Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 13. Bölüm

Yakılma

Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 13. Bölüm “Yakılma”

“Alice!” diye bağırırken inanmaz gözlerle açık kapıya bakıyordum. “Ne yaptın sen?”

Başını kaldırıp bana baktığında yaşarmış gözleri parlıyordu.

Anahtar hâlâ kilidin üzerindeydi. Sinirli bir şekilde anahtarı alıp arka cebime, demir tozlarının arasına koydum.

“Hadi gel!” diye bağırdım, neredeyse konuşamayacak kadar sinirlenmiştim. “Buradan çıkmamız lazım.”

Sol elimi uzattım ama elimi tutmadı. Bunun yerine kanlar içindeki kendi elini vücuduna bastırarak acı içinde başını indirdi.

“Eline ne oldu? “diye sordum.

“Fazla bir şey değil,” diye yanıtladı. “Çok yakında iyi olurum. Artık her şey çok iyi olacak.”

“Hayır Alice,” dedim, “öyle olmayacak. Sayende artık bütün eyalet tehdit altında.”

Yaralı olmayan elini yavaşça tutup nehre varana dek tünel boyunca ilerledik. Suyun kenarına geldiğimizde elini hızla çekince aklıma bir şey gelmedi. Hızlıca karşıya geçtim. Tam karşıya geçmiştim ki arkamı dönüp Alice’e bakınca hâlâ orada durmuş öylece suya baktığını gördüm.

“Hadi!” diye seslendim. “Acele et!”

“Yapamam Tom!” diye yanıtladı Alice. “Karşıya geçemem!”

Mumu yere koyup yeniden karşıya geçtim. Ürkerek geri çekildiyse de onu tutabildim.

Eğer mücadele etse hiç şansım olmazdı, ama elim ona değer değmez Alice’in bedeni kaskatı kesildi ve üzerime düştü. Hemen eğilerek onu sırtladım, tıpkı Hayalet’in bir cadıyı taşırken yaptığı gibi…

Hiç kuşkum kalmamıştı. Alice, eğer akan bir sudan geçemiyorsa Hayalet’in hep olmasından korktuğu şeye dönüşmüş demekti. Zehir’le yaptığı anlaşma, sonunda onun karanlığa geçmesine neden olmuştu.

Bir parçam, onu orada bırakmak istiyordu. Hayalet olsaydı böyle yapacağını biliyordum. Ama yapamadım. Hayalet’e karşı geliyordum, bunu yapmak zorundaydım. O hâlâ Alice’ti ve birlikte çok şey yaşamıştık.

Her ne kadar hafif de olsa, sırtımda Alice varken nehri geçmek çok güçtü ve atlama taşlarının üzerinde dengemi sağlayabilmek için büyük çaba sarf etmem gerekiyordu.

Karşıya geçmek için adım atar atmaz Alice’in sanki işkence görüyormuş gibi inlemeye başlamış olması işleri daha da güçleştiriyordu.

Nihayet karşı kıyıya varınca onu sırtımdan indirip yerdeki mumu aldım.

“Hadi!” diye bağırdım, ama o durduğu yerde titriyordu ve kilere uzanan merdivenlere varana dek elinden tutup sürüklemem gerekti.

Kilere varınca mumu yere koyup onu eski halının ucuna oturttum. Alice bu kez oturmadı. Sadece kollarını kavuşturup duvara yaslandı. İkimiz de konuşmuyorduk. Konuşacak bir şey yoktu ve ben düşünmekle meşguldüm.

Hem rüyanın öncesinde hem de sonrasında, çok uzun bir süre boyunca uyumuştum. Kilerdeki merdivenlerin ucundaki kapıdan dışarı bakmaya gidince güneşin batmak üzere olduğunu gördüm. Yarım saat daha bekleyip yola öyle çıkacaktım. Umutsuzca Hayalet’e yardım etmek istiyor, ama kendimi çok çaresiz hissediyordum. Ona olacakları düşünmek dahi bana acı veriyordu, fakat düzinelerce silahlı askere karşı ne yapabilirdim ki? Ve işaret kulesinin bulunduğu tepeye yalnızca yakılmayı seyretmeye gidemezdim. Buna dayanamazdım. Hayır, annemi görmeye eve gidecektim. Ne yapmam gerektiğini bilirdi.

Belki de hayalet çıraklığımın sonuna gelmiştim. Ya da kuzeye, Caster’a gidip kendime yeni bir usta bulmamı önerebilirdi. Ne yapmamı öğütleyeceğini kestirmek çok güçtü.

Yola çıkma zamanının geldiğine karar verince, gümüş zinciri gömleğimin altından, sardığım yerden çekip çıkararak cübbesiyle birlikte Hayalet’in çantasına koydum. Babam hep şöyle derdi: “Hiçbir şeyi boşa harcama, hiçbir şey isteme!” Ben de tuzla demiri çantadaki bölmelerine geri koydum; tabi arka ceplerimden çıkarabildiğim kadarını.

“Hadi,” dedim Alice’e, “seni çıkaracağım.”

Cübbemi giyip çantamla asamı aldıktan sonra merdivenlerden çıkıp diğer anahtarı kullanarak kapıyı açtım. Bahçeye çıkınca kapıyı arkamızdan kilitledim.

“Hoşça kal Alice,” dedikten sonra arkamı dönüp yürümeye başladım.

“Ne? Benimle gelmiyor musun Tom?” diye üsteledi Alice.

“Nereye?”

“Yakılma yerine, işaret kulesine tabi ki, Sorgulayıcı’yı bulmaya. Hak ettiğini bulacak. Hak ettiklerini. Zavallı yaşlı halamla Maggie’ye yaptıklarını ona ödeteceğim.”

“Peki, bunu nasıl yapacaksın?” diye sordum.

“Zehir’e kanımdan verdim, anlamıyor musun,” dedi Alice, gözlerini iyice açarak. “Parmaklarımı mazgaldan aşağıya sarkıttım ve o da tırnaklarımdan kanımı emdi. Kızlardan hoşlanmayabilir, ama kanlarını seviyor . İstediğini aldı, yani anlaşma imzalandı ve şimdi benim dediğimi yapmak zorunda. İstediklerimi yapmalı.”

Alice’in sol elindeki tırnaklar kurumuş, kandan simsiyah olmuştu. Midemin bulandığını hissederek başımı çevirdim ve bahçe kapısını açarak geçide çıktım.

“Nereye gidiyorsun Tom? Şimdi gidemezsin!” diye bağırdı Alice.

“Annemle konuşmak için eve gidiyorum,” dedim arkamı bile dönmeden.

“Eve, annene git o halde! Sen sadece annenin oğlusun, ana kuzusu yani ve hep öyle kalacaksın!” Daha birkaç adım atmıştım ki arkamdan koşmaya başladı. “Gitme Tom! Lütfen gitme!” diye bağırdı.

Yürümeye devam ettim. Arkamı bile dönmedim.

Alice bir daha bağırdığında sesinde gerçek bir hiddet vardı. Ama bunun da ötesinde, sesindeki çaresizlik duyulabiliyordu.

“Gidemezsin Tom! Buna izin vermem. Sen benimsin. Bana aitsin!”

Bana doğru koşarken arkama dönüp onunla yüz yüze geldim. “Hayır Alice,” dedim.

“Sana ait değilim. Ben ışığa aitim ama artık sen, karanlığa!..”

Uzanıp sol kolumu yakalayarak sertçe sıktı. Tırnaklarının derime battığını hissedebiliyordum. Acıyla irkildiysem de gözlerine bakmaya devam ettim.

“Ne yaptığının farkında değilsin!”

“Ah, evet farkındayım Tom. Ne yaptığımın kesinlikle farkındayım ve günün birinde bunun için bana teşekkür edeceksin. Şu kıymetli Zehir’in hakkında öyle endişelisin ki, ama inan bana o Sorgulayıcı’dan daha kötü değil,” dedi Alice, kolumu bırakarak. “Yaptığım şeyi hepimizin iyiliği için yaptım; senin, benim ve hatta yaşlı Gregory’nin…”

“Zehir onu öldürecek. Özgür kalınca ilk yapacağı şey bu olacaktır!”

“Hayır, yanılıyorsun Tom! Yaşlı Gregory’yi öldürmek isteyen Zehir değil, Sorgulayıcı. Şu anda onun tek yaşama umudu Zehir. Ve bu da benim sayemde.”

Aklım karışmıştı.

“Bak Tom, benimle gelirsen sana göstereceğim.”

Başımı iki yana salladım.

“Benimle gelsen de gelmesen de,” diye devam etti, “bunu zaten yapacağım.”

“Neyi yapacaksın?”

“Sorgulayıcı’nın tutsaklarını kurtaracağım. Hepsini! Ve ona yakılmanın nasıl bir şey olduğunu göstereceğim!”

Alice’e bir kez daha sertçe baktım, bakışlarını hiç kaçırmadı. Gözlerindeki öfkeyi görebiliyordum ve o an Hayalet’in bile gözlerine dimdik bakabileceğini hissettim. Bunu her zaman yapamazdı. Alice, söylediklerinde içtendi ve Zehir’in ona itaat ederek yardım edebileceğini düşündüm. Ne de olsa bir tür anlaşma yapmışlardı.

Eğer Hayalet’i kurtarma ihtimali varsa orada olup ona yardım etmeliydim. Zehir kadar kötü bir şeyden medet ummak zorunda kalmak beni çok rahatsız ediyordu, fakat başka şansım var mıydı? Alice, işaret kulesinin bulunduğu tepeye yöneldi ve ben de yavaşça onu izledim.

Sokaklar ıssızdı ve hızlı adımlarla güneye yürüyorduk.

“Şu asadan kurtulsam iyi olur,” dedim Alice’e. “Bizi ele verebilir.”

Başıyla onaylayarak eski, yıkık bir kulübeyi işaret etti. “Şunun arkasına bırak,” dedi. “Dönüşte alabiliriz.”

Gökyüzünün batısında hâlâ biraz ışık vardı ve bu da Wortham’ın aşağısında kıvrılarak akan nehirden yansıyordu. Bakışlarım yukarı, işaret kulesinin bulunduğu korkutucu tepeye çevriliydi. Tepenin alçak yamaçları yapraklarını dökmeye başlayan ağaçlarla kaplıydı, ama daha yükseklerde sadece ot ve çalılık vardı.

Son evleri de arkamızda bırakıp nehrin üstündeki taş köprüden geçen kalabalık bir grup insana katılarak nemli, durgun havanın içinde yavaşça ilerlemeye devam ettik. Nehrin kıyısında beyaz bir sis tabakası vardı; ama yerdeki nemli yapraklara basa basa ağaçların arasından geçerek tırmanmaya başladığımızda, çok geçmeden sisin üstüne çıktık, tepenin zirvesine yaklaştık. Büyük bir kalabalık toplanmıştı bile ve her geçen dakika daha çok insan geliyordu. Odunlardan oluşan üç büyük öbek yakılmayı bekliyordu. Ortadaki, içlerinden en büyüğüydü. Bu öbeklerin ortasındaysa kurbanların bağlanacağı kazıklar yükseliyordu.

İşaret kulesinin bulunduğu tepenin yükseklerindeyken kasabanın tüm ışıkları ayaklarımızın altındaydı ve hava çok daha temizdi. Alan, batıdan esen hafif rüzgârla sallanan uzun, ince ahşap direklere asılı fenerlerle aydınlatılıyordu. Ama kalabalığın yüzlerinin seçilemediği, karanlıkta kalan kısımlar da vardı ve ben de Alice’i bu tür karanlık bir bölgeye kadar takip ettim; böylece olanları fark edilmeden izleyebilecektik.

Sırtlarını odun yığınlarına dönmüş, siyah şapkalı, gözleriyle dudakları çizgi halini almış bir düzine kadar nöbetçi bulunuyordu. Ellerinde sopalar vardı ve bunları kullanmaya hevesli görünüyorlardı. Bunlar, yakılma esnasında Sorgulayıcı’ya yardım edip, gerekirse kalabalığı uzaklaştıracak olan yardımcı cellatlardı.

Kalabalığın nasıl davranacağından emin değildim. Bir şeyler yapabileceklerini ummaya değer miydi? Mahkûmların akrabalarıyla dostları, onları kurtarmak isteyecekti, ama buna cesaret edecek kadar sayıları olup olmadığı kesin değildi. Tabi bir de Birader Peter’ın söylediği gibi, yakılmalardan hoşlanan birçok insan vardı. Buradakilerin çoğu eğlenmek için gelmişti.

Bunu düşünür düşünmez uzaktan gelen davul seslerini duydum.

Davullar sanki, ‘Yansın! Yansın! Yansın cadılar, yansın!’ der gibiydi.

Bu sesi duyan kalabalık mırıldanmaya başladı, sesleri yükselerek önce bir kükremeye ardındansa patlayarak ıslıklar ve yuhalamalarla karışık bir gürültüye dönüştü. Sorgulayıcı iri, beyaz atının üzerinde yaklaşıyordu ve hemen arkasından içinde tutukluların bulunduğu araba geliyordu. Arabanın arkasında ve her iki yanında, bellerinde kılıçlarıyla atlı adamlar vardı. Onların da arkasında kasıla kasıla yürüyen, çaldıkları ritme göre kollarını sahnedeymişçesine kaldırıp indiren bir düzine trampetçi…

‘Yansın! Yansın! Yansın cadılar, yansın!’

Bir anda içinde bulunduğumuz durum çok umutsuz bir hal aldı. Kalabalığın ön tarafındakilerden bazıları tutsaklara çürük meyveler fırlatmaya başlayınca arabanın yanındaki nöbetçiler, muhtemelen çürük meyvelerin kendilerine isabet etmesinden korkarak, kılıçlarını çekip atlarını kalabalığın üzerine sürdüler. Çürük meyve atanlar geri püskürtülünce bütün kalabalık bir anda geriye doğru dalgalandı.

Araba yaklaşıp durduğunda Hayalet’i görebildim. Tutuklulardan bazıları dizlerinin üstüne çökmüş, dua ediyor; bazıları ise ağlayıp yakarıyor ya da saçlarını yoluyordu. Ama ustam, dimdik ayakta durmuş, öylece ileriye bakıyordu. Yüzü çökmüş ve bitkin görünüyordu, bakışlarındaysa o aynı belirsiz ifade vardı, sanki hâlâ başına neler geldiğinin farkında değildi. Alnında, sol gözünün hemen üstünde yeni bir morluk vardı ve alt dudağı patlayarak şişmişti; bir kez daha dövülmüş olduğu çok açıktı.

Sağ elinde parşömen olan rahiplerden biri öne çıkınca davulların temposu değişti. Boğuk bir tremoloya¹ dönüştükten sonra kreşendoya² yükseldi ve rahip parşömende yazılı olanları okumaya başlar başlamaz tamamen kesildi.

“Priestown halkı, beni dinleyin! Burada, on iki cadıyla bir büyücünün, şu an önünüzde gördüğünüz bu günahkâr zavallıların kanunlara uygun bir şekilde yakılarak idam edilmelerine tanıklık etmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Ruhları için dua edin! Dua edin ki; acı çekerek, izledikleri yolun yanlışlığının farkına varabilsinler. Dua edin ki; Tanrı’nın merhametine sığınarak, ölümsüz ruhlarını günahlardan arındırabilsinler.”

Bir kreşendo daha yükseldi. Rahip henüz konuşmasını tamamlamamıştı ve kreşendoyu takip eden sessizlikte okumaya devam etti:

“Koruyucu lordumuz Sorgulayıcı, bunun karanlığın yolunu seçen diğerlerine ders olmasını istiyor. Bu günahkârların yanmalarını izleyin! Kemiklerinin çatırdayışını ve yağlarının mum gibi eriyişini izleyin! Çığlıklarını dinlerken unutmayın ki bu hiçbir şey! Cehennem alevleriyle karşılaştırıldığında bu hiçbir şey! Bağışlanmak istemeyenleri bekleyen o sonsuz işkencenin yanında bu hiçbir şey!..”

Kalabalık, bu sözler üzerine sessizleşmişti. Belki de rahibin sözünü ettiği şey cehennem korkusuydu. Ama bendeki başka bir şeydi. Bu, şimdi duyduğum korkuydu. Durup olacakların dehşetini izlemek!.. Canlı insanların alevlere atılarak akıl almaz acılar çekeceklerini anlamanın korkusuydu bu.

Şapkalı adamlardan ikisi öne çıkıp yük arabasından ilk tutukluyu çıkardılar. Neredeyse beline kadar inen gür, gri saçları olan bir kadındı bu. Onu en yakındaki odun yığınına doğru sürüklerlerken tükürüp lanet okumaya başlayarak umutsuzca kendini kurtarmaya çabaladı. Kalabalıktan bazıları ona gülüyor, alay ederek ağızlarına geleni söylüyorlardı ki beklenmedik bir şekilde nöbetçilerden kurtulup doğru koşmaya başladı.

Nöbetçiler bir adım dahi atamamıştı ki Sorgulayıcı, yumuşak topraktan nallarıyla çamur sıçratan atını hızla sürerek yanlarından geçti. Kadını saçlarından yakaladı, sonra onu yukarı doğru öyle hızla çekti ki kadının beli büküldü ve adeta ayakları yerden kesildi. Sorgulayıcı onu nöbetçilere doğru sürüklerken kadın yüksek, ince bir sesle çığlık attı. Nöbetçiler onu yeniden yakalayıp en büyük odun yığınının kenarındaki kazıklardan birine hızlıca bağladılar. Artık kaderi kesinleşmişti.

Arabadan indirilen bir sonraki tutuklunun Hayalet olduğunu görünce tüm umutlarım tükendi. Onu en büyük odun yığınının ortasındaki kazığa götürüp bağlarlarken hiç karşı koymadı. Hâlâ sadece şaşkın görünüyordu. Yakılmanın, düşünülebilecek en acı verici ölümlerden biri olduğunu ve bir cadıya bunun yapılmasını onaylamadığını söylediğini bir kez daha anımsadım. Orada bağlı bir şekilde kaderini bekliyor olmasını izlemek dayanılmazdı. Sorgulayıcı’nın adamlarından bazılarının elinde meşaleler vardı ve onların odun yığınlarını tutuşturduklarını, alevlerin yükselerek Hayalet’i sardığını düşündüm. Düşüncesi bile korkunçtu ve gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı.

Ustamın, yaptıklarımızı izleyen bir şey ya da birisi hakkında söylediklerini anımsamaya çalıştım. ‘Eğer hayatını doğru şekilde yaşarsan,’ demişti, ‘en çok ihtiyacın olduğu anda o da yanında olup sana güç verir.’ Hayatını en doğru biçimde yaşamış ve en iyi olduğunu düşündüğü şey için elinden geleni yapmıştı. Yani bir şeyler hak ediyordu. Öyle değil mi?

Eğer sık sık kiliseye gidip dua eden daha dindar bir aileden geliyor olsaydım o an dua ederdim. Böyle bir alışkanlığım yoktu ve bunun nasıl yapılacağını bilmiyordum, ama farkında olmadan kendi kendime bir şeyler mırıldandım. Bunları dua olsun diye söylememiştim, ama sanırım işin gerçeği öyleydi.

“Ona yardım edin lütfen,” diye fısıldadım. “Lütfen ona yardım edin.”

Aniden tüylerim diken diken oldu ve bir anda çok ama çok üşüdüğümü hissettim. Karanlığa ait bir şey yaklaşıyordu. Çok güçlü ve tehlikeli bir şeydi bu. Alice’in güçlükle soluduğunu, hemen ardındansa inlediğini duydum ve bir anda gözlerim karardı; öyle ki Alice’e doğru uzattığım elimi dahi göremiyordum. Kalabalığın mırıltısı azaldı, her şey sessiz ve sakin bir hal aldı. Dünyanın geri kalanından ayrılmış, karanlıkta tek başıma kalmış gibiydim.

Zehir’in geldiğini biliyordum. Hiçbir şey göremiyordum, ama yakında olduğunu hissedebiliyordum: Muazzam, karanlık bir ruh, beni ezerek öldürmekle tehdit eden müthiş bir ağırlık. Hem kendim hem de buradaki masum insanlar için dehşete kapılmıştım, fakat karanlıkta bunun sona ermesini beklemekten başka bir şey yapamıyordum.

Gözlerim açıldığında Alice’in öne doğru koşmaya başladığını gördüm. Onu durduramamıştım ve gölgelerin arasından çıkıp dosdoğru ortadaki odun yığınına, Hayalet ve yanındaki iki cellada doğru koşmaya başlamıştı. Sorgulayıcı yakındaydı ve olanları izliyordu. Alice yaklaşırken atını ona doğru döndürüp sürmeye başladı. Bir an için atıyla Alice’i ezip geçeceğini düşündüm, ama aniden hayvanı durdurduğunda ona öyle yaklaşmıştı ki Alice elini kaldırıp hayvanın burnunu okşayabilirdi.

Yüzüne acımasız bir gülücük yayıldı ve Alice’in kaçan tutuklulardan biri olduğunu anladığını fark ettim. Sonrasında Alice’in yaptıklarını ise asla unutmayacağım.

Aniden çöken sessizlikte ellerini kaldırıp her iki işaret parmağını da Sorgulayıcı’ya doğru uzattı. Sonrasında uzun uzun ve yüksek sesle kahkahalar atmaya başladığında, sesi karşı ki tepeden yankılanıp tüylerimi bir kez daha diken diken etti. Bu, zafer ve meydan okuma kahkahasıydı ve Sorgulayıcı, hepsi de haksız yere suçlanmış olan tüm bu masum insanları yakmaya hazırlanırken, gerçek güce sahip asıl cadının serbest bir şekilde onun karşısında olmasındaki tuhaflığı düşündüm.

Sonra Alice, kollarını düz bir şekilde açarak topuklarının üzerinde dönmeye başladı. Sorgulayıcı’nın beyaz aygırının burnunda kara noktaların oluştuğunu görebiliyordum. İlk başta şaşırmıştım ve neler olduğunu anlayamıyordum. Ama sonra at korkuyla kişneyip arka ayakları üzerinde şaha kalkınca Alice’in sol elinden çıkan kan damlalarını gördüm. Zehir’in beslendiği yerden kan damlaları çıkıyordu.

Ani ve çok şiddetli bir rüzgâr çıktı, hemen ardından çakan kör edici şimşeğin ardından öyle güçlü bir gök gürültüsü duyuldu ki kulaklarımın acıdığını hissettim. Kendimi dizlerimin üstüne çökmüş durumda buldum. İnsanların çığlıklar atıp bağırdıklarını duyabiliyordum. Alice’e baktığımda onun gitgide hızlanarak hâlâ dönmekte olduğunu gördüm. At bir kez daha şaha kalkınca bu kez Sorgulayıcı arkaya, odun yığınının üzerine yuvarlandı.

Şimşek bir kez daha çaktığında odun yığını tutuştu ve çatırdayarak yükselen alevler dizlerinin üzerine çökmüş olan Sorgulayıcı’yı sardı. Nöbetçilerden bazılarının ona yardım etmek için atıldıklarını gördüm, ama kalabalık da öne ilerliyordu ve nöbetçilerden biri atından aşağı çekildi. Birkaç dakika içinde büyük bir isyan başlamıştı. Her tarafta boğuşan ve dövüşen insanlar vardı. Kimileriyse kaçmak için koşuyordu ve havada çığlıklar, bağrışlar yankılanıyordu.

Çantayı yere atıp ustamın yardımına koştum, çünkü hızla yayılan alevler onu da sarmak üzereydi. Hiç düşünmeden, odun yığınının üzerinden geçerken, daha iri kütükleri tutuşturmaya başlayan alevlerin sıcaklığını hissettim.

İplerini çözmeye çabaladım, parmaklarım beceriksizce iplerin çevresinde dönüp duruyordu. Hemen solumda bir adam, ilk bağladıkları gri saçlı kadını kurtarmaya çalışıyordu. Paniğe kapıldım, çünkü en ufak bir ilerleme kaydedemiyordum. Çok düğüm vardı; çok sıkıydılar ve sıcaklık giderek yükseliyordu!

Aniden solumdan gelen bir zafer çığlığı duydum. Adam, kadını kurtarmayı başarmıştı ve o yöne baktığımda bunu nasıl başardığını anladım: Elinde bir bıçak vardı ve ipleri kolayca kesivermişti. Kadını kazıktan uzaklaştırmak üzereyken dönüp bana baktı. Çığlıklar, haykırışlar ve alevlerin çatırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Bağırsam bile beni duyamazdı, ben de sol elimi ona doğru uzattım. Bir an için duraksadı, elime baktı ve bıçağı bana doğru fırlattı.

Bıçak kısa düştü, alevlerin içine yuvarlandı. Hiç düşünmeden elimi alevlerin arasına sokup bıçağı aldım. İpleri kesmem sadece birkaç saniye sürdü.

Yakılmaya bu kadar yaklaşmışken Hayalet’i kurtarmış olmak beni çok rahatlatmıştı. Ama sevincim uzun sürmedi. Hâlâ güvende değildik. Sorgulayıcı’nın adamları her yerdeydi ve görülüp yakalanma olasılığımız çok fazlaydı. Bu kez ikimiz de yakılırdık!

Onu yanan odun yığınından uzaklaştırıp karanlık bir köşeye, görülemeyeceğimiz bir yere ulaştırmam gerekiyordu. Bu çok uzun sürüyordu. Tüm ağırlığını bana yaslayıp ufak, dengesiz adımlar atıyordu. Çantasını hatırladım ve onu bıraktığım yere yöneldik. Sorgulayıcı’nın adamlarına yakalanmamamız tamamen şans eseriydi. Liderleri görünürde yoktu, ama az ileride etraflarındaki herkesi kılıçtan geçiren atlı adamları görebiliyordum. İçlerinden biri her an atını bize doğru sürebilirdi. Hayalet’in omzumdaki ağırlığı sanki giderek artıyor, ilerlememiz iyice güçleşiyordu. Bir yandan da sağ elimde hâlâ çantasını taşıyordum. Ama sonra bir başkası Hayalet’in diğer kolunu yakaladı ve ağaçların arasındaki karanlığa, güvenli bir alana doğru ilerlemeye başladık.

Bu Alice’ti.

“Başardım Tom! Başardım!” diye bağırıyordu heyecan içinde.

Ne yanıt vereceğimi bilemiyordum. Elbette çok mutluydum, ama yönteminden pek hoşlanmamıştım. “Zehir şimdi nerede?” diye sordum.

“O konuda endişelenme Tom. Yaklaştığında hissedebilirim ve şu anda yakınlarda bile değil. Az önce yaptığı şey için çok fazla güç sarf etmiş olmalı, gücünü toplamak için karanlığa geri döndüğünü düşünüyorum.”

Bu hoşuma gitmemişti. “Peki ya Sorgulayıcı?” diye sordum. “Ona ne olduğunu göremedim. Öldü mü?”

Alice başını iki yana salladı. “Düştüğünde elleri yandı, hepsi bu. Ama artık yanmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor!”

Alice bunu söylerken kendi elimin, Hayalet’e destek olan sol elimin acısının farkına vardım. Elime bakınca arka kısmının kabarıp şiştiğini gördüm. Attığım her adımda acım artıyor gibiydi.

Korkmuş bir kalabalıkla birlikte köprüyü geçtik, hepsi de kuzeye doğru ilerliyor, isyandan ve sonrasında olacaklardan kaçmaya çalışıyordu. Çok geçmeden Sorgulayıcı’nın adamları toparlanıp tutukluları yeniden yakalayarak kaçmalarına yardım eden herkesi cezalandırmak isteyeceklerdi. Yollarına çıkan herkes acı çekecekti.

Şafak sökmeden çok önce Priestown’dan çıkmıştık ve günün ilk ışıklarını, virane bir sığır ahırında, Sorgulayıcı’nın adamlarının kaçan tutukluları aramak üzere yakınlarda olabilecekleri korkusuyla geçirdik.

Hayalet onunla konuştuğumda, hatta asasını alıp ona verdiğimde bile tek kelime etmemişti. Gözleri hâlâ boş bakıyordu, sanki aklı bambaşka bir yerdeydi. Başına aldığı darbenin ciddi olduğunu düşünmeye başlamıştım, bu da bize başka çare bırakmıyordu.

“Onu çiftliğimize götürmeliyiz,” dedim Alice’e.

“Annem ona yardımcı olabilir.” “Ama beni görmek pek hoşuna gitmeyecektir, öyle değil mi?” diye sordu Alice. “Hele yaptıklarımı öğrendikten sonra. Aynı şey şu senin abin için de geçerli.”

Başımla onayladım ve acı içinde yüzümü buruşturdum. Alice’in söyledikleri doğruydu. Benimle gelmemesi daha iyi olurdu ama ayaklarının üzerinde duramayan Hayalet’i taşımak için yardımına ihtiyacım vardı.

“Sorun ne Tom?” diye sordu. Elimi fark etmişti ve bakmak için yanıma geldi. “Onu hemen iyileştirebilirim, hemen dönerim…”

“Hayır Alice, bu çok tehlikeli!”

Ama onu durduramadan ahırdan çıkmıştı bile. On dakika sonra elinde küçük ağaç kabukları ve tanımadığım bir bitkinin yapraklarıyla geri döndü. Ufak lifler haline gelinceye kadar kabuğu dişleriyle çiğnedi.

“Elini uzat!” diye emretti.

“O da nedir?” diye sordum kuşkuyla, ama elim öyle çok acıyordu ki dediğini yaptım.

Ufalanmış kabukları yavaşça yanığın üzerine yerleştirdikten sonra elimi yapraklarla sardı. Sonra elbisesinden siyah bir iplik koparıp onu da her ikisini birbirine bağlamak için kullandı.

“Bunu bana Lizzie öğretti,” dedi. “Acını hemen alır.”

Karşı çıkmak üzereydim, ama acım anında azalmaya başlamıştı. Bu, Alice’e bir cadı tarafından öğretilen bir ilaçtı. İşe yarayan bir ilaç. Dünyanın işleyişi çok tuhaftı. Kötülükten iyilik doğabiliyordu. Ve bu sadece elimle ilgili de değildi. Çünkü Alice’in Zehir’le olan anlaşması sayesinde Hayalet kurtulmuştu.

¹ Müzikte ses veya çalgıda titreklik, çırpıntı.

² Müzikte sesin şiddetinin kademe kademe artırılması.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

Exit mobile version