Dehşet Hikayesi “Kül Rengi Duvar”
Dehşet Hikayesi: Hapiste tuvaletlerden daha rahatsız bir yer varsa orası insanın sırtını deşen yaylarla sahip yataklardır kesinlikle. Bununla yaşamayı öğrendim. Aslında pekte umurumda değil. Tüm günümü solumdaki duvara bakarak geçiriyorum. Kül rengi duvara baktıkça insanları görüyorum. Yıkılmış psikolojilerin, şehvetin, üzüntünün, bıkkınlığın eşi bu renk. Bu kül rengi duvara biraz daha göz gezdirince duvar boyasının soyulmuş kısımlarındaki beyaz alçıya bakıyorum.
Hayat ne garip! Bir yanda dağılmış psikolojiler, öfkeler, hüzünler varken bir yandan da ne güzel mucizeler var. Beyaz alçıya baktıkça aklıma güzeller güzeli kızım geliyor. Neredeyse dokuz yıldır görüşemiyoruz. Şuan 17 yaşında olması lazım. Ne kadar çok özledim onu bir bilse! Simsiyah saçlarını, buğday tenini, zeytin gözlerini. Beni hiç ziyarete gelmedi, hakkı var canım yansa da bir şey diyemem.
İnsan günü gelince yapmam dediği her şeyi yapıyormuş. Gerçekten insanın gözü kör olabiliyormuş. Bir insanı öldürmek ne kolaymış meğersem. Gözün döner, sana hakaret eder, basit itiş kakışlarla başlar ama bir bakmışsın cansız bedeni ellerinin arasında. İşin en zor tarafı adam gibi ışık görmeyen, neredeyse 20 kişinin yaşadığı bir odada tüm gün duvara bakmak değil. Asıl zorluk bu vicdanla yaşamakmış. Ah Zeynep’im, hayatımın aşkı, Allah kahretsin nasıl kıydım sana? Nasıl bu kadar gözüm döndü, nasıl böyle bir adama dönüştüm? Kızgınsın değil mi bana? Haklısın, ne diyeyim çok haklısın. Keşke aklımı başıma toplasaydım da yuvamız dağılmasaydı. Kızımıza, Aysun’umuza yazık olmazdı.
İlk tanıştığımız günü tekrar tekrar yaşıyorum. Buz gibi bir kasım akşamında, çöp kokan bir barda ilk kez birbirimizi görmüştük. Simsiyah saçların, harika vücudun ne kadarda güzeldi. Her zaman seninle dalga geçtiğim senin de dünyada en nefret ettiğin şey olan kemerli burnun bile çok hoşuma gitmişti. Sen daha 24 ben ise 29 yaşındaydım. Birbirimizden haberimiz yoktu. Arada bir gözlerimiz buluşuyor, ikimizde tarifsiz bir heyecana kapılıp gözlerimizi kaçırıyorduk. O kadar insan arasından nasıl geldim yanına, nasıl konuştum hala inanamıyorum. İkimizde arkadaşlarımızdan kurtulup dışarıya çıktık. Hafif sarhoş, sallana sallana sokaklarda yürürken ne çok konuştuk, güldük, eğlendik. Daha sonra sanki anlaşmışız gibi hemen hemen her gün aynı bara gittik. Bazen birbirimizi hiç görmemiş gibi davranır, bazense ikimizden biri cesaretini toplar cesaretsiz şekilde birasına bakanın yanına gelirdi. Barlarda buluşmalar, beraber yemeğe çıkmalara daha sonra da evlere gitmelere dönüştü. İkimizde beraber yaşamamız gerektiğini hissediyorduk. Ama ikimizde bu konuyu açma cesareti bulamıyorduk. Ama artık dayanamadığımı hissediyordum. Birden borca girip yüzük alıp sana koşmam ve yalvararak evlenme teklifi etmem hayatımda yaptığım en çılgınca şeydi. Gözyaşlarıyla beraber “evet, evet, evet” deyişini de tekrar hatırladım. Kalbime bir şey battı, ardından rahatsız edici bir sıcaklık tüm vücudumu sardı. Aynı sinirlerim tepeme çıktığı zamanlarda da olduğu gibi. Kafamı duvara hafifçe vurdum, keşke kafamı kırıp ölebilsem, hak ettiğim bu.
Her şey harika giderken mucizevî hayatımıza bir mucize daha eklendi. Bir çocuğumuz olacağını söylediğin zaman az kalsın şarampole yuvarlanacaktım. 9 ay boyunca elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım. Aysun doğduğu zaman ikimizde kendi hayatımızı bırakıp hayatımızı kızımız için yaşamaya başladık. Hatırlarsın Aysunumuz büyürken benim kafe de finansal olarak iyice yükselmişti.
Evliliğimiz boyunca birbirimize hep saygı duyduk. Sen hayatımda gördüğüm en sosyal insandın. Evde en fazla 2 gün durabilirdin. Kalabalık arkadaş grubun hayatında en değer verdiğin şeylerden biriydi. Ben ise senin yanında oldukça asosyal kalıyordum. Arkadaş ortamım üniversite arkadaşlarım Erdem ve Sinan’dan oluşuyordu sadece. Hatırlıyorsundur en büyük aktivitemiz haftada en fazla 1 kere bir yerlerde içmeye gitmekti. Seni de içmeye gittiğimiz bir gün tanıdım zaten.
Herkes ilişkimize gıpta ederken benim içim içimi yiyordu. Artık her gün dışarıdaydın, eve her zaman vakitli gelirdin ama nadirde olsa geç kalırdın ve benim gözüm dönerdi. Bir gün sen gene dışarıya çıkınca odamıza yöneldim. Üstümü değiştirip fırladım arkandan. Seni takip etmeye başladım. Sen de sanki takip edildiğini anlamış gibi hızlı hızlı yürüyordun. Ara sokaklara daldın, sıralı, düzensiz binaların arasından devam ettik. Ta ki sen krem ve beyaz renkli eski bir apartmanın önünde duruncaya kadar. Bende hemen çaprazdaki apartmanın sonundaki çöp kutusunun arkasına yerleştim. Dış kapının üstünde yazan Çınar Apartmanı yazısını uzun uzun inceledin. Sanki o yazıdan biri medet ummaya çalışıyordun. Bende seni izledim. Ne olduğunun çoktan anlamıştım ama anlamamak için kendimle savaşıyordum. Sonunda apartmandan içeriye daldın, bense olduğum yerde beklemeye devam ettim. Çok uzun süre bekledim, sanırım 2 saat kadar olmalı. Sonunda sen kapıdan dışarıya çıktın. Sanki bir şey olmuş gibi etrafına baka baka hızlıca yürümeye başladın. O kadar gergindin ki donup kalmış bir biçimde çöp kutusunun köşesinde duran beni görmedin bile.
İşte, her şey böyle başladı. Sonrasını sende biliyorsun. Daha sonraki günlerde seni takip etmeye devam ettim. Apartmanda gizli gizli buluşmalarınız zamanla dışarıda buluşmalara dönüştü. Sizi ilk kez beraber görünce o kadar gözüm döndü ki bir an nefes alamadım. Ellerim titredi, ecel terleri döktüm. Sakince iki medeni insan gibi bu durumu seninle konuşup ayrılmak en mantıklısıydı ama sinirim vücudumu ele geçirmişti. Siz konuşarak yürürken arkanızdan sizi izlemeyi sürdürdüm. Yanındaki oğlanı inceledim. Uzun boyuyla, kıvırcık kumral saçı ve kirli sakalıyla benden çok daha çekici olduğu kesindi. O kadar sinirlendim ki oğlanı dövmemek için aksi yöne dönüp evimize döndüm.
Günler geçiyor, sen de hiçbir şey değişmiyordu ama her hareketin, her sözcüğün bana batıyordu. İşten geldiğim zaman beni karşılayışın, “aç mısın?” diye soruşun, “sevgilim”, “hayatım” deyişin, hepsi sinirlerimi tepeme çıkartıyordu.
Kendimi tutmaya çalışıyordum, kızımızı, Aysunumuzu düşünüyordum ama kendime engel olamıyordum. Berbat günler geçiriyordum. Kafemin tekrar düşüşe geçmesi de işin tuzu biberi oldu. Eve doğru yürürken attığım her adım, evimize gelirken çıktığım her merdiven, sana yaklaştığımı hatırlatıyordu. Her adımımda sinirlerim daha da artıyordu. Sanki her basamakta anılarımızı tekrar yaşıyor, tekrar tekrar canım acıyordu. Kapıyı her zamanki gibi pozitif bir şekilde açtın ama ben hayran olduğum gülüşünde bile bir hakaret, bir yalan seziyordum. Elimden geldiğince sakin davranmaya çalıştım. Basit bir selamla odamıza geçtim. Tabii ki bir şeylerin yanlış olduğunu anlamıştın. Arkamdan geldin. “Bir şey mi oldu bugün?” deyişini asla unutamadım. Sanki, sanki arada bir tekrar tekrar duyuyorum sesini. “Bir şey mi oldu?”, “Bir şey mi oldu?” diye tekrar ediyorsun. Tekrar ve tekrar, asla bitmeyen asla değişmeyen. Sesinin tekrar duymak sinirimi tepeme çıkardı. Artık kendimi tutamıyordum. Suratına bir tokat yapıştırıverdim. Belki de o an benden beklediğin en son şey bir tokattı. Yere savruldun. Konuşmana fırsat vermeden yakana yapıştım. “Kim o fingirdeştiğin eleman?” “Evlisin, çocuğun var senin. Ne hakla elemanın biriyle öyle fingirdeşiyorsun?” öyle bir bağırıyor, öyle sarsıyordum ki seni hiçbir şey yapamıyordun. Bir şeyler söylemeye çalıştın. Çok korkmuştun, canın çok yanmıştı, konuşamıyordun. Artık kendimi kaybetmiştim. Bir tokat daha yapıştırdım yüzüne. Şiddetli tokatla savrulup dolaba çarptın. Ayakta duramıyordun, yere çöktün. Dizlerini karnına çektin, ellerinle kafanı kapattın, iyice küçülmeye, yok olmaya çalıştın. Saçından tuttum, kafanı kaldırdım. “Konuşsana. Bir şey söyle” ama konuşmadın, konuşamadın. Ağlıyordun. Nefesin kesiliyor kısa bir sessizlikten sonra ağlamaya devam ediyordun. Gözlerinden o kadar çok yaş akıyordu ki sanki olacakları biliyordun da yalvarıyor gibiydin. Saçlarından tutup kaldırdım seni, duvara yapıştırdım, boğazına sarıldım. O anı hala kafamda toparlayamıyorum. Kendime geldiğimde ellerim boştu, sen yere çökmüştün. Ellerime baktım, kızarmıştı. Bir süre öylece durdum, sadece duvara baktım, tıpkı şuanda yaptığım gibi. Sonra titremeye başladım, kafama dank etti. Sana dokundum, tepki vermedin. Ağlamaya başladım. Nabzına baktım, nefesini kontrol ettim. Herhangi bir tepki alamadım. Hiçbir şey duymuyordum. Ne sokaktaki çocukların seslerini, ne içeride açık olan televizyonun sesini ne de başka bir şeyi. Ama hafif bir ses işitmeye başladım. Bir fısıltı gibi bir şeydi sanki. Sonradan fısıltı daha da yükseldi. Boğazımda bir kaşıntı hissettim. Gerçeği dakikalar sonra fark ettim. Duyduğum ses bir bağırıştı, bağıranda bendim. Tekrar kontrol ettim seni ama durum aynıydı. Ne yapacaktım şimdi? Mutfağa koştum. Hemen bıçak aldım, soktum karnıma. Kendimi tekrar tekrar deşmeyi düşünüyordum ama tek bıçak darbesi yetti. Ondan sonrası karanlık…
Sonrasını biliyorsun zaten. Kasten öldürme suçundan 10 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldım. Neredeyse 1 ay polis gözetiminde hastanede kaldım. Şanssızlığıma bıçak karaciğerime saplanmış, böylece hayatta kalabilmişim. Daha sonra Silivri’de bir hapishaneye sevk edildim. Berbat bir yerdi. Çok dayak yedim. Kolum, burnum her yerim kırıldı. Daha sonradan şuan bulunduğum hapishaneye sevk edildim. Üsküdar’da bir yere sevk edildiğimi öğrendim. Burada en azından dayak yemiyorum. Bir tane ağa var burada hepimiz onun emrindeyiz. Onun dışında kimse benimle konuşmuyor, bende duvarı izliyorum.
Zeynep’im, hayatımın aşkı, Allah belamı versin, bu durumdan daha da beterini hak ediyorum ben. Ben neye dönüştüm böyle, nasıl böyle biri oldum? Beni affetmem imkânsız biliyorum. Ben hiçbir şeyi hak etmiyorum. Dünyanın en berbat insanıyım. Birkaç kez daha intihar etmeyi denedim ama hep engel oldular. Cezamı hapiste oturarak değil. Vicdan azabımla çekiyorum. Güneş batıyor, yarın tekrar her şeyi sana en baştan anlatacağım. Tıpkı her gün yaptığım gibi.
hikaye, öykü, dehşet hikayesi, dehşet hikayeleri, dehşet öyküleri, korkunç, korku öyküleri, hapis, hapis cezası, cezaevi, hapshane,
Size bir bira ısmarlamak isterim.