Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 14. Bölüm

Babamın Hikayesi

Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 14. Bölüm “Babamın Hikayesi”

Gün batımından bir saat kadar önce çiftliği gördük. Babam ve Jack’in süt sağmaya başlamak üzere olacağını biliyordum, yani zamanlamamız iyiydi. Annemle yalnız olarak konuşmam gerekiyordu.

İlkbahardan, yaşlı cadı Malkin Ana ailemi ziyaret ettiğinden bu yana, eve gelmemiştim. Alice’in cesareti sayesinde o zaman Malkin Ana’yı yok etmeyi başarmıştık, ama bu durum Jack ve eşi Ellie’yi rahatsız etmişti. Karanlık çöktüğünde evde kalmama pek sıcak bakmayacaklarını biliyordum. Hayaletlerin işleri onları korkutuyordu ve çocuklarının başına bir şey gelmesinden endişe ediyorlardı. Bu yüzden ben de Hayalet için, annemin yardımını alır almaz tekrar yola koyulmak istiyordum.

Hayalet’le Alice’i çiftliğe getirerek herkesin hayatını tehlikeye attığımın da farkındaydım. Eğer Sorgulayıcı’nın adamları bizi takip ettiyse, bir cadıyla hayalete evlerini açanlara asla acımazlardı. Ailemi gereğinden fazla tehlikeye sokmak istemediğimden Alice’le Hayalet’i çiftlik sınırlarının hemen dışında bırakmaya karar verdim. Bize en yakın çiftliğe ait eski bir çoban kulübesi vardı. Büyükbaş hayvancılığa geçtiklerinden bu yana kulübe kullanılmıyordu. Hayalet’i içeri sokması için Alice’e yardım ettikten sonra beni orada beklemesini söyledim. Tarlayı geçip çiftliğimizin sınırını belirleyen çitlere doğru ilerledim.

Mutfak kapısını açtığımda annem her zamanki yerinde, ateşin yanındaki sallanır sandalyesinde oturuyordu. Sandalye hareketsizdi ve içeri girdiğimde öylece bana baktı. Perdeler çekiliydi ve pirinç şamdanda bir mum yanıyordu.

“Otursana evlat,” dedi yumuşak, alçak bir ses tonuyla. “Bir sandalye çek de bana her şeyi anlat.” Beni gördüğüne hiç şaşırmamış gibiydi.

Buna alışkındım. Ebeler güç bir doğum esnasında sorun yaşadıklarında annemi çağırırlardı ve esrarengiz bir şekilde, bu yardım isteği çiftliğimize ulaşmadan çok önce, birilerinin yardımına ihtiyacı olduğunu bilirdi. Bu tür şeyleri hissederdi, tıpkı benim gelmekte olduğumu hissettiği gibi. Annemde özel bir şeyler vardı. Sorgulayıcı gibi birinin yok etmek isteyeceği yetenekleri vardı.

“Kötü bir şey oldu değil mi?” diye sordu annem. “Eline ne oldu?”

“Önemli bir şey değil anne. Sadece bir yanık. Alice iyileştirdi bile. Artık hiç acımıyor.”

Annem, Alice’in isminin geçtiğini duyar duymaz kaşlarını kaldırdı. “Anlat bana oğlum.”

Başımı aşağı yukarı sallarken boğazımın düğümlendiğini hissettim. Konuşabilmek için üç kez denemem gerekti. Ama bir kez konuşmayı başarınca her şey bir çırpıda akıverdi.

“Neredeyse Bay Gregory’yi yakıyorlardı anne. Sorgulayıcı onu Priestown’da yakaladı. Kaçtık ama peşimizdeler ve Hayalet hiç iyi değil. Yardıma ihtiyacı var . Hepimizin yardıma ihtiyacı var.”

Beni en çok huzursuz eden şeyi itiraf ederken gözyaşlarımı durduramadım. İşaret kulesinin bulunduğu tepeye gitmek istemememin asıl nedeni korkuyor olmamdı. Beni de yakalayıp yakmalarından korkmuştum.

“Priestown’da ne arıyordunuz Tanrı aşkına?” diye sordu Annem.

“Bay Gregory’nin erkek kardeşi öldü ve cenazesi orada olacaktı. Gitmemiz gerekiyordu.”

“Bana her şeyi anlatmıyorsun,” dedi annem. “Sorgulayıcı’dan nasıl kurtuldunuz?”

Annemin Alice’in yaptıklarını öğrenmesini istemiyordum. Annem bir zamanlar Alice’e yardım etmişti ve tıpkı Hayalet’in hep korktuğu gibi karanlığa döndüğünü bilmesini istemiyordum.

Ama başka seçeneğim yoktu. Ona her şeyi anlattım. Bitirdiğimde annem derin derin iç çekti. “Bu çok kötü, gerçekten çok kötü,” dedi. “Zehir’in serbest olması –ve genç bir cadının onun iradesine bağlı olması– eyaletteki herkes için çok tehlikeli, hepimiz için korkuyorum. Ama içinde bulunduğumuz durumu, olabilecek en iyi hale getirmemiz gerekiyor . Yapabileceğimiz tek şey bu. Çantamı alayım da zavallı Bay Gregory için yapabileceğim bir şey var mı, bakalım.”

“Teşekkürler anne,” dedim ve aniden yalnızca kendi sorunlarımdan bahsettiğimi fark ettim. “Peki burada durum nasıl? Ellie’nin bebeği iyi mi?” diye sordum.

Annem gülümsedi ama gözlerindeki belli belirsiz üzüntüyü fark ettim. “Ah, bebek iyi ve Ellie’yle Jack de hiç olmadıkları kadar mutlular. Ama oğlum,” diyerek hafifçe omzuma dokundu, “sana kötü bir haberim var. Babanla ilgili. O çok hasta.”

Ayağa kalktım, duyduklarıma inanamıyordum. Yüz ifadesinden durumun çok ciddi olduğunu anlayabiliyordum.

“Otur oğlum,” diye devam etti konuşmaya, “ve üzülmeden önce beni iyice dinle. Durumu kötü ama çok daha kötü olabilirdi. Ağır bir soğuk algınlığı şeklinde başladı, sonra göğsüne inip zatürreye çevirdi. Onu neredeyse kaybediyorduk. Şu anda iyileşiyor umarım, ama bu kış kendine iyi bakması gerek. Korkarım artık çiftlikle fazla ilgilenemeyecek. Jack’in tek başına üstesinden gelmesi gerekecek.”

“Ben yardım edebilirim anne.”

“Hayır oğlum, senin yapman gereken bir işin var. Zehir serbest kaldığına ve ustan zayıf düştüğüne göre eyaletin sana her zamankinden çok ihtiyacı var . Bak, önce yukarı çıkıp babana burada olduğunu haber vereyim. Ve yaşadığın sorunlarla ilgili ona bir şey söylemeyeceğim. Ona herhangi bir kötü haber vererek ani bir şok yaşamasına izin vermemeliyiz. Bu aramızda kalsın.”

Mutfakta beklemeye başladım, birkaç dakika sonra annem elinde bir çantayla aşağı indi.

“Ben ustana yardım ederken sen de yukarı çıkıp babanı görebilirsin. Geldiğine çok sevindi, ama uzun süre konuşturmamalısın. Hâlâ çok zayıf.”

Babam yatakta birkaç yastığa yaslanmış vaziyette oturuyordu. Odaya girdiğimde güçsüz bir şekilde gülümsedi. Çok zayıf ve bitkin görünüyordu ve yüzünde onu çok daha yaşlı gösteren kirli bir sakal vardı.

“Ne hoş bir sürpriz Tom. Otursana,” diyerek başıyla yatağın kenarındaki sandalyeyi işaret etti.

“Üzgünüm,” dedim. “Hasta olduğunu bilseydim seni görmek için çok daha önce gelirdim.”

Babam önemli değil dermişçesine elini kaldırdı. Sonra şiddetli bir şekilde öksürmeye başladı. İyileşiyor olmalıydı; gerçekten hasta olduğu zamanki halini görmek istemezdim. Odada hastalık kokusu vardı. Dışarıdayken asla duyulmayan bir kokuydu bu. Sadece hasta odalarında var olan bir koku.

“İş nasıl gidiyor?” diye sordu, öksürüğü kesildiğinde.

“Fena değil. Yavaş yavaş alışıyorum ve çiftçiliğe tercih ederim,” diyerek tüm olanları aklımın en arka köşelerine ittirdim.

“Çiftçilik senin için fazla sıkıcı öyle değil mi?” diye sordu, hafifçe gülümseyerek. “Ben de her zaman çiftçi değildim.”

Evet dercesine başımı salladım. Babam gençliğinde denizciymiş. Gittiği yerler hakkında birçok hikaye anlatmıştı. Renkli ve heyecanlı hikayelerdi bunlar. O günleri anımsadığında bakışları uzaklara dalar, gözleri ışıldardı. Gözlerinde bu yaşam ışıltısını yeniden görmek istiyordum.

“Evet baba,” dedim, “bana anılarından birini anlatsana. Şu kocaman balinayla ilgili olanı.”

Bir an duraksadıktan sonra kolumu yakalayıp beni kendine doğru çekti. “Sanırım çok geç olmadan anlatmam gereken bir hatıram var oğlum.”

“Saçma sapan konuşma baba!” dedim. Konuşmanın gidişatı beni şaşkına çevirmişti.

“Hayır Tom, bir ilkbahar ve bir yaz daha görmeyi umuyorum, ama bu dünyada fazla zamanımın kalmadığını da biliyorum. Son zamanlarda çok fazla düşünüyorum ve sanırım sana bildiklerimi anlatmamın zamanı geldi. Seni bir süre daha görmeyi beklemiyordum, fakat işte buradasın ve kim bilir seni bir daha ne zaman görebilirim?” Bir an duraksadıktan sonra konuşmaya devam etti: “Annenle ilgili; nasıl tanıştığımızla falan…”

“Bir sürü ilkbahar göreceksin baba,” dedim, ama şaşırmıştım. Babamın anlattığı onca harika anının içinde düzgün bir şekilde anlatmadığı tek bir şey vardı: Annemle nasıl tanıştığının hikayesi. Bu konuyla ilgili konuşmak istemediğini anlayabilirdik. Ya konuyu değiştirir ya da gidip anneme sormamızı söylerdi. Bunu asla yapmadık. Çocukken anlamadığınız ama gidip de soramadığınız birçok şey olur. Babanızla annenizin anlatmak istemeyeceğini bilirsiniz. Ama bugün farklıydı.

Yorgun bir şekilde başını iki yana salladıktan sonra sanki omuzlarında büyük bir yük varmış gibi başını öne eğdi. Tekrar başını kaldırdığında yüzündeki belli belirsiz gülümseme geri dönmüştü.

“Bunları sana anlattığım için annenin bana teşekkür edeceğini sanmıyorum, o yüzden aramızda kalsın. Kardeşlerine de anlatmayacağım ve senden de anlatmamanı istiyorum oğlum. Ama sanırım senin işinden ve yedinci oğulun yedinci oğlu olduğundan ve şey…”

Bir kez daha duraksayıp gözlerini kapadı. Ona bakıp da ne kadar yaşlı ve hasta olduğunun farkına varınca derin bir üzüntü hissettim. Gözlerini yeniden açıp konuşmaya başladı:

“Su almak için küçük bir limana yanaştık,” diyerek hikayesini anlatmaya başlarken, fikrini değiştirmemek için hızlı hızlı anlatmak zorundaymış gibiydi. “Sarp kayalıklarla çevrili ıssız bir yerdi. Sadece liman başkanının eviyle beyaz taştan inşa edilmiş birkaç küçük balıkçı kulübesi vardı. Haftalardır denizdeydik ve iyi bir adam olan kaptanımız bir molayı hak ettiğimizi söyledi. Hepimize kıyıya çıkma izni verdi. Kıyıya çift vardiyalı olarak çıktık. Ben karanlık çöktükten çok sonra karaya çıkan ikinci gruptaydım.

On iki kişi kadardık. En yakın han, dağlardan birinin zirvesine neredeyse yarı yükseklikteki bir köyün en ucundaydı. Hana vardığımızda kapanmak üzereydi. Bu yüzden hızlı içtik. İçkileri, sanki yarını görmeyecekmişiz gibi yuvarlıyorduk. Ardından gemiye dönüş yolunda içmek için birer kulplu sürahi dolusu şarap söyledik.

Çok içmiş olmalıydım, çünkü uyandığımda limana inen dik yolun kenarında tek başımaydım. Güneş doğmak üzereydi ama fazla endişelenmedim; çünkü öğlene kadar demir almayacaktık. Ayağa kalkıp üstümü başımı silkeledim. Tam o sırada uzaktan gelen hıçkırarak ağlama sesleri duydum.

Ne olduğuna karar verene kadar neredeyse bir dakika boyunca dinledim. Yani, kadın sesi gibiydi ama nasıl emin olabilirdim ki? O yörelere ait, gezginleri avlayan yaratıklar hakkında anlatılan birçok tuhaf hikaye vardır. Yalnızdım ve korktuğumu söylememde bir sakınca yok, ama kimin ağladığını görmeye gitmeseydim annenle asla tanışamazdım ve sen de şimdi burada olmazdın.

Yolun kenarındaki sarp kayalığa tırmanıp, bir uçurumun kenarına varana dek diğer taraftan aşağı indim. Yüksek bir uçurumdu, aşağıda dalgalar kayaları dövüyordu ve körfezde demirli gemimiz o kadar küçüktü ki avucumun içine sığabilirmiş gibi görünüyordu.

Dar bir kaya, öne fırlamış tavşan dişi gibi yukarı uzanıyordu ve genç bir kadın, bu kayaya zincirle bağlıydı. Sadece bu da değil, doğduğu günkü gibi çırılçıplaktı.”

Babam bunları söyledikten sonra öyle utandı ki yüzü, eyaletteki topraklar gibi kırmızıya kesti.

“Sonra bana bir şeyler anlatmaya çalıştı. Korkmuş olduğu bir şeydi bu. O kayalığa zincirlenmiş olmaktan çok daha korkunç bir şey. Fakat kendi diliyle konuşuyordu ve tek bir kelimesini dahi anlayamıyordum. Hâlâ anlayamıyorum ama sana çok iyi öğretti ve bu şekilde öğretmek için uğraştığı tek kişinin sen olduğunu biliyor muydun? O iyi bir anne ama kardeşlerinden hiçbiri tek kelime dahi Yunanca duymadı.”

Başımı sallayarak doğruladım. Kardeşlerimden bazıları buna pek memnun değildi, özellikle de Jack… Bu da bazen benim için hayatı güçleştiriyordu.

“Hayır, bunun ne olduğunu kelimelerle anlatamazdı, ama denizde onu dehşete düşüren bir şey vardı. Ne olabileceğini kestiremiyordum, tam o sırada güneş ufukta yükseldi ve o çığlık attı.

Gördüklerime inanamıyordum: Derisinin üzerinde küçük kabarıklıklar oluşmaya başladı ve birkaç dakika içinde her yanı yara içinde kalmıştı. Güneşten korkuyordu. Bugün bile, muhtemelen senin de fark ettiğin gibi, burada bile güneşe çıkmakta zorlanıyor, ki oradaki güneş ışığı çok daha güçlüydü ve yardım etmezsem ölürdü.”

Biraz soluklanmak için duraksayınca annemi düşündüm. Güneş ışığından sakındığını biliyordum, fakat bu üstünde durmadığım bir şeydi?

“Ne yapabilirdim ki?” diye devam etti babam. “Hızlı düşünmeliydim ve gömleğimi çıkarıp üzerine örttüm. Gömlek yeterince büyük değildi ve yanımda başka bir şey olmadığından pantolonumu da kullanmak zorunda kaldım. Sonra gölgemle onu ışığından korumak için sırtımı güneşe vererek üzerine eğildim.

Uzun bir süre, akşamüzeri güneş tepenin arkasında kaybolana dek, o şekilde kaldım. Gemi bensiz yola çıkmıştı ve sırtım da güneşten yanmıştı, ancak annen hayattaydı ve şişlikler yok olmaya başlamıştı bile. Onu zincirden kurtarmaya çalıştım, ama onu her kim bağladıysa düğümler hakkında benden bile çok şey biliyordu; üstelik ben bir denizci olduğum halde! Onu bağlarından kurtardıktan sonra fark ettiğim şey öylesine acımasızcaydı ki gördüklerime inanamıyordum. Yani, annen iyi bir kadın, bunu nasıl yapmış olabilirlerdi, üstelik de bir kadına?”

Babam sessizleşip başını eğerek ellerine baktı. O gün gördüklerini anımsadıkça ellerinin titremeye başladığını görebiliyordum. Neredeyse bir dakika kadar bekledikten sonra onu usulca yeniden konuşturmaya çalıştım.

“Ne gördün baba?” diye sordum. “Ne yapmışlardı?”

Başını kaldırdığında gözleri yaşarmıştı. “Sol elini kayaya çivilemişlerdi,” dedi. “Büyük başlı, kalın bir çiviydi ve ona daha çok acı vermeden elini nasıl kurtarabileceğimi düşünemiyordum. Ama o sadece gülümseyip elini çekerek kurtardığında çivi hâlâ kayanın içindeydi. Yere, ayaklarının dibine kan damlıyordu, ama ayağa kalkıp sanki hiçbir şey olmamış gibi bana doğru yürüdü.

Geriye doğru bir adım attım ve neredeyse uçurumdan aşağı düşecektim. Sağ eliyle omzumdan yakaladı ve öpüştük. Her yıl düzinelerce limana uğrayan bir denizci olarak bunun öncesinde birkaç kadını öpmüştüm ama genellikle çok fazla bira içip hissizleştikten, hatta neredeyse bayılacak hale geldikten sonraydı. Daha önce ayıkken, hele de gün ışığında hiçbir kadını öpmemiştim. Bunu açıklayamam ama onun benim için doğru insan olduğunu hemen anlamıştım. Hayatımın geri kalanını birlikte geçireceğim kadın oydu.”

Öksürmeye başladı ve uzun bir süre devam etti. Öksürük krizi geçtiğinde nefessiz kalmıştı ve yeniden konuşabilmesi için birkaç dakika geçmesi gerekti. Dinlenmesine izin vermeliydim, fakat başka şansım olamayacağını biliyordum. Aklım tam gaz çalışıyordu. Babamın hikayesindeki bazı parçalar bana, Hayalet’in Meg’le ilgili yazdıklarını anımsatıyordu. O da zincirle bağlanmıştı. Serbest kalır kalmaz o da tıpkı annemin babamı öpmesi gibi Hayalet’i öpmüştü. Zincirin gümüş olup olmadığını merak ettim ama soramadım. Bir yanım bu sorunun cevabını bilmek istemiyordu. Eğer babam bunu bilmemi isteseydi söylerdi.

“Sonra ne oldu baba? Eve nasıl döndün?”

“Annende para vardı oğlum. Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçesi olan büyük bir evde tek başına yaşıyordu. Onu bulduğum yere bir mil kadar bile uzak değildi, ben de onu oraya götürdüm ve onunla kaldım. Eli çok çabuk iyileşti, en ufak bir iz bile kalmadı. Ona kendi dilimizi öğrettim. Ya da dürüst olmak gerekirse o, bana nasıl öğretmem gerektiğini öğretti. Nesneleri işaret edip yüksek sesle adlarını söylüyordum. Söylediklerimi tekrarladığında düzgün telaffuz ettiyse başımı aşağı yukarı sallıyordum. Her kelimeyi bir kez söylemem yetiyordu. Annen zeki biri evlat. Çok zeki. Akıllı bir kadın ve asla unutmuyor.

Her neyse, o evde haftalarca kaldım ve kız kardeşlerinin geldiği birkaç gece dışında oldukça mutluydum. İki kız kardeşi vardı ve her ikisi de uzun boylu, sert görünümlü kadınlardı. Evin arkasında ateş yakıp şafak sökene kadar annenle konuşurlardı. Bazen üçü de ateşin etrafında dans ederdi; kimi gecelerse zar oynarlardı. Ama her geldiklerinde, giderek kötüleşen tartışmalar çıkıyordu.

Benimle ilgili olduğunu biliyordum, çünkü kız kardeşleri sinirli bir şekilde pencereden bana bakarlardı ve annen de eliyle odaya geri dönmemi işaret ederdi. Hayır, benden çok hoşlanmıyorlardı ve sanırım orayı terk edip eyalete geri gelmemizin başlıca nedeni buydu.

Ücretli, sıradan bir denizci olarak yola çıkmış, bir beyefendi gibi geri dönmüştüm. Bilet ücretini annen ödedi, üstelik özel bir kamarada yolculuk yaptık. Sonra bu çiftliği satın aldı ve annemle babamın gömülü olduğu Mellor’daki küçük kilisede evlendik. Annen bizim inandıklarımıza inanmıyor, ama bunu benim için yaptı, böylece komşular dedikodu yapamayacaktı ve o yılın sonunda abin Jack doğdu. İyi bir hayat yaşadım oğlum ve hayatımın en iyi dönemi annenle tanıştığımda başladı. Sana tüm bunları anlatıyorum, çünkü anlamanı istiyorum. Farkındasın değil mi, günün birinde ben öldüğümde, evine, ait olduğu yere geri dönecek.”

Babam bunu söylediğinde şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. “Peki ya ailesi?” diye sordum. “Torunlarını bırakmayacaktır herhalde?”

Babam üzgün bir şekilde başını iki yana salladı. “Başka seçeneği olduğunu sanmıyorum evlat. Bana bir keresinde orada ‘yarım kalmış bir iş’ten bahsetti. Ne olduğunu bilmiyorum ve neden o kayaya bağlanıp ölüme terk edildiğini bana asla anlatmadı. Onun kendi dünyası, kendi yaşamı var ve zamanı geldiğinde ona geri dönecek, bu yüzden onun üstüne fazla gitme. Bana bak evlat. Ne görüyorsun?”

Ne söyleyeceğimi bilmiyordum.

“Yaşlı ve bu dünyada geçirecek fazla zamanı kalmamış birini görüyorsun. Aynaya her baktığımda bunun doğru olduğunu görebiliyorum, bu yüzden yanıldığımı söyleme. Annene gelince, hâlâ hayatının baharında. Bir zamanlar olduğu gibi genç bir kız olmayabilir, ama hâlâ önünde uzun yıllar var. O gün yaptıklarım olmasaydı annen bana dönüp bakmazdı bile. Özgürlüğü hak ediyor, bu yüzden onu gülümseyerek serbest bırak. Bunu yapar mısın oğlum?”

Evet dercesine başımı salladıktan sonra sakinleşip uykuya dalana kadar yanında kaldım.

Joseph Delaney

  1. Kitap Hayaletin Çırağı
  2. Kitap Hayaletin Laneti

Hayaletin Laneti 1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 9. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 10. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 11. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 12. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 13. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Hayaletin Laneti 14. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Exit mobile version