Korku Hikayesi; Hayaletin Laneti 5. Bölüm

Korku Hikayesi; Hayaletin Laneti 5. Bölüm “Cenaze”

Korku Hikayesi Oku; Gördüklerim karşısında başım dönmeye başladı. Alice’i en son birkaç ay önce görmüştüm. Halası Kemikli Lizzie, Hayalet’le birlikte icabına baktığımız bir cadıydı, ama ailenin diğer üyelerinin aksine, Alice hiç de kötü biri değildi. Hatta benim için arkadaşa en yakın kişi oydu ve birkaç ay önce onun sayesinde Malkin Ana’yı –eyaletteki en kötü cadı– yok etmeyi başarmıştım.

Hayır , Alice’in tek suçu kötü bir ailede yetişmiş olmasıydı. Onun bir cadı olarak yakılmasına izin veremezdim. Bir şekilde onu kurtarmalıydım ama o anda bunu nasıl yapabileceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Cenaze biter bitmez Hayalet’i bana yardım etmesi için ikna etmeyi denemem gerektiğine karar verdim.

Sonra bir de Sorgulayıcı vardı. Priestown’a gelişimizin onun gelişiyle çakışması ne kadar da kötü bir zamanlamaydı. Hayalet ve ben büyük tehlikedeydik. Artık ustam kesinlikle cenazeden sonra burada kalmazdı. İçimden bir ses, Zehir’le hesaplaşmadan hemen buradan ayrılmamız gerektiğini söylüyordu. Ama Alice’i de ölüme terk edemezdim.

Araba geçtikten sonra kalabalık öne atılıp Sorgulayıcı’nın kafilesini takip etmeye başladı. İzdiham yüzünden kalabalıkla birlikte hareket etmekten başka seçeneğim yoktu. Yük arabası katedrali geçip ilerlemeye devam etti ve üç katlı bir binanın önünde durdu. Sanırım burası rahip eviydi ve yakın zamanda tutsaklar burada yargılanacaktı. Yük arabasından indirilip yaka paça içeri sokuldular. Alice’i göremeyecek kadar uzaktım. Yapabileceğim hiçbir şey olmasa da, yine de bir şeyler düşünmem gerekiyordu; çünkü yakılma törenine az bir süre kalmıştı.

Üzüntüyle dönüp katedrale ve Peder Gregory’nin cenaze törenine ulaşana kadar kalabalığı yararak ilerledim. Binanın büyük payandalarıyla uzun ve sivri vitraylı pencereleri vardı. Tam o anda Hayalet’in söylediklerini anımsayarak yukarıya, ana giriş kapısının hemen üstündeki büyük taş yontuya baktım.

Bu, Zehir’in asıl biçiminin bir temsiliydi, yani yeraltı mezarlarında güçlendikçe yavaş yavaş geri dönmeye çalıştığı biçimin. Pullarla kaplı gövdesi çömelmiş; gergin, düğümlenmişe benzeyen kasları, uzun ve keskin pençeleriyle eşiğin üst kısmına tutunmuştu. Aşağı atlamaya hazır görünüyordu.

Daha önce korkunç şeyler gördüğüm oldu, ama o iri kafasından daha çirkin bir şey görmemiştim. Neredeyse uzun burnuna kadar yukarı kıvrılmış bir çenesi, ona doğru yürürken beni izliyormuş gibi görünen şeytani gözleri vardı. Kulakları da tuhaftı, iri bir köpeğin hatta bir kurdunkilere benziyordu. Yeraltı mezarlarının karanlığında karşılaşılacak bir şey değildi!

İçeri girmeden önce bir kez daha umutsuzca rahip evine baktım, Alice’i kurtarabilmek için gerçekten bir umut olup olmadığını düşündüm. Katedral neredeyse bomboş olduğundan arkaya yakın sıralardan birinde yer buldum. Hemen yakınımda, birkaç yaşlı bayan dizlerinin üzerine çökmüş, başlarını önlerine eğerek dua ederken rahip yardımcısı çocuklardan biri mum yakmakla meşguldü.

Çevreyi incelemek için yeterli vaktim vardı. Katedral içeriden, çok daha büyük görünüyordu; yüksek çatısı, iri, ahşap kirişleri vardı; en küçük bir öksürük bile sanki sonsuza dek yankılanacakmış gibi duyuluyordu. Sıralar arasından geçen üç yol vardı. Mihrabın basamaklarıyla sonlanan ortadaki yol, atlı bir yük arabasının geçebileceği kadar genişti. Burası gerçekten de muhteşemdi: Heykellerin hepsi altın kaplamaydı ve duvarlar dahi mermer kaplıydı. Hayalet’in kardeşinin çalıştığı Horshaw’daki küçük kiliseyle arasında dağlar kadar fark vardı.

Ortadaki yolun önünde Rahip Gregory’nin açık tabutu duruyordu, dört köşesine de birer mum yerleştirilmişti. Hayatımda hiç böyle mum görmemiştim. Büyük pirinç şamdanlara yerleştirilmiş olan bu mumların her biri insan boyundan bile uzundu. İnsanlar kiliseye gelmeye başlamıştı. Tek ya da ikili gruplar halinde girip benim yaptığım gibi arkalara yakın sıralar seçiyorlardı. Gözlerim Hayalet’i aradıysa da henüz ortalarda yoktu.

Zehir’e ait herhangi bir kanıt bulabilmek için çevreye bakmadan duramıyordum. Varlığını kesinlikle hissetmiyordum, ama belki de onun kadar güçlü bir yaratık benim varlığımı hissediyor olabilirdi. Ya söylentiler doğruysa? Ya gerçekten de fiziksel bir biçim alabilecek kadar güçlenmiş ve şu anda bu kalabalığın arasında bir yerde oturuyorsa! Endişeli bir şekilde çevreye bakarken Hayalet’in söylediklerini anımsayıp rahatladım. Zehir çok aşağılardaki yeraltı mağaralarına kapatılmıştı, yani şimdilik güvendeydim.

Acaba? Ustamın söylediğine göre beyni çok güçlüydü ve rahipleri etkisi altına alıp onlara kötü şeyler yaptırmak için rahip evine erişebilirdi. Belki de tam bu esnada benim aklıma girmeye çalışıyordu!

Dehşete düşmüş bir şekilde başımı kaldırınca Peder Gregory için son görevini yerine getirip sırasına dönen bir kadınla göz göze geldim. Onu hemen tanıdım, hıçkırarak ağlayan kâhyasıydı ve o da beni tanımıştı. Oturduğum sıranın ucunda durdu.

“Neden bu kadar geciktin?” diye sordu, yüksek sayılabilecek bir fısıltıyla.

“Eğer seni ilk çağırdığımda gelseydin şimdi yaşıyor olurdu.”

“Elimden geleni yaptım,” dedim fazla dikkat çekmemeye çalışarak.

“Bazen elinden gelenin en iyisi yeterli olmuyor , öyle değil mi?” dedi.

“Sorgulayıcı sizin gibiler hakkında çok haklı, sorundan başka bir şey getirmiyorsunuz ve başınıza her ne geliyorsa hak ediyorsunuz.”

Sorgulayıcı’nın ismini duyar duymaz ayaklandım, ama içeri birçok insan girmeye başlamıştı, hepsinin üzerinde siyah pelerinle palto vardı: Rahipler, hem de onlarcası…

Aynı yerde bu kadar çok sayıda rahibi bir arada görebileceğimi düşünemezdim. Sanki dünyadaki tüm rahipler, yaşlı Gregory’nin cenazesi için bir araya gelmişti. Ama bunun doğru olmadığını ve bunların yalnızca Priestown’da –ve belki de civar köy ve kasabalarda– yaşayan rahipler olduğunu biliyordum. Kâhya daha fazla konuşmadı ve aceleyle sıradaki yerine döndü.

Artık gerçekten korkmuştum. İşte burada, katedralde, eyaletteki en korkunç yaratığın yaşadığı yeraltı mezarlarının hemen üzerinde, üstelik Sorgulayıcı’nın ziyaret ettiği bir zamanda oturuyordum ve de tanınmıştım. Umutsuzca, oradan mümkün olduğunca uzaklaşmak istiyordum ve ustamı görebilmek için endişeli bir şekilde çevreye bakındım, ancak onu göremedim. Tam, gitmemin en iyisi olacağına karar vermek üzereyken kilisenin büyük kapıları açıldı ve içeri uzun bir kafile girdi. Artık kaçış yoktu.

Yüz hatları benzediğinden önce en baştaki adamın Sorgulayıcı olduğunu sandım. Ama çok daha yaşlıydı ve Hayalet’in, Sorgulayıcı’nın Priestown piskoposu olan bir dayısı olduğundan söz ettiğini hatırladım; bu, o olmalıydı.

Tören başladı. İlahiler söylendi ve durmaksızın ayağa kalktık, oturduk, diz çöktük. Tam bir konuma alışmışken yeniden hareket etmemiz gerekiyordu. Cenaze töreni Yunanca olsaydı neler olup bittiğini belki anlardım, çünkü annem küçükken bana bu dili öğretmişti. Ama Peder Gregory’nin cenaze töreninin büyük bir bölümü Latinceydi. Bazı bölümlerini anladıysam da Latince derslerine çok daha sıkı çalışmam gerektiğini fark ettim.

Piskopos, Peder Gregory’nin cennette olduğundan, yaptığı onca iyi şeyden sonra orada olmayı hak ettiğinden söz etti. Peder Gregory’nin nasıl öldüğüne hiç değinmemesine şaşırmıştım, ama sanırım rahipler bunun duyulmasını istemiyordu. Herhalde şeytan kovma duasının başarısız olduğunun açığa çıkmasından çekiniyorlardı.

En sonunda, neredeyse bir saat sonra, cenaze töreni sona erdi ve kafile kiliseyi terk etti, bu kez aralarında tabutu taşıyan altı rahip de vardı. Mumları taşıyan dört iri rahibin işi daha zordu, çünkü şamdanların ağırlığıyla yalpalıyorlardı. Ancak tabutun arkasından yürüyen sonuncu rahip yanımızdan geçtiğinde o büyük, pirinç şamdanların üçgen tabanları olduğunu fark ettim.

Her üç yüzeyinde de katedralin kapısında gördüğüm o çirkin yaratığın temsili vardı. Ve her ne kadar alevlerin titreyişinden dolayı olsa da, mumu taşıyan rahip yavaş yavaş önümden geçerken sanki yine gözleriyle beni takip ediyor gibiydi.

Tüm rahipler kafileye katılmak için dışarı çıktılar ve arka sıralarda oturanların çoğu da onlara katıldı, ama ben bir kez daha kâhyayla karşılaşmak istemediğimden uzun bir süre daha kiliseden çıkmadım.

Ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Hayaleti görmemiştim ve nerede kaldığı ya da onunla tekrar nasıl bulaşabileceğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Onu Sorgulayıcı hakkında uyarmam gerekiyordu (ve artık bir de kâhya hakkında).

Dışarıda, yağmur durmuştu ve katedralin önündeki bahçe bomboştu. Sağıma baktığımda, kafilenin katedralin arkasına doğru gözden kaybolduğunu görebiliyordum, mezarlık orada olmalıydı.

Aksi istikamette giderek ön kapıdan çıkmaya karar verdim, ama bir anda şaşkına döndüm. Yolun tam karşısında iki kişi hararetli bir şekilde tartışıyordu. Daha doğrusu hararetin büyük bir kısmı, eli bandajlı, öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmiş bir rahipten kaynaklanıyordu. Diğer adam Hayalet’ti.

Her ikisi de beni aynı anda fark etti. Hayalet parmağıyla işaret edip hemen uzaklaşmamı söyledi. Denileni yaptım ve ustam da yolun karşısından beni takip etmeye başladı.

Rahip arkasından bağırdı:

“Düşün John, çok geç olmadan!”

Tehlikeyi göze alarak arkaya baktım, rahip bizi takip etmiyordu, ama bana bakıyor gibi görünüyordu. Emin olmak güçtü, sanki aniden benimle Hayalet’ten daha çok ilgilenmeye başlamıştı.

Birkaç dakika yokuş aşağı ilerledik. Önceleri çevrede çok fazla insan yoktu, ama çok geçmeden sokaklar darlaşıp kalabalıklaşmaya başladı ve birkaç kez yön değiştirdikten sonra taş döşeli pazar yerine geldik. Geniş, kalabalık bir meydandı ve gri, su geçirmez tentelerin gölgelediği ufak tezgâhlarla doluydu. Hayaleti takip ederek kalabalığa karıştım, zaman zaman iyice dibinde ilerliyordum. Başka ne yapabilirdim ki? Böyle bir yerde onu rahatlıkla kaybedebilirdim.

Pazarın kuzey kenarında, önünde boş banklar olan büyük bir han vardı ve Hayalet oraya yöneldi. Önce içeri gireceğini düşündüm ve öğle yemeği yiyebileceğimiz aklıma geldi. Sorgulayıcı yüzünden kasabayı terk etmeyi düşünüyorsa oruç tutmamıza gerek yoktu. Ama içeri girmek yerine dar, taş kaldırımlı bir çıkmaz sokağa saptı, beni alçak bir taş duvarın yanına götürüp oturulacak kadar bir bölümü yeniyle sildi. Su damlalarının çoğunu silince, oturup aynısını yapmamı işaret etti.

Oturup çevreye baktım. Sokak ıssızdı ve civar depoların duvarları her üç yanımızı da çevrelemişti. Az sayıda pencere vardı ve bunlar da çatlaklar ve kirle kaplıydı, yani en azından bizi gözetleyebilecek bakışlardan uzaktık.

Yürümek Hayalet’i nefes nefese bırakmıştı ve bu da söze başlamak için bana bir fırsat verdi.

“Sorgulayıcı burada,” dedim.

Hayalet başıyla onayladı. “Evet evlat, burada. Yolun karşı tarafındaydım, ama sen şaşkınlık içinde arabaya bakmakla meşgul olduğundan beni fark etmedin.”

“Ama onu görmediniz mi? Alice yük arabasındaydı.”

“Alice?.. Hangi Alice?”

“Kemikli Lizzie’nin yeğeni. Ona yardım etmeliyiz.”

Daha önce de belirttiğim gibi Kemikli Lizzie, sonbaharda uğraştığımız bir cadıydı. Şimdi Hayalet onu Chipenden’daki evinin arka bahçesine hapsetmişti.

“Ah, şu Alice. Onu unutsan iyi edersin evlat, çünkü yapılabilecek bir şey yok. Sorgulayıcı’nın yanında en az elli silahlı adam var.”

“Ama bu haksızlık!” dedim. Bu kadar sakin kalabildiğine inanamıyordum. “Alice cadı değil.”

“Yaşamda adil olan çok az şey vardır,” diye yanıtladı Hayalet.

“Gerçek şu ki, oradakilerin hiçbiri cadı değildi. Senin de bildiğin gibi gerçek bir cadı Sorgulayıcı’nın geliyor olduğunu kilometrelerce öteden algılayabilir.”

“Ama Alice benim arkadaşım. Onu ölüme terk edemem!” diye itiraz ettim, giderek sinirlendiğimi hissedebiliyordum.

“Duygusallığa vakit yok. İşimiz insanları karanlıktan korumak, güzel kızların aklımızı karıştırmasına izin vermek değil.”

Çok sinirlenmiştim, özellikle de Hayalet’in aklının da bir zamanlar güzel bir kız tarafından karıştırılmış olduğunu bildiğimden. Üstelik o bir cadıydı.

“Alice ailemi Malkin Ana’dan kurtarmama yardım etti, hatırlasanıza!”

“Peki Malkin Ana neden serbestti evlat, cevap versene!”

Utanç içinde başımı öne eğdim. “Çünkü sen o kıza bulaştın,” diye devam etti, “ve bunun tekrarlanmasını istemiyorum. Özellikle de Priestown’da, Sorgulayıcı’nın nefesi ensemizdeyken. Hayatını tehlikeye atarsın, tabi benimkini de. Ve alçak sesle konuş. Dikkat çekmek istemeyiz.”

Çevreme baktım. Sokakta bizden başka kimse yoktu. Sokağın girişinden birkaç kişinin geçtiği görülebiliyordu ama onlar da uzaktaydı ve bizim olduğumuz tarafa bakmıyorlardı bile. Onların ötesinde, pazar meydanının en uzak kısmındaki çatıları ve çatıların da üzerinde yükselen katedralin çan kulesini görebiliyordum. Yeniden konuştuğumda sesimi alçalttım.

“Sorgulayıcı burada ne arıyor ki?” diye sordum. “Güneyde çalıştığını ve kuzeye yalnızca çağrıldığında geldiğini söylememiş miydiniz?”

“Bu doğru, ama bazen kuzeye bir sefer düzenleyip eyalete ve hatta daha da ötesine kadar ilerleyebiliyor. Görünüşe göre son birkaç haftadır kıyıları dolaşıp o arabaya zincirlediği zavallı insan artıklarını toplamış!”

Alice’in o artıklarından biri olduğunu söylemesine kızmıştım, çünkü bunun doğru olmadığını biliyordum.

Ama tartışmayı devam ettirmek için doğru bir zaman olmadığından sesimi çıkarmadım. “Ama Chipenden’da yeterince güvende oluruz,” diye devam etti Hayalet. “Daha önce hiç dağlık alanlara kadar gitmedi.”

“O halde eve mi dönüyoruz?” diye sordum.

“Hayır evlat, henüz değil. Sana daha önce de söylemiştim, bu kasabada yarım kalan bir işim var.”

Hayal kırıklığına uğradım ve kendimi zorlayarak sokağın girişine baktım. İnsanlar hâlâ hızlı hızlı geçiyordu, kendi işleriyle meşgullerdi ve hâlâ bazı tezgâhtarların, mallarının fiyatını bağırdıklarını duyabiliyordum. Ama bunca gürültü ve karmaşaya rağmen çok şükür ki gözlerden uzaktık. Buna rağmen hâlâ kendimi rahatsız hissediyordum. Birbirimizden uzak durmamız gerekiyordu. Katedralin önündeki rahip, Hayalet’i tanımıştı. Kâhya beni tanımıştı. Ya caddeden geçen biri buraya sapıp bizi tanırsa ve her ikimiz de tutuklanırsak? Eyaletin bütün rahipleri burada olmalıydı ve Hayalet’i görür görmez tanırlardı. Tek olumlu durum, muhtemelen hâlâ kilise bahçesinde olmalarıydı.

“Şu konuştuğunuz rahip, o kimdi? Sizi tanıyor gibiydi, Sorgulayıcı’ya burada olduğunuzu söylemez mi?” diye sordum, bir yandan da güvende olabileceğimiz bir yer olup olmadığını düşünüyordum. Ne de olsa katedralin önündeki o kırmızı yüzlü rahip, Sorgulayıcı’yı Chipenden’a bile yönlendirebilirdi. “Ah, bir şey daha var. Erkek kardeşinizin kâhyası cenaze töreninde beni tanıdı. Çok kızgındı. Birilerine burada olduğumuzu söyleyebilir.”

Sorgulayıcı buralardayken Priestown’da kalarak büyük bir riske girdiğimizi düşünüyordum.

“Sakin ol evlat. Kâhya kimseye bir şey söylemez. O ve erkek kardeşim de günahsız sayılmazlar. Ve o rahibe gelince,” dedi Hayalet, belli belirsiz bir gülümsemeyle, “o Peder Cairns. Aileden biri, kuzenim. İşlere burnunu sokup zaman zaman fazla heyecanlı davranan bir kuzen, ama kötü bir niyeti yoktur. Sürekli olarak beni kendimden kurtarıp ‘doğru’ yola girmemi sağlamaya çalışır. Ama nefesini boşa harcıyor. Ben yolumu seçtim; doğru ya da yanlış, yolum bu.”

Tam o anda ayak sesleri duydum ve yüreğim ağzıma geldi. Biri sokağa sapmıştı ve bize doğru yürüyordu!

“Her neyse, aileden bahsederken,” dedi Hayalet, tamamen endişeden uzak bir şekilde, “işte bir aile üyesi daha geliyor. Bu erkek kardeşim Andrew.”

İnce gövdeli ve kemikli, hüzünlü bir yüzü olan, uzun boylu bir adam bize doğru yaklaşıyordu. Hayalet’ten bile daha yaşlı görünüyordu ve bana iyi giyimli bir korkuluğu hatırlatıyordu, çünkü kaliteli botları ve temiz kıyafetleri olmasına rağmen, giysisi rüzgârda uçuşuyordu. İyi bir kahvaltıya benden daha çok ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.

Su damlalarını dikkate almadan duvarın üzerine, Hayalet’in diğer yanına oturdu.

“Seni burada bulacağımı düşünmüştüm. Üzücü bir durum bu, kardeşim.”

“Evet,” dedi Hayalet. “Artık sadece ikimiz kaldık. Beş kardeş ölüp gitti.”

“John, sana şunu söylemeliyim, Sorgula…“ “Evet, biliyorum,” dedi Hayalet, ses tonunda sabırsızlık vardı.

“O zaman gitmen lazım. Burası ikiniz için de güvenli değil,” dedi kardeşi, başıyla beni göstererek.

“Hayır Andrew, yapılması gerekeni yapmadan hiçbir yere gitmiyoruz. Bana birken daha özel bir anahtar yapmanı istiyorum,” dedi Hayalet. “Kapı için.”

Andrew irkildi. “Hayır John, aptal olma!” dedi başını iki yana sallayarak. “Bunu istediğini bilseydim buraya gelmezdim. Laneti unuttun mu?”

“Sessiz ol,” dedi Hayalet. “Çocuğun önünde olmaz. Şu aptal batıl inanç saçmalıklarını kendine sakla.”

“Lanet mi?” diye sordum meraklanarak.

“Yaptığını beğendin mi?” diye çıkıştı Hayalet kardeşine. “Önemli değil,” dedi bana dönerek. “Bu tür saçmalıklara inanmıyorum ve sen de inanmamalısın.”

“Bugün bir kardeşimi gömdüm,” dedi Andrew. “Bir kardeşimi daha gömmeden eve gitsen iyi olur. Sorgulayıcı, eyalet Hayalet’ini yakalamayı çok istiyordur. Hâlâ şansın varken Chipenden’a dön.”

“Gitmiyorum Andrew ve konu kapanmıştır . Burada yapmam gereken bir iş var, Sorgulayıcı olsa da, olmasa da…” dedi Hayalet, kesin bir şekilde. “Peki, bana yardım edecek misin?”

“Konu bu değil ve bunu biliyorsun!” diye ısrar etti Andrew. “Sana daha önce hep yardım ettim, öyle değil mi? Seni ne zaman yüzüstü bıraktım. Ama bu, çılgınlık! Sadece burada olmakla bile yakılma riskini göze alıyorsun. Şu garip şeyle uğraşmanın zamanı değil,” dedi önce sokağın girişine bakıp sonra gözlerini çan kulesine kaldırarak. “Ve şu çocuğu düşün. Onu da bu işin içine sürükleyemezsin. Şimdi olmaz. İlkbaharda, Sorgulayıcı gittiğinde geri gel, o zaman yeniden konuşuruz. Şimdi bir şeye kalkışman aptallık olur. Aynı anda hem Zehir hem de Sorgulayıcı’yla baş edemezsin. Artık genç değilsin ve görünüşe göre iyi de sayılmazsın.”

Konuşurlarken ben de çan kulesine baktım. Kasabanın neresinden olursa olsun görünebildiğini düşünüyordum ve muhtemelen çan kulesinin tepesinden de tüm kasaba görülebiliyordu. Tepesine yakın bir yerde, tam haçın altında dört küçük pencere vardı. Oradan Priestown’daki her çatıyı, sokakların ve insanların çoğunu görebilirdiniz, buna biz de dahildik.

Hayalet bana Zehir’in insanları kullanabildiğinden, zihinlerine girerek onların gözleriyle bakabildiğinden bahsetmişti. Rahiplerden birinin orada olup olmadığını ve Zehir’in onun gözleriyle, kulenin karanlığından bizi izleyip izlemediğini düşünerek titredim.

Ama Hayalet fikrini değiştirmiyordu. “Hadisene Andrew, düşün biraz! Bana kaç kez karanlığın bu kasabada güçlendiğini söyledin. Rahiplerin kötüleştiğini, insanların korktuğunu… Peki, şu çifte kilise vergisini, Sorgulayıcı’nın çaldığı toprakları ve yaktığı masum kadınlarla küçük kızları düşünsene. Rahipleri böylesine değiştirip kötü olmalarına sebep olan şey ne? Hangi korkunç güçler, iyi insanların böylesi zulümler yapmalarına ya da yapılmasına seyirci kalmalarına neden oluyor?

Neden, bugün bu çocuk, arkadaşının mutlak bir ölüme doğru götürüldüğünü seyretmek zorunda kaldı? Evet, suçlu Zehir ve Zehir hemen durdurulmalı. Gerçekten de bunun yarım sene daha devam etmesine göz yumabileceğimi mi düşünüyorsun? Hiçbir şey yapmazsam o zamana dek kaç masum insan yakılmış olur ya da yoksulluk, açlık ve soğuktan dolayı kışı çıkaramaz? Kasaba, yeraltı mezarlarında bir şeyler görüldüğüne dair söylentilerle çalkalanıyor . Eğer bunlar doğruysa Zehir güçleniyor, bir ruh olmaktan çıkıp kanlı canlı bir yaratık olacak demektir. Çok geçmeden yeniden asıl halini alacaktır, Küçük İnsanlar’a zulmeden o korkunç ruh yeniden kendini gösterecektir. Peki, o zaman nerede olacağız? O zaman, kapıyı açması için birini kandırması ya da korkutması ne kadar kolay olacak. Hayır, Zehir daha da güçlenmeden, Priestown’ı karanlıktan kurtarmak için hemen harekete geçmeliyim. Yani sana yine soruyorum, bir kez daha. Bana bir anahtar yapacak mısın?”

Hayalet’in kardeşi, bir an için tıpkı kilisede dua eden yaşlı kadınlar gibi yüzünü ellerinin arasına aldı. En nihayetinde yukarı bakıp başıyla onayladı. “Geçen sefer kullandığım kalıp hâlâ bende. Yarın sabah ilk iş anahtarı yapacağım. Senden daha aptal olmalıyım,” dedi.

“Sen iyi bir adamsın,” dedi Hayalet. “Beni yüzüstü bırakmayacağını biliyordum. Gün ışır ışımaz almaya gelirim.”

“Umarım bu kez oraya indiğinde ne yapman gerektiğini biliyor olursun!”

Hayalet’in yüzü sinirden kıpkırmızı kesildi. “Sen kendi işini yap kardeşim, ben de benimkini yaparım!” dedi.

Bunun üzerine Andrew ayağa kalktı, hayatından bezmiş gibi iç çekip arkasına bile bakmadan yürüyüp gitti.

“Tamam evlat,” dedi Hayalet, “sen önce çık. Odana git ve yarına kadar dışarı çıkma. Andrew’un dükkânı Rahipkapı’da. Şafak söktükten yirmi dakika sonra anahtarı almış, seninle buluşmaya hazır halde olurum. O saatte etrafta fazla insan olmaz. Sorgulayıcı atla geçtiğinde nerede durduğunu hatırlıyor musun?”

Başımı evet anlamında salladım.

“Oraya en yakın köşede ol evlat. Geç kalma. Ve unutma, oruç tutmaya devam etmeliyiz. Ah, bir şey daha: Çantamı da unutma. Sanırım ona ihtiyacımız olacak.”

Hana dönerken aklım karmakarışıktı. En çok neden korkmalıydım? İzimi sürüp beni kazığa bağlayarak yakabilecek güçlü bir adamdan mı? Yoksa ustamı en güçlü olduğu dönemde yenmiş ve şu anda, çan kulesindeki pencerelerin birinde duran bir rahibin gözlerinden beni izliyor olabilecek korkutucu bir yaratıktan mı?

Yukarı, katedrale doğru bakarken, yakındaki bir rahibin pelerinin siyahlığı gözüme çarptı. Bakışlarımı başka yöne çevirirken rahibin kim olduğunu fark ettim: Peder Cairns. Neyse ki kaldırım epey kalabalıktı ve o tam önüne bakarak ilerliyor, benim bulunduğum yöne bakmıyordu bile. Rahatlamıştım, ne de olsa beni burada, kaldığım hanın çok yakınlarında görmüştü. Nerede kalıyor olduğumu tahmin etmesi fazla zor olmazdı. Hayalet onun zararsız olduğunu söylemişti ama yine de kim olduğumuzu ve nerede kaldığımızı ne kadar az kişi bilirse o kadar iyi olduğunu düşünüyordum. Ama bu rahatlama duygum fazla uzun sürmedi çünkü odama döndüğümde kapıya iliştirilmiş şu notu buldum:

Thomas, Ustanın hayatını kurtarmak istiyorsan, bu akşam saat yedide günah çıkarma odama gel. Bundan sonrası çok geç olacaktır. Peder Cairns

Korkunç bir huzursuzluk hissettim. Peder Cairns nerede kaldığımı nasıl öğrenmişti? Birileri beni takip mi ediyordu? Peder Gregory’nin kâhyası mı? Yoksa hancı mı? Onu hiç gözüm tutmamıştı. Katedrale mesaj mı göndermişti? Ya da Zehir’e? O yaratık attığım her adımdan haberdar mıydı? Peder Cairns’e beni nerede bulabileceğini o mu söylemişti? Her ne olduysa, rahipler nerede kaldığımı biliyordu ve bunu Sorgulayıcı’ya söyledilerse her an beni yakalamaya gelebilirdi.

Aceleyle odaya girip kapımı kilitledim, Priestown’ın meraklı gözlerinden korunabilmek için panjurları kapadım. Hayalet’in çantasının bıraktığım yerde olup olmadığını kontrol ettikten sonra yatağıma oturdum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hayalet, sabaha kadar odamda kalmamı söylemişti. Gidip kuzenini görmemi istemeyeceğini biliyordum. Her işe burnunu sokan bir rahip olduğunu söylemişti. Yine işlere burnunu mu sokacaktı? Öte yandan Peder Cairns’in iyi niyetli olduğunu da söylemişti. Ya rahip gerçekten de Hayalet’i tehdit eden bir şeyler biliyorsa? Eğer odamda kalırsam, ustam Sorgulayıcı’nın eline düşebilir. Ama katedrale gidersem de Sorgulayıcı ve Zehir’in inine girmiş olurdum. Cenaze yeterince tehlikeliydi. Gerçekten de şansımı yine zorlayabilir miydim?

Yapmam gereken Hayalet’e mesajdan bahsetmekti. Ama bunu yapamazdım. Bir kere bana nerede kaldığını söylememişti.

“Hislerine güven.” Hayalet bana bunu öğretmişti. Kararımı verdim. Gidip Peder Cairns’le konuşacaktım.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

 

 

Exit mobile version