Düğünde Vatan Görevi
Kebap, işkembe, mumbar ve kadayıf kokuları sarmıştı tüm sokakları. Zümrüt yeşili zeytin ağaçları ve her biri güneş kadar parlak olan kayısı dalları. Herkesin herkese «Selamûn Aleyküm» lafının esirgemediği, komşuluğun ayıp olmadığı ve her şeyin sevgi, saygı ve değer kıymet üzerine kurulduğu zamanlardı. Saf ve temiz kalplerin birbirini kırmadığı zamanlardı.
Bembeyaz güvercinlerle uyandım bir sabaha. Hamd olsun her halime, aldığım her nefese. Köyün en terbiyeli ve disiplinli ailesinden bir kürt kızıydım ben. İsmimi soranlara gururla «Berfin» demekten asla utanmıyordum. Küçük hayalleriyle mutlu olan, okuma aşkıyla yanıp tutuşan Berfin’dim ben. Yazın buram buram toprak kokan Şanlıurfa, kışın adımın anlamının tamamını içeriyordu. Adim, yani «Berf», «Yağan kar» demekti. Her saf kar tanesi kadar güzel ve özel miydim acaba? O kadar değerli miydim? O kadar kıymetli miydim? Yoksa hiç bir özelliği olmayan Berfin miydim? Bilemiyordum.
Evet, bende onlara kurban gitmiştim. Anneme ve babama, amcalarıma ve dayılarıma hepsine yenik düşmüştüm. Daha on yedi yaşında, hiç tanımadığım birine emanet edilmiştim. Yağan her kar tanesi kadar olamasam da, donan her buz parçası gibiydi hayatım. Donup sonra çözülüyordum. Yazın ise toprağı yakıp kül eden güneş gibiydim, sessiz ama etkili. Sessizliğimi bozmamaya yemin etmiştim, babamın isteğiydi. Ne diyebilirdim ki? Benden 40 yaş büyük birini istemiyorum, mu diyebilirdim? Küçüğüm daha, mı diyebilirdim? Üç yıl boyunca henüz hazır değilim bahanesiyle yeterince idare etmemiş miydim?
Yıllar, aylar, haftalar ve günler. Hepsi istemediğim bir şey için sayılıyordu sanki. Beyaz bir kağıda beyaz kalemle yazmak gibi bir şeydi hayatım, her ne kadar isyan’da etsem başarısızdı. Böyle mi olmalıydı hayatım? Bu muydu kaderim? Her ne kadar istemesem de mecburdum, babamın başını öne eğemezdim.
Yağmurlu bir sabaha, gözyaşlarımda dahil olunca bütün Şanlıurfa ağlıyordu sanki. Kaderime yenik düşmeme, sessizliğimi bozmamama engel olan her şey kadar engel olmayacak şeylerde çıkıyordu karşıma. Annem daha 12 yaşındayken babamla evlendirilmiş ve 14 yaşındayken de abimi doğurmuştu. Engel olmamıştı, olamamıştı çünkü babasının isteğiydi, tıpkı benim kaderim gibiydi. Küçük yaşta yapılan her yanlış annemin kaderine birer basamak olarak yerleşmişti. Annem kendi kaderini bende de görünce karşı çıkmayı denedi, fakat hiç bir sözü aldırılmadı. Ben artık bir güvercin gibiydim, kar beyazı kanatlarım kafesinde uçmayı bekliyordu. İmkansızdı, hayat gibi.
Cehennem sıcaklığına varmıştık yine bir sabaha. Şanlıurfa sokakları yanıp kül oluyordu. Çocuk sesleri, ekmek parası için birbirini yiyen esnaf sesleri, pazarlık yapan teyze sesleri. Her şey buradaydı. Elinde iki portakal tutan bir dede vardı, yüzüne nur, gözlerine ak düşmüştü. “Alır mısın, kızım?” diyerek yüzüme gülmeye başladı. Hiç kimse onun yanına gitmiyordu, kıyafetleri paramparça, fakat kalbi sapa sağlam. O kadar güzeldi ki o an, elini öpesim geldi. Tuttum ellerinden, öpüp anlıma değdirdim. “Kızım gibi kokuyorsun”, deyip saclarıma dokundu. Annemin bana alışveriş için verdiği paraların hepsi cebimdeydi. Tanesi kaç lira dedecim, dedim. Gönlünden ne koparsa, dedi ve gülümsemeye devam etti. Gözleri her ne kadar görmüyor olsaydı bile, sanki gözlerimin ta derinlerine bakıyor gibiydi. Portakalların hiçbirini almadan cebinin içine annemin verdiği bütün paraları koydum. Başta kabul etmese de ihtiyacı olduğunun farkındaydı. “Allah senden razı olsun”, deyip anlımdan öptü. “Berfe!”, diye bağıran bir ses duymuştum sanki. İki saniyeliğine arkamı döndüm, ve geri döndüğümde o dede orda yoktu. Nereye gidebilirdi, o çok yaşlıydı hemen böyle kaybolamazdı. Bunun içinde bir şey vardı.
Eve dönüşüm çok çabuk olmuştu. Annemin bana verdiği parayı bir dedeye vermiştim, annem sorarsa kayboldu derim diye düşünmüştüm. Kapıdan girişim ve anneme bağrışımla beraber karsımda kar beyazı bir gelinlik, upuzun bir duvak gördüm. “Anne?”, demem ile gözümden bir damla yaş akması aynı anda olmuştu, başımdan kaynar sular dökülüyordu sanki. “Annem, tut kollarımdan çıkar beni bu kuyudan”, “Kıydılar bize kızım, affet beni”.
Davul ve zurna seslerinden kendi seslerini duyamayan insanlar, halaylar hepsi kurulmuş ve düğün başlamıştı. Bugün Berfin’in düğünüydü, kürt kızı Berfin’in düğünü. Benim düğünüm. Gelinliğimi zorla giydirmiş, ve beni zorla hazırlamışlardı. Hiç dokunulmamış bir gonca gibi olmuştum, ter temiz ama aslında çok kırgın. Kebaplar ve tatlılar, pastalar ve içecekler ordan oraya gidiyordu. Yanımda Azad amca vardı, o artIk benim kocam olacaktı.
Birden davul ve zurna sesleri durdu. Hiç kimse hiç bir şey demedi, herkesin gözündeki o ne oldu bakışı bütün araziyi kaplıyordu. Herkes gibi bende çok meraklanmıştım. Bugün 15 Temmuz’du ve saat henüz 22:00’di. Düğün bu kadar çabuk mu bitmişti? Yoksa gerçekten bir ara mı vermeleri gerekiyordu? Ne oluyordu bu insanlara?
Gözlerimi açıp kapattıkça insanların gidişini görüyordum, Azad amca yerinden oynamıyordu. Babam herkese gitmeyin dedikçe insanlar kaçarcasına koşmaya başlıyordu. Birden bir kaç silah sesinin yaklaştığını fark ettim. Bu silah sesleri olması gerekenden yüksek, ve hızlıca yaklaşıyordu. Kanımın sıcaklığını hissediyordum adeta. Çok yakındı bana, canım yanmıyordu. O arada Azad ellerimden tuttu ve beni kaldırdı. “Kalk hemen burdan, gidip saklanmalıyız. Yoksa ölümümüz çok yakın..”, diye bağırmaya başladı. Herkes kaçıyordu, ama ben yerimden oynamıyordum. Azad kalkmam için beni zorlasa da bir an seslerin hiç biri gelmemeye başlamıştı.
Kafesinde boğulan bir güvercin gibiydim, çaresiz ve mahkum. Gözlerimin önüne beyaz bir perde inmişti, tenim olmaması gerekenden soğuk ve yumuşaktı. Dilimden artik sadece bir kaç söz akıyordu.
“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü.”
Güvercin artık uçuyordu, en yükseklere. Hiç görmediği yerlere..
Büşra Seda Bakır
Okuyucularımızdan Gelenler