söylemezdi, onlar buralı değildi ve korkmalarını sağlayacak kadar bilgileri yoktu. Yalnız o da değil; birayı da içerler ve muhtemelen tek bir fıçıyla yetinmezlerdi.

Her on adımda bir durup dinleyerek mahzen boyunca dikkatle ilerledim. En sonunda koridora açılan kapıyı görebiliyordum ve tavanın solunda, tam duvarın bitimine yakın büyük bir kapak vardı. Bizim evimizde de buna benzer bir kapak vardı. Komşu han ve çiftliklere bira sağladığımızdan çiftliğimize bir zamanlar ‘Birahane Çiftliği’ deniyordu. Birader Peter’ın açıkladığı gibi, bu kapak, rahip evinden geçmek zorunda kalmadan fıçılarla kasaların kolayca alınıp verilmesi için kullanılıyordu. Ve bu kapağın, kaçmak için en kolay yol olduğunu söylerken haklıydı. Ama eğer çıkmak için kapağı kullanırsam kesinlikle görülme riskim vardı, Gümüş Kapı’ya geri gitmekse Zehir’le karşılaşma riskini taşıyordu ve uzun süredir tutuklu kaldığından Hayalet, Zehir’le karşılaşacak kadar güçlü olamazdı. Ayrıca düşünülmesi gereken bir de lanet vardı. Buna inansa da, inanmasa da kaderle oyun oynamaya değmezdi.

Hemen kapağın altında büyük bira fıçıları vardı. Mumu fıçılardan birinin üzerine koyup asayı da bir diğerine dayadıktan sonra fıçılardan birine tırmanıp kilide ulaşabildim. Kilit, her iki taraftan da kilitlenip açılabilmesi için ahşap kapağın içine monte edilmişti. Oldukça basitti ve Hayalet’in anahtarı bu kez de işe yaradı, ama yukarıdan bakan birinin görme riskine karşılık kapağı şimdilik kapalı bıraktım.

Koridora açılan kapıyı da kolayca açtım, ses çıkarmamak için anahtarı çok yavaş döndürüyordum. Kardeşi çilingir olduğu için Hayalet’in ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.

Kapıyı açıp uzun, dar bir koridora çıktım. Kimse yoktu ama yirmi adım kadar ötede, sağda, kapalı bir kapının üzerinde, duvara asılmış bir meşale görebiliyordum. Bu, Birader Peter’ın bahsettiği nöbetçi odası olmalıydı. Daha da ileride ikinci bir kapı, onun da ötesindeyse üst kattaki odalara çıkıyor olması gereken taş basamaklar vardı.

Yavaşça birinci kapıya doğru ilerledim, neredeyse ayak uçlarıma basarak yürüyor ve gölgelerin içinde kalmaya gayret ediyordum. Nöbetçi odasına yaklaştığımda içeriden gelen sesleri duydum. Birinin öksürdüğünü, bir başkasının güldüğünü ve fısıltıları duyabiliyordum.

Bir anda kalbim güm güm atmaya başladı. Kapının hemen arkasında tok bir ses duymuştum, ama saklanmaya vakit bulamadan kapı hızla açıldı. Az daha bana çarpacaktı, hemen kapının arkasına, taş duvara yaslandım. Koridora çıkan bot seslerini duyabiliyordum.

“İşe dönmeliyim,” dedi tanıdığım bir ses. Bu Sorgulayıcı’ydı ve hemen kapının iç tarafında duran biriyle konuşuyordu. “Birader Peter’ı getirmesi için birini gönderin, diğeriyle işim bitince de onu bana gönderin. Peder Cairns bize bir tutsağa mal olmuş olabilir; ama kimin suçlu olduğunu biliyordu, hakkını vermem lazım. Ve en azından bunu bana ihbar edecek kadar mantıklı davranabildi. Şu bizim iyi huylu biraderimizin ellerini sıkıca bağlayın ve nazik davranmayın. İpler derisini kesmeli ki neyle karşı karşıya olduğunu anlasın! Birkaç sert sözcükten fazlasıyla karşılaşacağına emin olabilirsiniz. Çok yakında sıcak demirler dilini çözecektir!”

Bu sözlerin üzerine nöbetçilerden yanıt yerine acımasız kahkahalar geldi. Ardından Sorgulayıcı kapıyı kapayıp koridorun sonundaki merdivenlere doğru hızla yürürken, siyah pelerini de rüzgârda dalgalanıyordu.

Arkasını dönse beni anında görürdü! Bir an için tutsakların hücresinin önünde duracağını düşündüm, ama neyse ki merdivenlerden yukarı çıkıp gözden kayboldu.

Zavallı Birader Peter. Sorguya çekilecekti ve onu uyarma şansım yoktu. Ve Sorgulayıcı’nın bahsettiği tutsak bendim. Beni serbest bıraktığı için ona işkence yapacaklardı! Ve sadece bu da değil: Peder Cairns Sorgulayıcı’ya benden bahsetmişti. Sorgulayıcı Hayalet’i ele geçirmiş olduğu için şimdi de benim peşime düşecekti. Her ikimiz için de çok geç olmadan, ustamı kurtarmalıydım.

Neredeyse büyük bir hata yapıp hücreye doğru yürümeye başlayacaktım; ancak tam zamanında, Sorgulayıcı’nın emirlerinin anında yerine getirileceğini fark ettim. Tahmin ettiğim gibi nöbetçi odasının kapısı yeniden açıldı ve ellerindeki sopaları sallaya sallaya merdivene doğru yürüyen iki nöbetçi çıktı.

Kapı içeriden kapanınca yine tam ortada kalmıştım, neyse ki şansım bir kez daha yaver gitti ve dönüp arkalarına bakmadılar. Merdivenlerden çıkıp gözden kaybolduktan sonra ayak seslerinin uzaklaşmasını ve kalp atışlarımın yavaşlamasını bekledim. İşte o sırada az ötedeki hücreden gelen sesleri duydum. Birisi ağlıyordu; bir başkası dua ediyordu. Sese doğru ilerleyince ağır , metal bir kapıya geldim. Üstte kalan üçte birlik kısmı dikey metal çubuklardan meydana gelmişti.

Mumu çubuklara yaklaştırıp içeri baktım. Mum ışığında hücre çok kötü görünüyordu ve göründüğünden daha da kötü kokuyordu. O küçücük alana en az yirmi kişi tıkıştırılmıştı. Kimi yerde yatmış uyuyor gibi görünüyor , kimiyse sırtını duvara yaslamış, öylece oturuyordu. Kapının yanında bir kadın vardı ve duyduğum ses ona aitti. Dua ettiğini sanmıştım ama anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu ve gözleri de yuvalarında dönüp duruyordu, sanki yaşadığı şeyler aklını yitirmesine neden olmuş gibiydi.

Hayalet’i de, Alice’i de göremiyordum ama bu, onların içeride olmadığı anlamına gelmiyordu. Tutuklular –Sorgulayıcı’nın yakılmayı bekleyen tutukluları– buradaydı.

Vakit kaybetmeden asayı yere koydum, kilidini açıp yavaşça kapıyı araladım. İçeri girip Hayalet’le Alice’i aramak istiyordum, ama kapıyı tamamen açmaya fırsat bulamadan, anlamsız şeyler mırıldanan kadın öne yürüyüp yolumu kapadı.

Yüzüme doğru bağırarak bir şeyler söylüyordu. Neler söylediğini anlayamıyordum, ama öyle yüksek sesle bağırıyordu ki dönüp nöbetçi odasına baktım. Saniyeler içinde diğerleri de arkasına toplanıp onu koridora doğru itmeye başladı. Hemen solunda bir kız vardı, Alice’ten en çok bir yaş kadar büyük olmalıydı. İri, kahverengi gözleri ve hoş bir yüzü vardı, ben de ona yöneldim.

“Birini arıyorum,” dedim fısıldayarak.

Başka bir şey diyememiştim ki konuşmak istercesine dudaklarını aralayınca kimi kırık, kimi çürümekten siyahlaşmış dişleri ortaya çıktı. Kelimeler yerine boğazından gelen korkunç bir kahkaha patlatınca bir kargaşa başladı. Bu insanlar işkence görmüş ve günler hatta belki haftalardır ölümle burun buruna yaşamışlardı. Onlardan mantıklı davranmalarını ya da sakin olmalarını beklemenin faydası yoktu. Her yönden parmakların beni dürttüğünü hissediyordum ve vahşi bakışlı, iri yarı, sırık gibi bir adam sol elimi yakalayıp minnettarlık içinde aşağı yukarı sallamaya başladı.

“Teşekkürler! Teşekkürler!” diye bağırdı ve elimi öylesine sıktı ki kemiklerimi kıracağını düşündüm.

Elimi kurtarmayı başarınca yerden asayı alıp birkaç adım geriledim. Her an nöbetçiler gürültüyü duyup neler olup bittiğine bakmak için koridora çıkabilirdi. Ya Hayalet ve Alice bu hücrede değilse? Ya başka bir yerde tutuluyorlarsa?

Artık çok geçti, çünkü arkadan itilerek nöbetçi odasını geçmiştim bile ve birkaç saniye sonra şarap mahzeninin kapısındaydım. Arkama bakınca insanların kuyruk halinde beni takip ettiğini gördüm. En azından artık kimse bağırmıyordu ama çok gürültü çıkıyordu. Nöbetçilerin içkiyi fazla kaçırmış olmalarını umuyordum. Muhtemelen tutsakların gürültü yapmalarına alışkınlardı; kaçmalarını asla beklemiyor olmalıydılar.

Şarap mahzenine girince fıçılardan birinin üstüne çıkıp dengemi sağladıktan sonra kapağı yukarı ittirdim. Açık kapaktan katedralin dış duvarının taş payandalarından birini görebiliyordum ve yüzümde soğuk havayla birlikte ıslaklık hissettim. Şiddetli bir yağmur yağıyordu.

Başkaları da fıçıların üstüne çıkmaya başlamıştı. Bana teşekkür eden adam dirseğiyle beni yana itip kendini delikten yukarı çekti. Çok geçmeden dışarı çıkmıştı ve elini aşağı uzattı.

“Hadi!” diye fısıldadı.

Duraksadım. Hayalet’le Alice’in hücreden çıkıp çıkmadığını görmek istiyordum. Sonrasındaysa çok geçti, çünkü kadınlardan biri hemen yanımdaki fıçıya tırmanmış, ellerini yukarı uzatıyordu. Yukarıdaki adamsa hiç duraksamadan kadını bileklerinden kavrayıp kapaktan yukarı çekti.

Şansımı kaybetmiştim. Dışarı çıkabilmek için her şeyi göze alarak neredeyse kendi aralarında kavga etmeye başlamış olan başkaları da vardı. Ama herkes böyle değildi. Bir başka adam fıçılardan birini yan yatırıp, tırmanmayı kolaylaştırmak için dik duran fıçının yanına kadar yuvarlayarak bir basamak oluşturdu. Yaşlı bir kadına çıkması için yardım etti, dengesini sağlamaya çalışırken yukarıdaki adam kadını bileklerinden kavrayıp yavaşça çekti.

Tutsaklar kapaktan dışarı çıkıyordu, ama hâlâ diğer kapıdan şarap mahzenine girenler vardı ve aralarında Hayalet ve Alice’i de görebilme umuduyla dönüp dönüp onlara bakıyordum.

Bir anda aklıma bir şey geldi. Ya içlerinden biri yürüyemeyecek kadar çok hasta ya da zayıfsa ve hücreden çıkamadıysa?

Başka seçeneğim yoktu. Geri dönüp bakmalıydım. Fıçıdan aşağı atladım ama çok geçti: önce bir bağırış ardından da sinirli sesler duydum. Koridordan bot sesleri geliyordu. İri yarı, yapılı bir nöbetçi elinde kalın bir sopayla mahzene girdi. Çevreye şöyle bir baktıktan sonra öfkeyle bağırarak bana doğru koşmaya başladı.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

 

 

Exit mobile version