Hikaye Okuma “Afrika Zambakları”
Mustafa Ünver
Gezilere turlar aracılığıyla katılmak birçok yönden riskler barındırsa da yaşanabilecek hoş ve unutulmaz sürprizleri de yeri gelince karşınıza çıkarabilmekte pek mahir olabiliyorlar. Ne de olsa ülkeler ve manzaralardan çok daha fazla sayıda insan ve renkleri hayat sürüyor şu yaşlı dünyada. Her biri ayrı âlem olan türlü insan manzaralarıyla kamuflajsız karşılaşmanın üstüne, bir de uzman rehber eşliğinde gezip göreceğiniz antik, otantik, egzotik mekân ve eserlerin bilincinizde oluşturacağı huzur, dinginlik ve zenginlik, tam da rutinden bunalanlar için iyi bir terapi olabiliyor.
Biz de bir keresinde ailecek yaşadığımız bol bulutlu ve şimşekli bir dönemde eşimle birlikte hiçbirini tanımadığımız bir otobüs dolusu insanın katıldığı, dört gece üç gündüz sürecek olan bir kültür gezisine çıkmıştık. Ön koltuğumuzda iki sevimli Afrikalı genç kadının oturuyor olması hem bizim için hem tüm otobüs için tam da bahsettiğim türden sevimli bir sürpriz oldu. Bilirsiniz Anadolu topraklarında siyahi insanlar pek sempatik bulunurlar, çok sevilirler. Onlarla gülümseşmek, selamlaşmak, konuşmak bozkır insanına iyi gelir, neşelendirir. Bazen Arap diye sempatik bulundukları da olur ama bildiğiniz gibi etnoloji bilimi onlarla Araplar arasında bir bağlantı olmadığını söylüyor.
Ankara’da laborantlık okumuş olanı, eczacılık okumuş olanına göre daha konuşkan, enerjik, sosyalleşmeye açık ve sempatikti. Birisinin yirmi, diğerinin on yedi çocuklu iki ailenin çocukları olduklarını kendilerinden duymak bizi öyle böyle değil, epeyce şaşırtmış hem de acı acı gülümsetmişti. Biraz da Afrika’nın neden Afrika olduğu böylesi bir demografik dengesizlik sonucuydu belki de değil mi? Üstelik onlar bu durumu gururlanarak bizim iki-üç çocuklu ailelerimizle kıyaslıyorlar, “sizinki de aile mi yani!” dercesine kıkır kıkır gülerek ve biraz da şişinerek kendi ailelerindeki çocuk sayısını söylüyorlardı. Bunu anlatırken galiba onlar normal ve doğal olanın kendilerininki olduğuna inanıyorlar, hatta bu durumu övünmeyi bile hak eden bir üstünlük olarak görüyorlardı. Biz de onların bu durumuna “öyle olsun bakalım, ne diyelim!” anlamına gelen şaşkınlıkla dolu kekremsi gülümsemelerle karşılık veriyorduk.
Gezi programımız içinde yer alan otantik ve antik bir köyde, grup olarak ziyaret edilen türlü türlü alkollü ve alkolsüz içecekler sergileyerek yapım süreçleriyle ilgili doyurucu ve ilginç teknik bilgiler de sunan turistik bir mağazaya herkesle birlikte girmek yerine kapı önündeki kaldırım taşına oturarak dışarı çıkan, daha önce birkaç kez merhabalaştığı bazı kadınlara gülerek “Söyle bakalım sen de içeride şarap tattın mı?” diye ayrı ayrı hınzırca sorması bir miktar sevimliliğine verilerek tolere edilebiliyordu. Ama muhatapların yüz ifadelerine bakılırsa bu topraklarda herkesin tercihinin kendisine bırakıldığı, sorgulayarak müdahale etmenin ayıp karşılandığı, Anadolu medeniyetinin zaten tam da böyle bir saygı ve hoşgörü iklimi demek olduğu gerçeğini memleket sınırları içinde yaşadığı onca yıllar içinde algılayamamış olmaları acı bir üzüntüyle karşılanıyordu. “Tam da bu yüzden zaten Anadolu, bir Afrika veya bir Orta Doğu ülkesi değildi çok şükür, iyi ki de değil,” diye gülerek cevap vermişti onların laf sokuşturduğu kadınlardan biri. Bir başkası da Milanolu St. Ambrose’nin “Roma’daysan Romalılar gibi davranacaksın,” sözüne atıf yaparak gülümsemişti. Kulak kabartarak duyduğum bu bilgece cevap, farklı kültür coğrafyalarının bu tür durumları karşılamak üzere tedavüle soktuğu benzer özdeyişleri anımsattı bana. Mesela eski bir Arap atasözü “Topraklarında olduğun müddetçe maliklerini hoş tut; evlerinde bulunduğun müddetçe sahiplerini güzelle,” derken bizde ise “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin” deniyordu.
Gerek buluşma alanlarında otobüsümüzü beklerken gerek inerken binerken ve gerekse toplu gezi esnasında yan yana denk düşmüşken hâl hatır sormaların eşlik ettiği gülümsemeler, kıkırdamalar, yer yer Afrika’nın doğasına, egzotik meyve ve sebzelerine, aile hayatına ve sosyal yaşamına dair verdikleri kısa doğaçlama bilgiler, onlara gösterilen sempatikliği çoğaltıyordu. Türkçelerini süsleyen minik sevimli aksanlar onlara karşı duyumsanan sıcaklığın bir başka sebebiydi muhtemelen. Her şeye rağmen Türkçeleri hiç de fena sayılmazdı ve iletişimde en ufak bir sorun yaşanmıyordu.
Olanlar zaten gezinin son gününde, son ören yerinde oldu. Antik yapının içinde bulunduğu bölgeye giriş öncesinde ziyaret ücretlerinin araçta toplanması üzerine otobüsümüz vakit kaybetmeden tam da bize gösterilen park alanına doğru hareket etmeye hazırlanıyorken kenardaki jandarma kulübesinden çıkan iki üniformalı asker otobüsümüzü durdurdu. Ön kapıdan binerek bir ismi anons ettiler. Hangi ismin telaffuz edildiği bile tam anlaşılamamışken önümüzdeki Afrikalı kadınlar birden ayağa kalkarak ön tarafta dikilen komutana doğru yürümeye başladılar. “Lütfen bizimle gelin” sözüyle birlikte hep birlikte jandarma kulübesine doğru yöneldiler.
Ben de dahil herkes bu müdahaleye şaşırmıştık. Neredeyse tüm geziciler tamamen bir kültür seyahati konseptinde bu türden güvenlikçi uygulamaları hem beklememiş hem bir anlam verememişti. Böyle düşünmekle sevimli çikolata arkadaşlarımızın herhangi bir suça karışmış olmaları ihtimalini de uzak görmüş olmalıydık.
Neler olup bittiğini hem anlamak hem yapabilecekleri bir şey varsa sorunun çözümüne yardımcı olmak amacıyla rehber ve şoförlerin yaşlı olanı da arkalarından jandarma kulübesine gitmişti. On, on beş dakika sonra otobüse dönen rehber, arkadaşlarımızdan birinin oturum süresinin üç ay önce dolmuş olması sebebiyle ülkemizde kaçak statüsünde bulunduğunu, bu yüzden de deport edileceğini ve turu bizimle tamamlayamayacak oldukları için son derece üzgün olduğunu bildirdi. “On küsur yıllık profesyonel rehberlik hayatımda ilk defa böyle bir durumla karşılaştım” derken onun ne kadar üzgün ve şaşkın olduğu hem sesinden hem yüz ifadelerinden açıkça anlaşılıyordu. Ne de olsa rehberliğine emanet edilmiş bir otobüs insan Ankara’ya ancak iki eksiğiyle dönebilecekti. Olanlar için biz de şaşkın ve üzgündük ama rehber için bu durum kuşkusuz çok daha farklı ve karmaşık bir anlam ifade ediyor olmalıydı. Ama her zaman kural kuraldı işte. Hatır kalsın, yol kalmasındı. Herkes konuk olduğu evin kurallarına uyması gerektiğini bilmeliydi. Galiba en çok da başka bir ülkede misafir statüsünde olanların kendi durumları konusunda daha dikkatli olmaları gerekiyordu.
Yaklaşık on saatlik yolculuğun ardından yuvalarımızın bulunduğu şehre dönüp bagajlarımızı teslim alırken boşalan koltukları otobüsün arka tarafındaki yolcular tarafından hemen arkalarından doldurulmuş olan tatliş-ciciş arkadaşlarımızı hatırlayan tek bir kimse bile kalmamış gibiydi. Hayat böyle bir şeydi zaten. Başkalarının dertlerine katlanmak her zaman bu kadar kolaydı ve onların başlarına gelenler çabucak unutulabiliyor ya da bir çay sohbetinde paylaşılacak çerezlik bir öykü konusu olabiliyordu işte.
Mustafa Ünver
hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, macera hikayeleri, hikaye arşivi, hikaye okuma siteleri,