Hikaye Oku; “21 PSYCHE”

Hikaye Oku

Hikaye Oku; “21 PSYCHE”

– Fausto Carlino hanginiz?

Yattığım yerden önce ayakkabılarını gördüm. Yürürken ses çıkarmaması için tabanları özellikle zımparalanmış, parlak rugan ayakkabılardı bunlar. Sokakta uyuyan evsizlere sessizce yaklaşmak ve onların uyanıp kaçmalarına fırsat vermemek için tasarlanmışlardı. Apoletlerinde “PICKER” yazan buz mavisi gömleği ve lacivert kumaş pantolonundan oluşan üniformasıyla iri yarı bir toplayıcı, yattığım ranzanın yanında dikilmiş, soran gözlerle kırk kişilik koğuşa bakıyordu.

Yaklaşık dört yıl önce Amerikan başkanı olan Andrew Monroe, başkan seçildikten sonra ilk iş olarak sokaklarda yaşayan kimsesizleri toplamaya başladı. Her eyalette “Toplayıcılar” adı verilen ekipler kuran Monroe, sokaklardan topladığı kimsesizleri, dışarıdan modern yaşam alanları gibi görünen kamplara yerleştirdi. Bu kamplar, spor salonları, yüzme havuzları, tertemiz yatakhane ve yemekhaneleriyle beş yıldızlı otelleri andırıyorlardı. Her eyalette en az bir tane, daha büyük eyaletlerde ise ikişer üçer tane olmak üzere toplamda 120’den fazla kamp inşa ettirdi. Harika bir sosyal proje olarak görsel ve yazılı basında reklamları yapılan bu kamplara, önceleri binlerce evsiz gönüllü olarak yerleşti.

İlk evsizlerin bu kamplara yerleşmesinden yaklaşık dört ay sonra sosyal medyada bir video paylaşılmaya başlandı. Videoda doktor önlüklü, ağızları maskeli iki adam ameliyathane gibi bir yerde, sedye üzerinde yatan hastanın çığlıkları arasında canlı canlı derisini yüzüyorlardı. Hemen arkalarında toplayıcı üniforması giymiş başka bir adam, elindeki not defterine bir şeyler kaydederken görünüyordu. Yaklaşık bir dakikalık bu videonun yayılmasından sonra dünya çapında oldukça büyük bir tepki oluştu. Özellikle Amerika’nın bütün eyaletlerinde milyonlarca Amerikalı, toplama kamplarında evsizlere karşı yapılan canice işkenceleri protesto ettiler. Protestoların başlamasından hemen sonra, görüntülerin kendisini yıpratmak isteyenler tarafından montajlanmış sahte bir video kaydına ait olduğu yönünde açıklamalar yapan Başkan Monroe, benzer videoların peş peşe sosyal medyaya düşmesinden sonra tutumunu sertleştirdi. Ülke çapındaki protestolara müdahale eden polislerin gerçek mermiler kullanmaya başlamasıyla binlerce insan öldü. Bütün bu gelişmeler sonucunda kendisini azletmek isteyen Temsilciler Meclisini feshettiğini açıklayan Monroe, birkaç gün sonra da parlamentoyu kapattığını duyurdu. Peşinden de yüzlerce yıllık tarihi olan Amerikan Demokrasisi’ne son verdiğini ve diktatörlüğünü ilan ettiğini açıkladı.

Ortadoğu’da yürütülen yanlış politikalar sonrası bataklığa saplanan Amerikan ekonomisi, Başkan Monroe’nin diktatörlüğünü ilan etmesinden sonra tamamen çöktü. Benim şirketimin de aralarında bulunduğu yüzlerce şirket iflas etti. Ardından da elimizde kalan son malvarlıklarımıza devlet tarafından el konuldu. Beş parasız kaldığım o günlerde yiyecek ekmek bulmakta bile zorlanmaya başladım. Kalacak yerim olmadığı için Manhattan’ın arka sokaklarındaki bir çöp konteynırının yanında yatıp kalkmaya başladım. Yaşadığım bölgede benimle beraber beş tane daha evsiz vardı. Çöpten bulduğumuz yemek artıklarıyla besleniyor, geceleri toplayıcılara karşı sırayla nöbet tutuyorduk. Toplayıcılar her gece devriye dolaşıyor ve yakaladıkları evsizleri kamplara götürüyorlardı. Toplayıcıların yaklaştığını gören nöbetçinin uyarısıyla bulunduğumuz yerden hızla uzaklaşıp saklanacak yerler arıyorduk. Boston’dan Manhattan’a gelen eski basketbolcu James’in nöbet tutarken uykusuna yenik düşmesi sonucu toplayıcılar bizi yakaladı. Her birimizi farklı eyaletlerdeki kamplara yolladılar. İşte New Jersey’deki kampa bu şekilde kapatıldım.

Kamp üç ana bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde kampı yöneten askerler ve yakalanan evsizler üzerinde insanlık dışı deneyler yapan bilim adamları kalıyordu. İkinci bölümde çeşitli laboratuvarlar ve ameliyathaneler bulunuyordu. Üçüncü bölümde ise bizler kalıyorduk. Kaldığımız bina, biri yerin altında olmak üzere toplam dört katlıydı. Bodrum katında mutfak, çamaşırhane ve banyo bulunuyordu. Buralarda aramızdan seçtikleri bazı evsizleri çalıştırıyorlardı. Giriş katında resepsiyona benzeyen bir bölüm bulunuyordu. Tavandan zemine uzanan camlar sayesinde oldukça aydınlık olan bu bölümde, kapıları sürekli kapalı olan bir düzine oda vardı. Birinci katta yemekhane ve yine kilitli odalar, ikinci katta ise her perşembe yeni Amerika’nın tekrar dünyanın süper gücü olacağına yönelik hazırlanan propaganda filmlerini izlediğimiz bir sinema salonu vardı. Elbette Başkan Monroe’nin Amerika’nın başına geçmiş en muhteşem insan olduğunu da öğreniyorduk bu filmler sayesinde. Üçüncü kattaki yan yana inşa edilmiş geniş odalarda, kırkar kişilik koğuşlarda kalıyorduk. Günün büyük bölümünü burada geçiriyorduk. Bütün koğuşların pencereleri ön bahçeye bakıyordu. Pencereden dışarıya baktığınızda gözünüze ilk çarpan şey, içindeki suyun yosun bağlayıp yeşile çaldığı, bakımsız bir havuz ve tabanlarında otların yeşerdiği basketbol ve tenis sahalarıydı.

Hemen hemen her gün sabah toplayıcılar koğuşlara gelir, birimizin bazen de bir kaçımızın adını söyler ve onları alır giderdi. Gidenlerden geriye dönen kimse olmazdı. Onlardan boşalan yataklara yeni evsizlerin yerleştirilmesi çok uzun sürmezdi. Herkes korkuyla sıranın ne zaman kendisine geleceğini bekliyordu. Psikolojimiz bozulmuştu. Bu duruma daha fazla dayanamayan bazı evsizler kendilerini camdan atarak intihar ettiler. Böyle durumlarda toplayıcılar tıpkı bir köpek leşini toplar gibi cesetleri bir torbaya koyar ve hepimizin görebileceği toplanma alanının ortasında yakardı.

Toplayıcının adımı söylemesiyle artık sona geldiğimi düşünerek yatağımdan doğruldum. İçimde korkuya dair hiçbir iz yoktu. Hatta bu ruhsal işkencenin son bulacak olmasından dolayı garip bir rahatlama hissettim.

Toplayıcının bir adım önünde durdum. Gözlerine bakarak,

– “Fausto Carlino benim.” dedim.

Kenara çekilerek başıyla yürümemi işaret etti. Tabanları zımparalanmış ayakkabısıyla arkamdan bir hayalet sessizliğiyle beni takip eden toplayıcının önünde sakin adımlarla ilerliyordum. Merdivenlerden aşağıya inip binadan dışarı çıktık. Ön bahçedeki yosun havuzunun yanından geçerek ikinci binaya girdik. İki katlı binanın giriş katında, bizim binadaki gibi resepsiyona benzeyen bir yerin önünde durduk. Genç ve oldukça güzel bir kadın kibarca,

– “Hoş geldiniz Bay Carlino.” dedi.

Sekreterim Juliette’nin her sabah beni böyle gülümseyerek karşıladığı anlar geldi aklıma. Engel olamadığım bir gülümsemeyle başımı hafifçe eğip selam verdim. Bu kadar rahat oluşuma şaşıyordum. Aynı şaşkınlık onların yüzünden de okunuyordu.

– “Lütfen şöyle oturun, birazdan Profesör Adams sizi almaya gelecek.” diyerek lobiye benzeyen yerdeki koltukları gösterdi.

Tavandan zemine kadar camla kaplı lobiden dışarıdaki kasvetli bahçeyi görebiliyordum. Bembeyaz duvarlarla kontrast oluşturan siyah deri koltuklardan birine oturdum. Bütün duvarlar bomboştu. Sadece karşımdaki duvarda asılı bir takvim vardı. 2148 yılının mayıs ayının dördüncü gününde olduğumuzu gösteriyordu. Dünya savaşının üzerinden yaklaşık dört yıl geçmişti. Ortadoğu’da patlak veren savaşta İsrail’in yanında yer almıştık. Aslında savaşa fiilen sekiz ülke dahil olmuştu. “Mini Dünya Savaşı” olarak adlandırılan bu savaşa Ortadoğu’daki Arap ülkeleri haricinde katılan tek ülkeydik. İran’ın İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşta Arap ülkeleri birleşmiş ve İsrail’i bitirmeye karar vermişlerdi. O zamanki Başkan Anderson Smith, İsrail’i Araplara yem etmemek için ülkeyi savaşa soktu. Yaklaşık iki buçuk yıl süren kanlı savaş sonrasında binlerce askerimizi kaybettik. İsrail, İran tarafından işgal edildi ve varlığı fiilen sona erdi. Biz de Ortadoğu’dan tamamen çıkmak zorunda kaldık. Savaşın ülkemize maliyeti 10 trilyon dolardan fazla oldu. Amerikan borsası çöktü. Başta Apple olmak üzere büyük teknoloji şirketleri iflas etti ve Amerikan ekonomisi büyük bir krizle yüzleşmek zorunda kaldı. Yaşanan bu ağır yenilgi ve yaşanan ekonomik çöküş sonrası Başkan Smith istifa etmek zorunda kaldı. Yerine de milliyetçi aday Andrew Monroe seçildi. Sonrasında yaşananları biliyorsunuz zaten.

Yaklaşık on dakika kadar sonra başımda dikilen toplayıcının,

– “Hoş geldiniz Profesör Adams.” demesiyle daldığım düşüncelerden uyandım. Beyaz doktor önlüğü giymiş, kır saçları omuzlarına dökülen, çerçevesiz gözlükleri ve tıraşlı suratıyla tanıdık bir yüzün gülümseyerek bana baktığını gördüm.

– “Merhaba Bay Carlino ben Profesör Alberth Adams” dedi göğüs cebine iliştirilmiş isimliğini göstererek.

Büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalktım. Uzamış saçları ve daha önce ihtiyaç duyduğunu hiç görmediğim gözlüklerine rağmen yirmi yıllık arkadaşım Enzo Savage’yi tanımam zor olmadı. New York İnstitute Of Technology (NYIT)’in Uzay Mühendisliği bölümünde beş yıl boyunca beraber okuyup mezun olmuştuk. İkimiz de İtalyan asıllıydık. Aynı zamanda sıkı birer New York Yankess taraftarı olduğumuz için üniversitedeki öğrenim hayatımız boyunca yakın arkadaş olmuştuk.

2110 yılında, Enzo daha iki yaşındayken Etna Yanardağı ’nın patlamasıyla yaşanan büyük felaket sonrası anne ve babası, Enzo’yla birlikte henüz altı aylık olan kız kardeşi Barbara’yı da yanlarına alarak İtalya’dan Birleşik Devletlere göç etmek zorunda kalmışlardı. Enzo, ressam olan babası ve müzisyen annesinin aksine sanata değil bilime ilgi duymuştu. Kız kardeşi Barbara ise babasının izinden gidip ressam olmuş hatta birkaç sergi bile açmıştı.

Üniversitenin ikinci yılını tamamladığım yaz, anne ve babamla birlikte kısa bir tatil için California’ya gitmiştik. Oldukça eğlenceli geçen o kısa tatilin dönüşünde büyük bir trafik kazası geçirdik. Kaza sonucu annemle babam hayatlarını kaybettiler. Bense iki aylık tedavi sürecinin ardından New York’a döndüm. Tek çocuk olduğum için yapayalnız kalmıştım. O zor dönemi atlatmaya çalışırken Enzo ve ailesi bana çok yardımcı oldular. O süreçte Barbara’yla başlayan yakınlaşmamız, üç yıl içinde evliliğe kadar uzandı. Okul biter bitmez evlendik. Bu evliliğin ikimiz için de erken olduğunu anlamamız çok uzun sürmedi ve yaklaşık bir yıl kadar süren evliliğimizi karşılıklı anlaşarak sonlandırdık.

Teknolojiye meraklı iki genç olarak, okul biter bitmez Da Vinci Teknoloji Üretim Şirketini kurduk. Özellikle uzaya gönderilen araçlar için çeşitli yazılımlar üretiyorduk. Uzaya yönelik atılımların artmasıyla, şirketimiz kısa zamanda büyüdü. İyi kazanıyorduk. Ancak Barbara’yla evliliğimizin noktalanması, Savage ailesiyle aramızdaki ilişkiyi bozdu. Maalesef bu durum Enzo’yla olan ortaklığımızı da sarstı. Evliliğimin bitmesinden iki yıl sonra payımı alarak ortaklıktan ayrıldım ve kendi şirketimi kurdum. Büyük İtalyan ressam Leonardo Da Vinci’ ye olan hayranlığımızdan dolayı, kurduğumuz şirkete Da Vinci adını vermiştik. Ben de yeni şirketime Leonardo Teknoloji Üretim Şirketi adını vermeyi uygun buldum. Ayrılırken yaptığımız anlaşma gereği pazarı paylaştık ve birbirimizin işlerini engellememeye gayret ettik. Zaten pazar oldukça genişti. Kısa bir süre sonra yeni şirketim de Enzo’nun şirketinin seviyesine geldi. Ortaklıktan ayrılmış olmamıza ve yaşadığımız onca olumsuzluğa rağmen Enzo’yla olan dostluğumuzu sürdürdük. Tıpkı üniversite yıllarımızda olduğu gibi her cuma akşamı Alberto’nun Barında oturur bir şeyler içerdik. İkimiz de iş hakkında konuşmazdık. Daha çok Yankee’lerin o haftaki maçını, yeni açılan resim sergilerindeki genç ressamların tablolarını (Barbara hakkında konuşmamak gibi sessiz bir anlaşmamız vardı.), ülkenin ekonomik durumunu ve Enzo’nun her ay değiştirdiği sevgililerini konu alan geyik muhabbetleri ikimize de çok iyi gelirdi.

Yaşanan ekonomik buhran, ikimiz için de sonun başlangıcı olmuştu. Şirketlerimiz iflas ettikten sonra bir daha görüşemedik. Ta ki bugüne kadar.

Enzo’nun bakışlarının bana yabancı olduğunu fark ettim ve üzerimde ki şaşkınlıktan kurtularak cevap verdim,

– “Tanıştığımıza memnun oldum Profesör Adams.” Yirmi yıllık dostumla yeniden tanışıyor olmanın şaşkınlığını gizlemeye çalışarak gözlerine baktım ve bu işin aslını öğrenene kadar durumu idare etmeye karar verdim.
Enzo eliyle uzun koridoru işaret ederek kendisini takip etmemi söyledi. Kısa bir yürüyüşten sonra yan yana dizili kapılardan birinin önünde durduk. Kapının sağ tarafında retina okuyucu bir alan vardı. Enzo retina okuyucuya baktı. Bana artık oldukça yabancı olan gözleri retina okuyucuya tanıdık gelmiş olacak ki kapı yan tarafa kayarak açıldı. İçeriye girdiğim zaman ilk gözüme çarpan şey karşıdaki duvarı tamamen kaplayan devasa bir ekran oldu. Ekranda uzay boşluğunun bir kesitine ait harita görünüyordu. Enzo ekrana baktığımı fark etti ve konuşmaya başladı.

– 21 Psyche. Bundan yaklaşık 130 yıl önce 16 psyche ismini verdikleri bir asteroit keşfetmişlerdi. Üzerindeki altın miktarı dünyadaki ekonomik dengeleri bozabilecek kadar büyüktü. Ancak NASA hiçbir zaman bu asteroite ulaşmayı başaramadı. Devam eden süreç boyunca buna benzer dört asteroit daha keşfedildi ama üzerlerindeki değerli madenlere ulaşılamadı. İlk defa bu kadar yakınız. 21 psyche iki gün sonra dünyaya en yakın noktaya ulaşacak. Hazırlıklar tamamlandı. Asteroite iniş yapacak uzay mekiği kalkışa hazır. Seçilen astronot mekikle beraber dünyadan ayrılıp asteroitin yüzeyine inecek. Mekikte bulunan kazıcıyla elde ettiği yaklaşık 100 bin ton altın madenini mekiğe yükleyecek ve Amerikan uzay istasyonuna yollayacak. Mekik tek seferde 100 bin ton taşıyabilecek şekilde tasarlandı. İstasyona gidip yükünü bırakan mekik astreoit’e tekrar iniş yapacak ve 100 bin tonluk altın daha alıp tekrar istasyona dönecek. İstasyonda toplanan 200 bin tonluk altını istasyona yollanacak ikinci bir mekikle beraber Amerika’ya indirdikten sonra görev tamamlanmış olacak.

Büyük bir dikkatle Enzo’yu dinledim. Evet ülkenin içinde bulunduğu durumun farkındaydım. Anlaşılan o ki ülkenin bekası bu operasyonun başarısına bağlıydı. Ama bütün bu anlatılanların benimle ne ilgisi vardı? Elimde olmadan sordum.

– “Bütün bunları bana neden anlatıyorsunuz profesör?”

– “O kahraman astronot sizsiniz Bay Carlino.” dedi gülümseyerek.

– “İyi de bu mümkün değil. Ben astronot değilim. Evet uzay teknolojisiyle ilgili çalışmalarımız olmuştu ama astronot olmak bambaşka bir şey” dedim. Yüzündeki gülümseme dondu Enzo’nun. Gözlerime bakarak;

– “O iş kolay!” dedi.

Sonraki bir saat boyunca bilinçaltına bilgi transferiyle ilgili yapılan çalışmaları anlattı. Anlattıklarını şöyle özetleyebilirim. Seni bir sedyeye yatırıyorlar ve kim yapmak istiyorlarsa o oluyorsun. Mesela hayatın boyunca hiç resim çizmesen bile, dünyanın en önemli ressamı olman için o sedyede bir saat kadar yatman yeterli oluyor. Mevcut hafızanı tamamen sıfırladıktan sonra seni hangi amaçla kullanmak istiyorlarsa o konuda bir transfer yapıyorlar. Bir saat içinde yaşadığın bütün anıları, yani seni sen yapan şeyleri yitiriyorsun ve onların istedikleri adam oluyorsun. Enzo bunları bana anlatırken, Enzo’nun Profesör Adams olarak karşıma çıkmasındaki süreci de anlamış oldum. Şanslıydım sanırım. Koğuşumuzdan alınıp bir daha geri dönemeyen evsizler bu projenin hayata geçebilmesi için hayatlarını kaybetmişlerdi belli ki.

– “Fazla zamanımız yok.” dedi Enzo.

– “Sizi sedyeye almak zorundayım.!”

Kaybedecek bir şeyim yoktu. Ancak hayata karşı son bir zafer kazanabilirdim. Sedyeye uzandım.

“-Sizden son bir şey isteyebilir miyim Profesör?”

“- Sizi dinliyorum Bay Carlino.”

Sokağa düştüğüm andan beri yanımdan hiç ayırmadığım, kenarları sararmış fotoğrafı ona uzattım.

“- Bu fotoğrafı, fotoğrafta yanımda duran arkadaşıma ulaştırabilir misiniz?”

Yaklaşık beş sene önce Enzo’yla Yankee’lerin şampiyonluk maçına gitmiştik. Artık fotoğraflar çoğunlukla kağıtlara basılmıyordu ama bu ilkel yöntem bize her zaman ilgi çekici geliyordu. Elinde fotoğraf makinesiyle yanımıza yaklaşan bir adamın teklifini kabul etmiştik. 50 dolar karşılığında çektiği fotoğrafı ben almıştım. Fotoğrafta beyaz Yankee şapkalarımız ve ellerimizdeki biralarla şampiyonluğu kutluyorduk. Evet o zamandan bu zamana yaşanan trajedilerin ardı arkası kesilmemişti ama fotoğrafta ellerindeki biraları havaya kaldırıp gülümseyen iki adam bunlardan hiç etkilenmiş görünmüyorlardı.

Fotoğrafı eline alıp bakan Enzo hafifçe sendeledi ve düşmemek için sedyeye tutundu.

“- Ama bu nasıl olur?” dedi. Yüzü, üzerindeki önlüğün rengi gibi bembeyaz görünüyordu.

“- Hiçbir şey hatırlamıyor musun Enzo?”

“-Enzo da kim?”

Sedyeden doğruldum ve ayağa kalkarak Enzo’nun omuzlarından tuttum. Yirmi yıllık dostluğumuzu yirmi dakikada özetledim. Anlattıklarımı hayretle dinledi ama yüzünde geçmişi hatırladığına dair en ufak bir belirti yoktu. Dev ekranın önündeki masanın yanına yürüdü ve yığılır gibi kendini sandalyeye bıraktı.

“- Benim adım Profesör Adams. Neredeyse yirmi beş senedir bu projenin üstünde çalışıyorum. Otuz senedir evli olduğum bir karım ve iki tane kızım var. Bu anlattıklarının benimle hiç alakası yok.”

“- Anlasana Enzo. Senin bana uygulamak istediğin bilinçaltına bilgi transferi işlemini önce sen de denemişler. Hayatını, anılarını ve kişiliğini çalmışlar. Yerine de şu anda olduğunu sandığın bir adamın hayatını koymuşlar. Belki de Profesör Adams projeyi sonlandıramadan önce öldü ve alelacele zihnini sana kopyaladılar.

“- Saçma! Kes sesini ve hemen sedyeye uzan.!”

Ona doğru iki adım attım ve gözlerine bakarak sordum;

“- Sadece senden bir şey istiyorum. Bilgi transferini yap ama hafızama dokunma olur mu? Bunu benim için yapabilir misin?”

Ayağa kalktı ve gülümseyerek omuzlarımdan tuttu. Aniden ensemde bir acı hissettim. Gözlerim bulanıklaştı, dizlerimin üzerine yığılmak üzereyken beni yakaladı. Vücudum karıncalanıyor ve burnuma amonyak kokusu geliyordu. Beni tıpkı bir kukla gibi sedyeye yatırdı.

“- Kusura bakma dostum ama bu mümkün değil.” dedi elindeki şırıngayı çöpe atarken.

Başımda şiddetli bir ağrıyla uyandım. Ağzımda madeni bir tat vardı. Sanki bir çeyrekliği saatlerce emmişim gibi mide bulandırıcı bir tat.

– “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz Bay Collins?”

Gözlerimi tavana dikmiş yatıyordum. Etrafıma bakmaktan korkuyordum. Göreceklerim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Hala dünyada mıyım onu bile bilmiyordum.

– “Hafiflemiş. Sanki uçuyormuşum gibi. Dünyada mıyız?

– “Dünyayı terk etmek için bu kadar aceleci olmayın Bay Collins şimdilik buradayız. Öncelikle bir şeyden emin olmam lazım. Elimdeki parçanın adını söyleyebilir misiniz?”

Başımı sesin geldiği tarafa doğru çevirdim. Profesör Adams elinde, astronot kıyafetlerimizin arka kısmında bulunan, içinde küçük itici jetler olan SAFER adını verdiğimiz parçayla bana bakıyordu. Uzay yürüyüşleri esnasında beklenmedik durumlarla karşılaşabiliyorduk. Eğer uzay boşluğuna doğru sürüklenmeye başlarsak, SAFER’i kullanarak itici jetler vasıtasıyla uzay istasyonuna geri dönebiliyorduk. Daha önce defalarca eğitimini aldığım bu aleti görünce, yaptığımız uzay yürüyüşleri sırasında oynadığımız eğlenceli oyunlar geldi aklıma. Uzayda yapacak o kadar az şeyiniz oluyordu ki. Bazı zamanlar arkadaşlarla Saferlerimizi açıp istasyonun başından sonuna kadar yarışıyorduk Elimde olmayarak gülümsedim ve – “SAFER.” dedim.

– “Teşekkür ederim. Öncelikle kendimi tanıtmama izin verin.

Gözleriyle tavandaki kamerayı işaret ederek konuşmasını sürdürdü.

– “Ben Profesör Alberth Adams. “21 PSYCHE” operasyonunun hazırlık biriminde görevliyim. Milyarlarca ton altın rezervi bulunan bu asteroite iniş yapacak ve 200 bin ton altını ülkemize getireceksiniz. Yaklaşık üç yıl önceki “20 PSYCHE” operasyonunda yer aldığınız için neden bahsettiğimi anlamış olmanız lazım. Bu arada o projedeki talihsiz kaybınız için çok üzgün olduğumu belirtmek isterim.

William Taylor benim en yakın arkadaşımdı. Onunla bundan on yıl önceki Mars Operasyonu sayesinde tanışmıştık. Marsa kurulan maden arama ocağının tamir ve bakımı için oluşturulan, benim de dahil olduğum dört kişilik ekibin liderliğini yapıyordu. Yirmi yıldır hiç durmadan çalışan maden ocağından elde edilen bol miktardaki platin Amerika’ya taşınmış, daha hafif ve dayanıklı silahlar üretmek için kullanılmıştı. Zamanla eskiyen ve yıpranan işletmenin, tekrar tam kapasiteyle çalışmasını sağlamak maksadıyla Mars’a gitmiştik. Yanımızda iki teknisyenle beraber yaklaşık bir buçuk yıl süren iyileştirme operasyonunu başarıyla tamamlayıp tekrar dünyaya döndük. O operasyonla başlayan dostluğumuz dünyaya döndükten sonra da devam etti. Birkaç farklı projede de beraber görev aldık. Üç yıl önceki 20 PSYCHE operasyonunda amacımız, paladyum açısından zengin olan asteroite ulaşıp yanımızda 100 bin tonluk paladyumla geri dönmekti. Her şey yolunda gidiyordu. 20 PSYCHE adı verilen asteroite başarılı bir şekilde iniş yaptık. Ancak yüzeye indiğimizde meydana gelen beklenmedik gaz patlaması sonucu William uzay boşluğuna savruldu ve karanlığın içinde gözden kayboldu. Dostumun karanlık boşlukta küçülerek yok olmasını çaresizlik içinde izledim. Telsiz bağlantımız kesilmeden önce

“- Eve dön Michael!” diye bağırmıştı. “-Eve dön ve sakın bir daha o gezegeni terk etme!”

Fausto Carlino! Seni işe yaramaz şapşal. Zihnimin zincirlerini kırıp benliğimi işgal eden haydut. Çıldırmak üzereydim. Bir bedene hapsolmuş iki zihin, iki benlik arasında sıkışıp kalmıştım. Bir anda, hissettiğim o hafiflik yerini tam tersi bir ağırlığa bıraktı. Beynim ikiye bölünmüş gibiydi. Bağıran Michael’ı susturdum ama bu sefer de Fausto çıldırdı. Beynimin içindeki kavga yüzüme yansımış olacak ki Profesör Adams elini alnıma koydu;

– “Sakin olun Bay Collins. İçinde bulunduğunuz duruma kısa zamanda alışacaksınız.” dedi. Sonra kulağıma eğilip fısıldadı;

– “Fausto’yu öldürmedim ama onu idare etmeyi beceremezsen o seni öldürecek!

Profesör haklıydı. Fausto’nun planını gerçekleştirebilmek için Michael’a ihtiyacım vardı. Peki ben kimdim? Yani Fausto ve Michael’ı idare etmeye çalışan üçüncü kişi kimdi? Bu sorunun cevabını aramakla vakit kaybedemezdim. Derhal ikisini de kontrol altına almalıydım. Şimdilik Fausto’yu susturmaya karar verdim. Elbette sahne sırası ona da gelecekti. Son sözü Fausto’nun söyleyeceği konusunda anlaştık. Bu iş birliği hepimiz için de en doğru olanıydı. Sedyeden kalktım ve profesörün endişeli bakışlarına aldırmadan konuştum;

-Ben iyiyim Profesör. Hadi biraz altın toplayalım!

Özel bir jetle Seattle’daki Planetary Resources Asteroit Madenciliği Şirketinin inşa ettiği mekik istasyonuna ulaştık. Neredeyse bir asırdan fazladır uzay madenciliği üzerine yatırımlar yapan bu şirkete de tıpkı diğer büyük şirketler gibi devlet tarafından el konulmuştu. Yolculuk boyunca profesör operasyonun tüm detaylarını bana anlattı. Zaten operasyonla ilgili her ayrıntı, bilinçaltı bilgi transferi vasıtasıyla zihnime aktarılmıştı. Asteroite gidecek ve uzay haydutluğu yaparak 200 bin ton altını çalıp dünyaya getirecektim. Korkmuyordum. Aksine böyle bir şansın elime geçmiş olmasından dolayı çok mutluydum.

Çıkış kapısına gelene kadar sayısız koridordan geçtik. Hemen hemen her koridorun giriş ve çıkışlarında ellerinde uzun namlulu silahlar bulunan askerler vardı. Profesör Adams kapıya kadar bana eşlik etti. Kapıya vardığımızda mekiğin kalkmasına yaklaşık yirmi dakika kalmıştı. Bu adrenalini ne kadar özlediğimi fark ettim. Daha önce defalarca uzaya çıkmış bir astronot olarak hala ilk günkü heyecanı hissediyordum.

Profesör elindeki astronot başlığını bana uzatarak

“- Ülkenin geleceği senin elinde Michael.” dedi.

Enzo’nun gözlerinde tanıdık bir pırıltı aradım ama boşuna çabaladığımı anlayarak gülümsedim.

– “Merak etmeyin Profesör Adams. Elimden geleni yapacağım.” diyerek başlığı aldım ve güneşin altında pırıl pırıl parlayan mekiğe doğru yürüdüm. Pilot kabinindeki yerimi aldım. Telsiz bağlantılarını kontrol ettim. Tüm uçuş prosedürlerini yerine getirdikten sonra kalkışa hazır olduğumu bildirdim. Yaklaşık iki dakika içinde kalkışın başlayacağını ifade ettiler. Başlığımı alıp kafama götürürken içinden bir şey düştü. Eğilip baktığımda ellerindeki biraları gülümseyerek havaya kaldıran beyaz şapkalı iki adamın bana baktığını gördüm. Uzanıp fotoğrafı aldım ve görebileceğim bir noktaya yerleştirmek üzereyken arkasında bir şeyler yazılı olduğunu fark ettim. Fotoğrafın arkasını çevirdim. Tanıdık bir el yazısıyla “İYİ ŞANSLAR FAUSTO! KARDEŞİN ENZO” yazıyordu. Bu yazıyı Profesör Adams bana bir jest olarak mı yazmıştı yoksa gerçekten Enzo’mu yazmıştı bunu asla öğrenemeyecektim. Gerçi artık hiçbir önemi de yoktu. Fotoğrafı tam karşımdaki düğmelerden birinin altına sıkıştırdım ve gülümseyerek fısıldadım;

– Sana da iyi şanslar kardeşim. Görüşmemek üzere!

– Hazır mısın Michael?

Merkezden kulaklığıma gelen sesle toparlandım ve – “Hazırım!” dedim.

10,9,8,7,6,5,4,3,2,1….

Motorlar büyük bir gürültüyle çalıştı. Yaklaşık sekiz buçuk dakika sonra atmosferden çıktım. Karanlık boşluk önümde dipsiz bir kuyu gibi uzanıyordu. Kemerimi çözdüm ve pencereden mavi gezegene son kez baktım. Bundan önce defalarca uzaya çıkmış olsam da durum bu sefer farklıydı. Geri dönmeyecektim. Sayısız savaşlara, doğal afetlere, ekonomik krizlere, açlığa, sefalete ve trajediye ev sahipliği yapmış olan mavi küre buradan bakınca oldukça masum görünüyordu. Zaten masum değil miydi? Biz insanlar, tabiatın defolarıydık. Ellerimizdekilerle yetinmeyi bilmedik. Hep daha fazlasını istedik, bu uğurda savaştık, kan döktük, neredeyse tabiatı yok ettik. Dünyadakiler yetmediği için uzayı talan etmeye başladık. Tabiata rağmen değil, tabiatla beraber yaşanması gerektiğini bir türlü öğrenemedik.

Mekiğin rotası otomatik pilota yüklenmişti. Asteroite ulaşmam yaklaşık iki saat kadar sürecekti. Önce asteroite inecek ardından kazıcıları çalıştırıp kargo bölümüne yüklediğim altınlarla yörüngedeki uzay istasyonuna dönecektim. Kargo bölümünü orada bırakacak, uzay istasyonundaki diğer boş kargo bölümünü mekiğe kilitleyip tekrar asteroite inecektim. O kargoyu da doldurduktan sonra tekrar uzay istasyonuna dönüp gelecek ikinci mekiği bekleyecektim. İkinci mekik gelince yüzer bin ton altınla dolu kargo bölümlerini mekiklere kilitleyerek dünyaya dönecektik. Ancak Fausto’nun başka planları vardı.

Otomatik pilotu devre dışı bıraktım. Mekiğin rotasını uzay istasyonuna çevirdim. Saatte 30 bin kilometre hızla istasyona doğru yol almaya başladım. Mekiğin bu olağan dışı hareketi karşısında merkezden neler olduğuna dair sorular gelmeye başladı. Telsiz bağlantısını kestim. Bu hızla yaklaşık on dakika içerisinde istasyona ulaşacaktım. Çantamda getirdiğim Yankee şapkamı giydim. Çantanın gizli gözüne son anda yerleştirmeyi başardığım biramı aldım ve pencereden karanlık uzayı seyretmeye başladım. Gözlerim William’ı arıyordu. Sanki aniden pencerede belirecek ve “Sana bir daha o gezegeni terk etme demedim mi?” diye sitem edecekti. Birden fotoğraf aklıma geldi. Fotoğrafı elime aldım ve bir an için o güne geri döndüm. Ne harika bir gündü. Yankee’ler şampiyon olmuştu. Enzo’yla sabaha kadar kutlamıştık.

Çarpışmayla ilgili uyarılar gelmeye başladı. Ancak bütün otomatik önlemleri devre dışı bırakmıştım. Uzay istasyonu iki yıldır boştu ve son misafirini ağırlamak üzereydi. Işıklar yanıp sönmeye alarm sesleri deli gibi çalmaya ve giderek seslerini yükseltmeye başladılar. Bütün bu kargaşanın arasında Fausto konuşmaya başladı;

– Seni tanımak güzeldi Michael. Sen cesur bir adamsın.

– Sen de tam bir çılgınsın Fausto diye gülerek karşılık verdi Michael.

Yazar – Ufuk BAYSAL

Exit mobile version