Korku Hikayesi; Hayaletin Laneti 1. Bölüm

Korku Hikayesi; Hayaletin Laneti 1. Bölüm

Wardstone Günlükleri 2. Kitap Hayaletin Laneti

Dikkat: Karanlık Bastıktan Sonra Okunmamalı!!!

Ülkenin En Yüksek Noktası Esrarengizliği İle Tanınır. Derler Ki, Orada Bir Adam, Korkunç Bir Fırtına Sırasında Dünyayı Tehdit Eden Bir Şeytanı Bağlarken Ölmüş. Bundan Sonra Tekrar Buzların Hükmü Başlamış Ve Buzlar Çekildiğinde Tepelerin Şekli Ve Kasabaların İsimleri Bile Değişmiş. Şimdi, Bu Terk Edilmiş Diyarın En Yüksek Noktasında Uzun Zaman Önce Olmuş Olanın Hiçbir İzi Kalmamış Olsa Da Adı Hiç Unutulmadı.

Hayaletin Laneti 1. Bölüm “Horshaw Deşicisi”

İlk çığlığı duyduğumda, arkamı dönüp ellerimle ku­laklarımı kapayarak başım acıyana kadar bastırdım. O an, yardım etmek için hiçbir şey yapamazdım. Ama hâlâ duya­biliyordum, acı çeken bir rahibin sesiydi bu ve yavaş yavaş yitip gidene dek, uzun bir süre devam etti.

Ben de karanlık ahırda titrerken çatıyı döven yağmur damlalarını dinleyerek cesaretimi toplamaya çalıştım. Kötü bir geceydi ve daha da kötüleşmek üzereydi.

On dakika sonra, bağlayıcı ve ekip arkadaşı geldi. Koşup onları kapıda karşıladım. Her ikisi de iri yarı adamlar­dı; boyum ancak omuzlarına geliyordu.

“Pekâlâ evlat, Bay Gregory nerede?” diye sordu bağlayıcı, sesindeki sabırsızlığı duyabiliyordum. Elindeki feneri kaldırıp kuşkuyla çevreye baktı. Kurnaz ve zeki bakan gözleri vardı. Bu adamların ikisi de aptalca davranışlara katlanırmış gibi görünmüyordu.

“Çok hasta!” dedim, sesimin zayıflamasına ve titremesine neden olan sinirlerimi kontrol etmeye çalışarak.

“Geçtiğimiz haftadan beri yüksek ateşle yatıyor, yerine beni gönderdi. Adım Tom Ward. Çırağıyım.”

Bağlayıcı hızla beni süzdü, gelecekteki işi için ölçümü alan bir cenaze levazımatçısı gibiydi. Sonra kaşını öyle kaldırdı ki, hâlâ yağmur suyu damlatan şapkasının altında görünmez oldu.

“Pekâlâ Bay Ward” dedi, sesinde keskin bir alay vardı “talimatlarınızı bekliyoruz.”

Sol elimle pantolonumun cebinden duvarcının çizdiği taslağı çıkardım. Bağlayıcı, feneri toprak zemine bıraktı, yaşamdan bezmiş gibi kafasını sallayıp arkadaşına baktıktan sonra taslağı alıp incelemeye başladı.

Duvarcının talimatları, kazılması gereken çukurun boyutlarıyla çukura yerleştirilecek taşın ölçülerini veriyordu.

Çok geçmeden bağlayıcı yeniden kafasını sallayarak fenerin yanına diz çöktü, kağıdı ışığa yaklaştırdı. Ayağa kalktığında suratı asıktı. “Çukur üç metre derinliğinde olmalı,” dedi. “Burada sadece iki diyor.”

Bağlayıcı işini iyi biliyordu. Standart öcü çukuru iki metre derinliğindedir, ama öcülerin en tehlikelisi olan bir deşici için normal olan üç metredir. Bir deşiciyle karşı karşıya olduğumuz -rahibin çığlıkları bunun kanıtıydı- kesindi, ancak üç metre kazacak zaman yoktu.

“Yetmek zorunda,” dedim. “Sabaha kadar bitmeli, yoksa çok geç olur ve rahip ölür.”

O ana dek, büyük postalları ve hareketleriyle kendilerine güvendikleri anlaşılan cüsseli adamlardı. Oysa şimdi endişeli görünüyorlardı. Ahıra gelmeleri için onlara gönderdiğim çağrıdan, durumu anlamış olmalıydılar. Vakit kaybetmeden gelmelerini sağlamak için Hayalet’in ismini kullanmıştım.

“Ne yaptığını biliyor musun evlat?” diye sordu bağlayıcı. “Bu işi kıvırabilecek misin?”

Gözlerimi kırpmamaya gayret ederek gözlerinin içine baktım. “İyi bir başlangıç yaptım,” dedim. “Eyaletteki en iyi bağlayıcıyı ve arkadaşını buldum.”

Doğru şeyi söylemiştim ve bağlayıcı gülümsedi. “Taş ne zaman geliyor?” diye sordu.

“Şafak sökmeden. Duvarcı kendisi getirecek. Hazır olmalıyız.”

Bağlayıcı başıyla onayladı. “O zaman önden buyurun Bay Ward. Nerenin kazılmasını istediğinizi gösterin.”

Bu kez sesinde alay yoktu. Ses tonu ciddiydi; işin biran önce bitmesini istiyordu. Hepimiz bunu istiyorduk ve süre azdı. Vakit kaybetmeden şapkamı başıma geçirdim, sol elime Hayalet’in asasını kaptığım gibi dışarı, soğuk ve çiseleyen yağmura çıktım.

İki tekerlekli at arabaları hemen dışarıdaydı. Malzemelerin üstü su geçirmez bir örtüyle kaplıydı, arabaya koşulu at sabırla burnundan buhar soluyordu.

Yağmurdan çamurlaşmış tarlayı geçip karaçalıların seyrekleştiği yere, kilise bahçesinin sınırındaki ulu meşe ağacının hemen altına varana kadar yürüdük. Çukur kutsal toprağa yakın olacaktı, ama çok da değil. En yakın mezar taşları sadece yirmi adım ötedeydi.

“Çukuru olabildiği kadar şuna yakın kazın,” dedim ağacın gövdesini işaret ederek.

Hayalet’in dikkatli gözetimi altında alıştırma olsun diye birçok çukur kazmıştım. Acil bir durum anında bu işi ben de yapabilirdim, ancak bu adamlar uzmandı ve hızlı çalışabilirlerdi.

Onlar aletlerini almak üzere geri dönerlerken önce çalıların, ardından mezar taşlarının arasından geçerek eski kiliseye ilerledim. İyi bir tamirat istiyordu: Çatıda eksik levhalar vardı ve yıllardır bir damla boya değmemiş olmalıydı. Yan kapıyı itince inleyip gıcırdayarak açıldı.

Yaşlı rahip hâlâ aynı konumdaydı, mihrabın yanında sırtüstü yatıyordu. Kadın rahibin başında diz çökmüş, ağlıyordu. O anki tek fark, kilisenin ışıl ışıl olmasıydı. Kilise yönetim kurulu odasındaki mumları almış, hepsini birden yakmıştı. Beşli altılı gruplar halinde yerleştirilmiş en az yüz kadar mum vardı. Sıraların üzerine, yere ve pencere pervazlarına yerleştirilmişlerdi; ancak çoğu mihrabın üze­rindeydi.

Kapıyı kaparken ani bir rüzgâr esti ve tüm alevler aynı anda titredi. Başını kaldırıp bana baktı, yanaklarından yaş­lar süzülüyordu.

“Ölüyor!” derken yankılanan sesi acı doluydu. “Buraya gelmen neden bu kadar uzun sürdü?”

Haber Chipenden’a ulaştığından bu yana kiliseye gelmem iki gün sürmüştü. Horshaw otuz milden daha uzaktı ve yola hemen çıkmamıştım. Önceleri, hâlâ yataktan çıkamayacak kadar hasta olduğundan Hayalet yola çıkmama izin vermemişti.

Hayalet, en az bir sene eğitmeden çıraklarının tek başına çalışmasına asla izin vermezdi. Ben on üçüme yeni girmiştim ve onun çırağı olalı altı aydan az bir süre geçmişti. Zor­lu, korkutucu bir meslekti ve çoğu zaman ‘karanlık’ adını verdiğimiz bir dünyanın yaratıklarıyla mücadele etmemiz gerekiyordu. Cadılar, hortlaklar, öcüler ve geceleri ortaya çıkan şeylerle nasıl başa çıkılması gerektiğini öğrenmiştim. Ama buna hazır mıydım?

Bağlanacak bir öcü vardı, doğru yapılırsa oldukça basit olmalıydı. Hayalet’i iki defa bunu yaparken görmüştüm. Her defasında usta adamlar çalıştırmıştı ve iş sorunsuz hallolmuştu. Ancak bu kez biraz farklıydı. Bazı karışıklıklar vardı.

Rahip, Hayalet’in öz kardeşiydi. Onu daha önce bir kez, sonbaharda Horshaw’a geldiğimizde görmüştüm. Bize bakıp havaya eliyle büyük bir haç çizmişti, yüzü öfkeyle buruşmuştu. Hayalet ona doğru bakmamıştı bile, çünkü aralarındaki sevgi bağı kopmuştu ve kırk yılı aşkın bir süredir konuşmamışlardı. Ancak aile aileydi ve işte bu yüzden en sonunda beni Horshaw’a göndermişti.

“Rahipler!” diye bağırmıştı Hayalet. “Neden bildikleri işi yapmıyorlar? Neden her işe karışmak zorundalar? Bir deşiciyi alt etmeye çalışırken ne düşünüyordu acaba? Bırak da ben işimi yapayım, başkaları da kendi işini yapsın.”

En sonunda sakinleşip bana saatlerce, neler yapılması gerektiğiyle ilgili ayrıntılı talimatlar ve tutmam gereken bağlayıcı ile duvarcının adlarını, adreslerini vermişti. Bir de doktor ismi verip mutlaka onun da olması gerektiği konusunda ısrar etmişti. Bu da bir başka dertti, zira doktor epey uzakta yaşıyordu. Ona haber gönderdim; hemen yola koyulacağını umuyordum.

Bir bezle yavaşça rahibin alnını silen kadına baktım. Rahibin kirli, düz ve cansız saçları yüzünü kapatmayacak şekilde geriye atılmıştı ve gözleri, yuvalarında ateşler içinde dönüyordu. Kadının, Hayalet’ten yardım isteyeceğini bilmiyordu. Bunu bilmiş olsa itiraz ederdi, bu yüzden beni göremiyor olması çok iyiydi.

Kadının gözlerinden damlayan yaşlar mum ışığında parlıyordu. Kadın onun kahyasıydı, yani aileden biri dahi değildi. Kadının bu kadar çok üzüldüğünü görünce, rahip ona çok iyi davranmış olmalı, diye düşündüğümü anımsıyorum.

“Doktor yakında burada olur,” dedim “ona acısını dindirmek için bir şeyler verecektir.”

“Tüm yaşamı boyunca acı çekti,” diye yanıtladı. “Ben de onun için bir baş belası oldum. Tüm bunlar onu ölümden korkar hale getirdi. O bir günahkâr ve nereye gideceğini biliyor.”

Her kim olursa olsun ve her ne yapmış olursa olsun, yaşlı rahip bunu hak etmiyordu. Bunu kimse hak etmiyordu. Kesinlikle cesur bir adamdı. Ya da çok aptal. Öcü şeytanlıklarına başladığında, onunla baş etmek için sıradan rahip araçlarına başvurmuştu: çan, kitap ve mum. Ama ‘karanlıkla böyle başa çıkılmaz. Bunlar çoğu zaman işe yaramazdı; çünkü öcü, rahip ve onun şeytan çıkarma du­alarına aldırış etmezdi. Öcü, bir süre sonra kendiliğinden orayı bırakıp giderdi ve rahip, çoğu zaman olduğu gibi, öv­güler alırdı.

Ancak bu, karşılaşılabilecek en tehlikeli öcü türüydü. Temel besinlerinden ötürü bunlara genellikle ‘sığır deşicisi’ derdik. Rahip işine burnunu sokmaya başlayınca öcünün kurbanı olmuştu. Artık o, insan kanının tadını almış olan, tamamen gelişmiş bir ‘deşici’ idi ve rahip canını kurtarabi­lirse şanslı sayılırdı.

Yerdeki döşemelerde bir çatlak vardı. Mihrabın dibinden, rahibin neredeyse üç adım ötesine kadar zikzaklar çizerek uzanan bir çatlaktı bu. En geniş olduğu kısımda genişliği yarım karışı buluyordu. Öcü, zemini çatlattıktan sonra yaşlı rahibi ayağından yakalamış ve bacağını neredeyse dizine kadar çatlağın içine çekmişti. Şimdi ise, aşağıdaki karanlıkta kanını emiyor, onu yavaş yavaş öldürüyordu. İri bir sülük gibiydi, aldığı zevki arttırmak için kurbanını mümkün olduğunca uzun süre öldürmüyordu.

Ne yaparsam yapayım riskli bir işti; rahip yaşasa da, yaşamasa da… Öcüyü mutlaka bağlamalıydım. Bir kez, insan kanının tadını aldı mı, artık sığırları öldürmekle yetinmezdi.

“Onu kurtarabiliyorsan kurtar,” demişti Hayalet, ben çıkmak üzere hazırlanırken. “Ama her ne yaparsan yap, öcünün hakkından geldiğine emin ol. Bu senin asıl görevin.”

* * * * * * * *

Kendi hazırlıklarımı yapmaya başladım.

Bağlayıcının ekip arkadaşı çukuru kazmaya devam ederken bağlayıcıyla birlikte ahıra geri döndüm. Ne yapılması gerektiğini biliyordu: Önce, yanlarında getirdikleri büyük bir fıçıyı suyla doldurmaya başladı. Deneyimli insanlarla çalışmanın avantajlarından biri buydu; ağır malzemeleri sağlıyorlardı. Oldukça sağlam, metal kasnakların çevrele­diği ve yaklaşık dört metrelik bir çukura dahi yetebilecek kadar büyük, ahşap bir fıçıydı.

Bağlayıcı yarısına kadar suyla doldurduğu fıçıya, at arabasından getirdiği büyük bir çuvaldan kahverengi bir toz dökmeye başladı. Her seferinde az bir miktar döküyor, he­men ardından kaim bir sopayla karıştırıyordu.

Çok geçmeden karıştırmak güçleşti; fıçıdaki sıvı, gitgi­de yoğun, yapışkan bir maddeye dönüştü. Üstelik haftalar önce ölmüş bir ceset gibi kötü kokuyordu. Eklenen tozun büyük bir kısmının ezilmiş kemik olduğu düşünülürse as­lında bu pek de şaşırtıcı değildi.

Sonuç çok güçlü bir yapışkan olacaktı ve bağlayıcı karıştırmaya devam ettikçe terleyip güçlükle nefes almaya başladı. Hayalet daima yapıştırıcıyı kendisi hazırlıyordu ve beni de bu şekilde eğitmişti. Ancak zaman çok azdı ve bu iş için gereken kuvvet, bağlayıcı da vardı. Bu yüzden ondan istenmemesine rağmen hemen çalışmaya başlamıştı.

Yapıştırıcı hazırlanınca yanımda getirdiğim torbalardan demir tozuyla tuz eklemeye başladım. Karışıma düzenli bir şekilde dağılmalarını sağlamak için de bir yandan yavaşça karıştırmaya devam ediyordum. Demir, bir öcü için tehlikelidir; çünkü tuz onu yakarken demir yavaş yavaş gücünü emer. Öcü bir kez çukura girerse oradan çıkamaz, kayanın alt kısmıyla çukurun kenarları aynı karışımla kaplandığında kendini iyice küçültüp aradaki boşlukta kalmak zorundadır. Elbette asıl sorun öcüyü çukura sokabilmektir.

Şimdilik bu konuda endişe etmiyordum. En sonunda bağlayıcı da, ben de yapıştırıcının kıvamını bulduğuna kanaat getirdik.

* * * * * * * *

Çukur henüz tamamlanmadığından, Horshaw’a uzanan virajlı, dar yolda doktoru beklemekten başka yapacak işim yoktu.

Yağmur dinmiş, hava oldukça durgunlaşmıştı. Eylül ayının sonlarıydı ve havalar giderek kötüleşiyordu. Çok yakında yağmurdan daha kötüsüyle karşılaşacaktık ve batıdan gelen zayıf gök gürültüleri beni daha da endişelendiriyordu. Yirmi dakika kadar sonra uzaktan gelen toynak sesleri duydum. Doktor, pelerini arkasında uçuşarak, dörtnala sürdüğü atının üzerinde köşeyi dönerken, sanki cehennemin köpekleri tarafından kovalanıyor gibiydi.

Hayalet’in asasını tutuyordum, bu nedenle tanıştırılmaya ihtiyacım yoktu. Zaten doktor o kadar hızlı gelmişti ki nefes nefeseydi. Onu başımla selamladım. Terli atını kilisenin önünde otlamaya bırakarak yan kapıya kadar peşimden geldi. Saygımdan ötürü önden onun girebilmesi için kapıyı açık tuttum. Babam bana herkese saygılı davranmamı, çünkü böylelikle onlardan da saygı göreceğimi öğretmişti. Bu doktoru tanımıyordum, fakat Hayalet’in ısrarlı tavsiyesinden, işinde iyi olduğuna emindim. Adı Sherdley idi ve siyah, deri bir çanta taşıyordu. Neredeyse, yanımda getirip ahırda bıraktığım Hayalet’in çantası kadar ağır görünüyordu. Çantayı hastasından iki metre kadar uzağa bıraktı ve hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlayan kahyayı görmezden gelerek incelemelerine başladı.

Hemen arkasında duruyordum, böylelikle yaptıklarını en uygun açıdan izleyebiliyordum. Rahibin siyah cübbesini kaldırıp bacaklarını nazikçe ortaya çıkardı.

Sağ bacağı ince, beyaz ve neredeyse tüysüzdü; ancak öcünün yakalamış olduğu sol bacağı kızarmış ve şişmişti, yerdeki çatlağa yaklaştıkça koyulaşan mor damarlarla çevriliydi.

Doktor başını iki yana sallayıp yavaşça nefes verdi. Daha sonra kahyayla konuştu, sesi öylesine alçaktı ki söylediklerini güçlükle duyabildim.

“Kesilmesi gerek,” dedi. “Tek şansı bu.”

Bunu duyar duymaz kahya yeniden ağlamaya başladı ve doktor bana bakıp kapıyı işaret etti. Dışarı çıktığımızda sırtını duvara yaslayıp göğüs geçirdi. “Hazırlanman ne kadar sürer?” diye sordu.

“Bir saatten az,” diye yanıtladım, “ama duvarcıyla bağlı. Taşı kendisi getiriyor.”

“Eğer daha uzun sürerse, onu kaybederiz. Doğrusu, zaten pek şansı olduğunu düşünmüyorum. Acıyı dindirmek için dahi bir şey veremiyorum, çünkü vücudu iki dozu kaldırmaz ve bacağını kesmeden önce bir doz vermem gerekiyor. O zaman bile, şok onu anında öldürebilir. Sonrasında onu düz bir şekilde hareket ettirmek zorunluluğu, her şeyi daha da güçleştiriyor.”

Omuz silktim. Bunu düşünmek dahi istemiyordum.

“Tam olarak ne yapılması gerektiğini biliyorsun, değil mi?” diye sordu doktor, dikkatle yüzümü inceliyordu.

“Bay Gregory her şeyi anlattı,” dedim, kendimden emin bir ses tonuyla konuşmaya çalışarak. Doktor bunu sadece bir kez anlatacaktı, oysa Hayalet onlarca kez anlatmıştır. Sonrasındaysa tatmin olana kadar baştan sona anlatmamı istemişti.

“On beş yıl kadar önce buna benzer bir vakayla karşılaştık,” dedi doktor. “Elimizden geleni yapmıştık ama adamı kaybettik. Çok genç, güçlü kuvvetli ve henüz hayatının ba­harındaydı. Dua etmekten başka çaremiz yok. Bazen yaşlı­lar düşündüğümüzden çok daha dayanıklı olabiliyor.”

Uzun bir sessizlik oldu, aklıma takılan bir şeyi sorarak sessizliği bozan ben oldum:

“Bir miktar kanına ihtiyacım olacağını biliyorsunuz, değil mi?”

“Sen giderken ben dönüyordum,” diye homurdandı doktor ve ardından yorgun bir şekilde gülümseyerek Horshaw’a uzanan yolu işaret etti. “Duvarcı yolda, yani kalkıp işini yapsan iyi olur. Gerisini bana bırak.”

Dikkatle dinleyince çok uzaktan, yaklaşan bir at arabasının sesini duydum. Bağlayıcıların ne durumda olduklarını görmek için mezar taşlarının arasından geçip yanlarına gittim. Bağlayıcının arkadaşı ağaca tırmanmış, makara düzeneğini sağlam bir dala takmaya çalışıyordu. Bir insan kafası büyüklüğünde, demirden yapılmış bir aletti ve üzerinden zincirlerle iri bir kanca sarkıyordu. Taşı kaldırıp tam yerine oturtmak için bu aleti kullanacaktık.

“Duvarcı geldi,” dedim.

Her ikisi de anında yaptıkları işi bırakarak beni kiliseye kadar takip ettiler.

Şimdi yolda bir başka at daha vardı, çektiği arabanın üzerindeyse kaya duruyordu. Şimdiye kadar problem çıkmamıştı, ancak duvarcı keyifsiz görünüyor, benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu. Yine de vakit kaybetmeden at arabasını uzun yoldan dolaştırarak, tarlaya açılan kapıya kadar getirdik.

Duvarcı, ağaca yaklaşınca kancayı kayanın ortasındaki halkaya taktı ve kaya at arabasından havaya kaldırıldı. Yerine tam uyup uymayacağını bekleyip görecektik. Kaya, zincirden çok dengeli bir şekilde sarkıyordu, çünkü duvarcı halkayı ustalıkla, olması gerektiği gibi takmıştı.

Çukurun iki metre kadar üzerine alçaltıldı, işte tam o sırada duvarcı, kötü haberi verdi. En küçük kızı çok hastalanmış, ateşlenmişti. Eyaleti kasıp kavuran ve Hayaleti de yalağa düşüren hastalığın aynısıydı. Karısı kızının yanındaydı ve onun da hemen gitmesi gerekiyordu.

“Üzgünüm,” dedi, ilk kez gözlerimin içine bakarak. ‘ Ama bu kaya çok kıyak, sorun yaşamazsınız. Buna söz verebilirim.”

Ona inandım. Bu kadar kısa sürede elinden geleni yapmış ve kızıyla ilgilenmeyi tercih edebilecekken taşı hazırlamıştı. Bu yüzden parasını ödeyip Hayalet’in ve benim teşekkürlerimizi sundum, kızının bir an önce iyileşmesini dileyerek onu gönderdim.

Sonra da yeniden işe koyuldum. Duvarcılar, kayaya keskiyle şekil vermek kadar doğru yerleştirme konusunda da uzmandılar; bunun için, bir tersliğe karşı, kalmasını tercih ederdim. Yine de bağlayıcı ve ekip arkadaşı işlerinde iyiydi. Tek yapmam gereken, sakin olmak ve aptalca bir hata yapmamaya dikkat etmekti.

Önce hızlı çalışıp çukurun kenarlarını yapıştırıcıyla sıvamam, sonra da kaya yerine oturtulmadan hemen önce tabanını da kaplamam gerekiyordu.

Çukura indim ve elimde fırça, bağlayıcının arkadaşının tuttuğu fenerin ışığında çalışmaya başladım. Dikkat gerektiren bir süreçti. En küçük, iğne deliği kadar bir yer dahi gözden kaçmamalıydı, çünkü öcünün kaçması için bu bile yeterli olabilirdi. Ve çukurun derinliği üç metre olması gerekirken iki metre olduğundan çok daha dikkatli olmalıydım.

Ben çalışırken karışım toprakta sertleşiyordu. Bu iyiydi, böylelikle yazın toprak kuruduğunda kolayca çatlamaz ve pul pul soyulmazdı. Kötü olan, toprağın üzerinde yeterli kalınlıkta bir dış tabaka kalmasını sağlayacak miktarı kestirmenin güçlüğüydü. Hayalet, bunun deneyimle öğrenilecek bir şey olduğunu söylemişti. Şimdiye dek çalışmamı kontrol etmek için hep yanımda olmuş ve son rötuşları o yapmıştı. Şimdiyse, işi kendi başıma düzgün olarak yapmalıydım. İlk kez…

En sonunda çukurdan çıktım ve üst kısımla ilgilenmeye başladım. En üstte kalan otuz santimlik, yani kayanın kalınlığı kadar olan kısmın boyu ve eni çukurun kinden fazlaydı. Öcünün kaçabileceği en küçük çatlakların dahi kapanacağı şekilde kayanın üzerine oturtulacağı düz bir zemin oluşturuyordu. Bu kısım ciddi bir dikkat gerektiriyordu, çünkü kayanın toprağa temas edeceği yer burasıydı.

İşi bitirmeme yakın, şimşek çaktı ve saniyeler sonra şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Fırtına patlamak üzereydi.

Çantamdan önemli bir şey almak üzere ahıra geri döndüm. Bu, Hayalet’in ‘yem kabı’ adını verdiği şeydi. Bu iş için metalden özel olarak yapılmıştı ve kenarlarında, birbirinden eşit uzaklıkta üç küçük matkap deliği vardı. Onu dikkatlice çıkarıp yenimle parlattıktan sonra doktora hazır olduğumuzu söylemek için kiliseye koştum.

Kapıyı açarken keskin bir katran kokusu aldım. Mihrabın hemen solunda küçük bir ateş yanıyor, üzerinde üç ayaklı, metal bir sehpanın üstündeki kaptan köpükler fışkırıyordu. Dr. Sherdley kanı durdurmak için katran kullanacaktı. Bacağın kesildiği yeri katrana bulamak, kalan kısmın sonradan kötüleşmesini engellerdi.

Doktorun kullandığı tahtaları nereden almış olduğunu görünce kendi kendime gülümsedim. Dışarısı ıslaktı, o da etrafta kuru olarak tek bulabildiği kilise sıralarından birini parçalamıştı. Rahibin buna hiç memnun olmayacağına kuşku yoktu. Ama bu, hayatını kurtarabilirdi. Zaten şu anda baygındı, derin derin soluyordu ve ilacın etkisi geçinceye kadar birkaç saat daha bu şekilde kalacaktı.

Yerdeki çatlaktan, beslenen öcünün sesi duyuldu. Bacaktan kan emmeye devam ederken yutkunma ve şapırda­mayla karışık iğrenç bir ses çıkarıyordu. Yakınında ve ziyafetine bir son vermek üzere olduğumuzu fark edemeyecek kadar meşguldü.

Konuşmadık. Sadece doktora doğru başımı salladım ve o da başıyla karşılık verdi. İhtiyacım olan kanı çekebilme­si için ona yem kabını verdim, o da çantasından ufak bir metal testere çıkarıp soğuk, parlak dişlerini rahibin dizinin hemen altındaki kemiğin üzerine yerleştirdi.

Kahya hâlâ aynı konumdaydı; ama gözlerini sımsıkı kapatmış, kendi kendine mırıldanıyordu. Dua ediyor olmalıydı ve yardımcı olamayacağı açıktı. Doktorun yanına diz çökerken içimin ürperdiğini hissettim.

Başını iki yana salladı. “Bunu görmene gerek yok,” dedi. “Bir gün çok daha kötülerini göreceğine kuşkum yok, ama bunun şimdi olmasına gerek yok. Sen git evlat, işine geri dön. Ben halledebilirim. Sadece o ikisini gönder de işim bittiğinde onu at arabasına kaldırmama yardım etsinler.”

Dişlerimi sıkmış, olacaklarla yüzleşmeye hazırlanıyordum, ama bu teklifi de ikiletmedim. Rahatlamış bir şekilde çukurun yanına geri döndüm. Henüz varmıştım ki bir çığlık geceyi delip geçti, hemen ardından acılı inlemeler duyuldu. Ancak bu sesler rahipten gelmiyordu. O baygındı. Sesler kahyadan geliyordu.

Bağlayıcı ve arkadaşı kayayı yeniden havaya kaldırmıştı bile ve üstündeki çamurları silmekle meşgullerdi. Sonra, onlar doktora yardım etmek için kiliseye doğru giderken, fırçayı son bir kez karışıma daldırıp kayanın altını güzelce sıvadım.

El ustalığımı keyifle izlemeye vakit bulamadan bağlayıcının arkadaşı koşarak geri geldi. Bağlayıcı hemen arkasında, çok daha yavaş ilerliyordu. Elinde içi kan dolu kap vardı, tek bir damlasını bile damlatmamaya gayret ediyordu. Yem kabı çok önemli bir araçtı. Hayalet, Chipenden’da bunlardan çok sayıda bulunduruyordu ve hepsi de kendi özel tarifine göre yapılmıştı.

Hayalet’in çantasından uzun bir zincir çıkardım. Ucunda ki geniş halkaya üç tane daha kısa zincir takılmıştı, hepsinin T ucunda da küçük, metal bir kanca vardı. Üç kancayı, kabın kenarına yakın kısımdaki üç deliğe soktum.
Zinciri kaldırdığımda, yem kabı hemen altında mükem­mel bir dengede kaldı, yani onu çukura indirip tam mer­kezine yavaşça oturtmak için büyük bir yetenek gerekli değildi.

Hayır, yetenek bu üç kancayı çıkarmaktaydı. Zincirleri gevşetirken çok dikkatli olmalıydınız, kancalar kaptan çıkıp yere düşerken ona çarpıp kan damlatmamalıydı. Bunu saatlerce çalışmıştım ve çok heyecanlı olmama rağmen ilk denememde kancaları çıkarmayı başardım. Şimdi yapılacak tek şey beklemekti.

* * * * * * * *

Daha önce söylediğim gibi, deşiciler en tehlikeli öncülerdendir, çünkü kanla beslenirler. Genellikle hızlı düşünürler ve çok düzenbaz dırlar, ancak beslenirken çok yavaş düşünürler ve algılamaları uzun sürer.

Kesik bacak hâlâ kilise zeminindeki çatlağa sıkışmış durumdaydı ve öcü bacaktan kan emmekle meşguldü. Kanın uzun süre dayanması için çok yavaş emiyordu. Deşiciler böyledir. Hiçbir şey düşünmeden, şapırdatarak kurbanını emer; ta ki ağzına gelen kanın giderek azaldığını fark edene dek. Daha çok kan ister, ama her kanın tadı farklıdır ve o, emdiği kanın tadını ister. Onu çok sever.

Yani aynı kandan daha çok ister ve bir kez vücudun geri kalanının bacaktan ayrıldığını fark ederse, peşine düşer.

Bu yüzden bağlayıcıların, rahibi at arabasına bindirmeleri gerekliydi. Şimdiye at arabası, Horshaw’a yaklaşmış olmalıydı ve at nallarından çıkan her tak-taka-tak sesiyle birlikte, umutsuzca aynı kandan isteyen kızgın öcüden uzaklaşıyorlardı.

Bir deşici, kan tazısından farksızdır. Rahibin ne yöne götürüldüğüne dair çok net bir fikri olacağı kesindi. Ayrıca giderek daha da uzaklaşıyor olduğunun da farkına varacaktı. Sonra başka bir şeyi daha fark edecekti: İhtiyacı olan şeyin daha fazlası çok yakınındaydı.

İşte bu yüzden kabı çukurun içine koymuştum. Bu yüzden ona yem kabı adı verilmişti. Deşiciyi tuzağa çekmek için kullanılacak bir yemdi. Bir kez içeri girip beslenmeye başlayınca, çok hızlı çalışmamız gerekiyordu ve en ufak bir hataya tahammülümüz yoktu.

Yukarı baktım. Bağlayıcının arkadaşı, platformun üzerinde tek eliyle kısa zinciri tutuyor, kayayı alçaltmaya hazır bekliyordu. Bağlayıcı tam karşımdaydı, eh kayanın üzerinde, aşağı inerken onu düzgünce yerleştirmeye hazır bekliyordu. İkisi de korkmuş görünmüyordu, hatta endişeli bile değillerdi. Birden, bu tür insanlarla çalışmak kendimi iyi hissetmemi sağladı. Bunlar ne yaptıklarını bilen insanlardı. Hepimiz rolümüzü en iyi biçimde oynamış, üzerimize düşeni en hızlı ve etkin biçimde yapmıştık. Bu, kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu. Bir şeyin parçası olduğumu hissediyordum.

Sessizce öcüyü bekledik.

Birkaç dakika sonra geldiğini duydum. Sesi önce, ağaçların arasında esen rüzgarın çıkardığı ıslık sesine benziyordu.

Ama rüzgar yoktu. Hava son derece durgundu. Fırtına bulutlarıyla ufuk arasında, yıldızların aydınlattığı dar şeritte, hilal şeklindeki ay görünüyor, donuk ışığıyla fenerlerinkine destek oluyordu.

Elbette ki bağlayıcı ve arkadaşı hiçbir şey duyamıyorlardı, çünkü onlar benim gibi yedinci oğulların yedinci oğlu değillerdi. Yani onları uyarmam gerekliydi.

“Geliyor,” dedim. “Zamanı ben söyleyeceğim.”

Yaklaşırken çıkardığı ses artık iyice tizleşmiş, adeta bir çığlığı andırıyordu ve başka bir ses daha duyabiliyordum:

Gürlemeyi andıran bir tür hırıltıydı bu, mezarlık boyunca hızla ilerliyordu. Direk olarak, çukurun içindeki kan dolu kaba yönelmişti.

Normal bir öcünün aksine, deşiciler ruhlardan daha rahat hissedilebilir, özellikle de henüz yeni beslenmişlerse. O zaman bile çoğu insan onları göremez, ancak saldırdıklarında hissedebilir.

Ben bile pek bir şey göremedim; şekilsiz, pembe-kırmızı bir şeydi. Sonra, yüzümün yakınındaki havanın titrediğini hissettim ve deşici çukura indi.

Bağlayıcıya “Şimdi!” dediğimde başıyla arkadaşına işaret verdi, arkadaşı kısa zinciri daha sıkı tutmaya başladı. Zinciri çekmesinin hemen öncesinde çukurdan bir ses geldi.

Bu kez ses oldukça şiddetliydi ve her üçümüz de duyduk. Arkadaşlarıma bakınca, hemen dibimizdeki yaratığın korkusuyla gözlerinin irileştiğini, dudaklarının büzüldüğünü gördüm.

Duyduğumuz ses, kaptan beslenen öcünün sesiydi. Dev gibi ve çok çirkin bir dilin açgözlü yalanmalarına, iri bir et oburun homurtuları karışmış gibiydi. Bütün kanı bitirmesinden önce, bir dakikadan az zamanımız vardı. Sonrasında bizim kanımızı hissedecekti. Artık çılgına dönmüştü ve menüde hepimiz vardık.

Bağlayıcının ekip arkadaşı zinciri bırakmaya başladı ve kaya muntazam bir şekilde alçaldı. Bir ucunu ben, diğer  ucunu bağlayıcı ayarlıyordu. Eğer çukuru hatasız bir şekilde kazmışlarsa ve kaya da çizimde gösterilenle aynı boyuttaysa sorun yoktu, kendi kendime sürekli olarak bunu tekrarlıyordum. Bir yandan da Hayalet’in son çırağı zavallı Billy Bradley’yi düşünmeden edemiyordum. Buna benzer bir öcüyü bağlamaya çalışırken ölmüştü. Kaya sıkışmış, parmakları da altında kalmıştı. Kayayı kaldırmalarına fırsat kalmadan öcü parmaklarını ısırıp kanını emmişti. Yaşadığı şok, ölümüne neden olmuştu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım onu aklımdan çıkaramıyordum.

Önemli olan, kayayı ilk denemede çukura oturtmaktı (ve elbette ki parmaklarımı kayadan uzak tutmak).

Bağlayıcı kontrollüydü, duvarcının işini yapıyordu. Onun işaretiyle birlikte kaya birkaç santim yukarıdayken zincir durduruldu. Bana baktı, yüzünde sert bir ifade vardı ve sağ kaşını kaldırdı. Aşağı bakıp mükemmel bir konuma gelene kadar kayanın benim tarafımdaki kısmını hafifçe oynattım. Emin olmak için bir kez daha baktıktan sonra bağlayıcıya başımla işaret ettim ve o da arkadaşına işaret etti.

Kısa zincirin birkaç kez dönmesiyle kaya ilk denemede yerine oturup öcüyü çukura hapsetti. Deşiciden, hepimizin duyabildiği öfkeli bir çığlık yükseldi. Ama artık önemli değildi, ne de olsa kapana kısılmıştı ve korkulacak bir şey
kalmamıştı.

“İyi iş çıkardık!” diye bağırdı bağlayıcının arkadaşı platformdan atlarken, gülümsemesi tüm yüzünü kaplıyordu. Mükemmel oturdu!”

“Evet,” dedi bağlayıcı, soğuk bir espri yaparak. “Bu iş için yapılmış olabilir.”

Rahatlamıştım, her şeyin bitmiş olmasına memnundum. Sonra, tam tepemizde çakan şimşeklerle gök gürültüleri arasında ortalık aydınlanırken, duvarcının kayaya oymuş olduğu işareti görünce gururlandım.

Üzerine çapraz bir çizgi çekilmiş olan Yunan alfabesindeki beta harfi, bu kayanın altında bir öcü olduğunun işaretiydi. Hemen sağ alttaki Roma rakamıysa bu öcünün tehlike seviyesinin bir olduğunu gösteriyordu. Toplamda on seviye vardı ve birle dört arasındakiler öldürücüydü. Rakamın hemen altındaysa ismim yazılıydı: Ward. Bu da öcüyü benim bağladığımı gösteriyordu.

İlk öcümü bağlamıştım. Hem de bu, bir deşiciydi!

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hikayenin Bölümleri

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

 

 

Exit mobile version