Küfe
Sırtındaki küfe boştu. Ancak nezaketen sormam gerekti.
– Boş mu amca?
– Değil, boş değil…
Amca bir şeye sinirlenmiş olmalı. “Değil” Derken, bana; küfenin dolu olduğunu hissettiren bir bakış attı. Kaşları çatık, yüzü düşmüş bu amcaya içerledim doğrusu. Ancak sinirli olmasına sebep ben değildim ya…
Omzumda erzak filesi, ellerimde meyve-sebze poşetleriyle birkaç adım atıp, amcaya tekrar baktım. Beni izliyordu. Ellerimdeki poşetleri bırakıp tekrar baktım.
-Evlat… Dedi amca. Eliyle “Gel” işareti yaptı.
Asuman da beni beklerdi. Asıl alışverişi o yapacaktı. Eve biraz geç gitsem bir sakıncası olmaz ya. Asuman ile alışveriş yapmayı sevmem ben. Avokadodur, brokolidir. Yaz limonu, kış çileği derken… Gerekli gereksiz ne varsa alır ama ben yiyecek bir şey bulamam. Bu yüzden ben ondan ayrı çıkarım pazara…
Poşetleri tekrar takıp yanına gittim. İskemleyi çekip, buyur etti.
– Otur evladım.
Bu kirli elbiseli adamın biraz önceki hırçın tavrından eser kalmamıştı. Eşyalarımı taşıyacağı için çağırmadığı da besbelli… Gerçi ben, eşyaları evime kadar çok rahat taşıyabilirdim ama böyle işlerden evine ekmek götürenlerin para kazanması lazım. Bunun için bile eşyalarımı taşıttırdığım bir küfeci oldu. Epi topu birkaç kilo meyve ile birkaç adet zerzevat taşıttırmıştım. Tamamı beş kilo etmezdi.
O zaman da küfeci;
-E be a’bicim sen de para çok herhâlde… Bunları eve taşıyamam mı? Diye sitem etmişti.
Bilmem ben mi çok iyi niyetliyim, yoksa insanlar bu paraları çok mu zor kazanıyor? Verdiğim üç-beş lira beni neden fakir etsin. Hem Aldığım maaştan bir parça da olsa onların da payı olmuyor mu? Ben veznede onların yatırdığı elektrik, su faturalarından, vergilerden almıyor muyum maaşımı? Öyleyse maaşımın bir kısmı onların. Onlar para kazanamazsa ben de kazanamam…
Yaşlı amcanın gösterdiği yere oturturdum. Elini sırtıma koydu. Mahcup bir tavırla
– Kusura bakma evlat. Dedi.
– Olsun amca. Dedim. Olur böyle şeyler.
– Öyle…
Amca diyeceklerini anlatmadan önce derin bir nefes alıp öksürdü, öksürünce içi acıyor gibiydi.
– Hasta mısın amca? Dedim.
– Yoo yo gayet iyiyim. Yoruldum biraz, sinirim de ondan. Onca yol taşıttı Şirret…
– Kimden bahsediyorsun.
– Senden önce pazarını taşıdığım kadın.
Güldüm… Ama gülünecek bir şey yoktu besbelli. Gülüp yere eğilince fark ettim. Amcanın pantolonu yırtılmış, bacağı kanıyordu. Oraya baktığımı görünce devam etti.
– Eşek sandı bizi her hâl… Yükledikçe yükledi… Araba tutsana a be gâvur… Görsen iki dirhem bir çekirdek.. Cebi kaynıyor da. Arabaya verecek parası yok..
– E bacağın neden kanıyor amca?
– Onun eseri işte… Yükledi gâvur… Yükledi gâvur. Düştüm… Savrulduk. Zerzevat bir yana, ben bir yana… O zoruma gitmedi… Söylediği hakaretler ağza alınır gibi değildi… Bırakacağım bu işi amma… Ev ekmek bekler… Elektrik, su var.. E önümüz kış ya.
– Anladım, anladım amca… Takma kafanı… Olur böyle şeyler.
– Olur, tabi olur ya… Kadına da üzülmedim değil elbet. Düşerken küfenin ucu ayağına değdi. Acımıştır…
Olsun… Sen gel de şu yaranı pansuman edelim önce.
– Yok, yok evladım. Seni de üzdüm. Hakkını helal et. Ben eve varırım şimdi.
– Yok, yok bırakmam. Vallahi olmaz.
– E öyle diyorsan…
Amcayı alıp az ötedeki eczaneye götürdüm. Küfe de, zerzevatlar da orada kaldı. Olsundu…
İki kalfa amcayı oturtup bacağını açtılar, biri arka odaya ilaç almaya giderken diğeri yarayı temizledi. Neyse ki yara çok açılmamıştı. Amca gözünü yaradan ayırmıyordu. Kalfa pamuğu her sürdüğünde iç geçiriyordu, canı böyle daha çok acıyordu.
– Çevir amca kafanı dedi. Odadan çıkan… Öyle daha rahat edersin.
Amca kafasını cama çevirdi. Bir şeyler diyecekti. Gözleriyle dışarıyı işaret edip, söylendi;
-Geliyor Şirret…
Bakmadım. Amcayla ilgilendim. Arkamdan el dürttü beni…
– Haluk… Burada ne işin var?
– Asuman…
Amcaya bakıp, yere düşen yüzüne baktım. Birden doğruldu. Bir Asumana bir de bana baktı.
– Onu tanıyor musun?
Bu suçu sanki karım değil de ben işlemiştim. Utandım, Sustum.
…
Erdal Arslan
(Yarım Kalan Öyküler adlı kitabından)