Çok Güzel Bir Hikaye Daha; “Bir Kelebeğin Peşinden”
Bir sabah, “Toparlanın gidiyoruz” Dedim. “Nereye”! Dedi çocuklar! “Nereye olacak” Dedim “Bozcaada’ya”. Düştük yollara. Havada baharın sükuneti, içim de zamana yenilmeyen bekleyiş vardı. Geyikli’de arabanın açık camından, görebileceğim en güzellerinden bir kelebek girdi. Direksiyon üzerine kondu. Benekli bakır renkli kanatlarının altları mavi ve kırmızı benekli, Kırlangıçkuyruk kelebeği. Denizi, adayı, yalnızlığı hatırlatıyor. Anlaşılan benimle Bozcaada’ya gidecek. Benim güzel yol arkadaşım, belki de bize rehberlik yapacak! Bizi bilmediğimiz yerlere götürecek. Biraz hanımeli küçük çanakta su kapı, biraz da kuş cıvıltısı.
Bozcaadayı bilmem. Hiç de gitmedim. Ama severim, niye severim onu da bilmem. Adını duyunca bir yanım sızlar. Bir yalnızlık çöker yüreğime, sanki beni oraya çeker. Bir bekleyenim varmış gibi! Bildiğim halde gitmiyormuş gibi bir durum işte.
Feribota binmek için arabalar kuyruk oluşturmuştu. Tatlı bir lodos yüzümüzde dolaşırken, biz de katıldık kervana. Rüzgar en hızlı buralarda esiyor gibiydi. Kıymetli misafirim kelebek gömleğimin yakasına kondu bu sefer. Çok uslu benekli kanatları rüzgarda oynaşıyor gibiydi. Kelebeğin yaşam sevincine şapka çıkarasım geliyordu. Öfke ve hüznün olduğu şu dünyada yaşanması gereken ne kadar güzel bir yaşam da vardı. Kendi düşünü gerçekleştirmek için bize katılmıştı.
Feribot Bozcaada’ya yaklaşırken, sessiz ve yalnız ada hissine kapıldım. Kafa dinlemek için ideal gözüküyordu. Etraftaki taş evler, karadut bağ evleri dikkat çekiyordu. Sokaklar dar ve birbirlerini dik kesiyordu. Ahşap ve karkas yapılar arasında kendimi çok mutlu hissediyordum. Kelebeğin yakamdan ayrılmaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Eşim ve çocuklar Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda tarihi evlerinin sıcak ve samimi atmosferindeki yürüyüşümüz keyifliydi.
Türk ve Rum kültürünün hüküm sürdüğü esintili sokaklarda yapılar birbirlerine çok benziyordu. Bir tarafta vakur yapısıyla yükselen cami, diğer tarafta Ortodoks havası estiren kilise huzurla bekleyişlerini sürdürüyorlardı. İşin tuhaf tarafı sanki daha önce buralara gelmiş, görmüş gezmiş hislerimin yüreğimden eksilmeyişiydi! Sanki bir şu köşe başındaki eski kaplamaları kararmış ahşap evin önünde biri beni bekliyormuş gibi, duyduğum heyecanım! Halbuki buralara ilk gelişim! Kimseleri de tanımam.
Ada halkı rüzgarla yaşamaya alışmış gibiydiler. Baharın insanı rahatlatan mis gibi havasında herkesin yüzü gülüyordu. Eşim çocuklar ve ben acıkmıştık. Nerede ne yiyelim derken! Daha önce uğradığımı sandığım merkezdeki Sandal restorana doğru yürüdüm! Her zaman oturduğumuz bir masaya gelmiş bir ruh yapısıyla oturdum. Eşim ve çocuklar da beğenmişlerdi burayı. Benim özgür kelebeğim hayatından memnun olacak ki! Hiç yakamdan ayrılmıyordu. Yolda birileri yakama bakıyor ama kelebeğin canlı mı cansız mı! olduğunu tahmin edemiyorlardı. Güler yüzlü anne ve kızlarının çalıştırdığı büyük pencereli, katlanmış kepenkli şirin lokantanın önündeki küçük bahçe ve hünnap ağaçlarının arasından deniz görülebiliyordu. Ben nedense bu sefer zeytin yağlı yaprak sarması yemek istedim. Eşim kabak çiçeği dolması çocuklarda köfte ekmek.
Bozcaada’nın her sokağı muhteşemdi. Evlerin, bahçelerin balkon ve pencerelerin etrafı çiçeklerle süslenmişti adeta. Daracık sokaklar mutluluk yuvası gibi, gelin damatlar el ele dolaşıyor kameralar onları takip ediyordu. Her evin ayrı bir güzelliği var ve fotoğrafçılar buralarını mesken tutmuş ekmek parasını fotoğraf çekerek çıkarıyordu.
Bozcaada’da gün, geceye dönmeden daha yapacaklarımız vardı. Akşam yemeni Cobalı meyhanede enfes şarapların tadına varmak istiyordum. Polente’de gün batımını izlemek istiyordum. Bütün bu güzellikleri uyanan ruhumun izin de yaptığımın farkındaydım. Biraz alışverişten sonra son feribotla Geyikli sonra da Çandarlı’ya dönmeyi planlıyordum.
Biraz yorgunluk belirtileri var mıydı! Yoksa şu güzel evin yanında ki kaffe bar da yorgunluk alsın diye damla sakızlı Türk kahvesi içelim düşüncesiyle mi! Bilmiyorum! Üzeri mavi kaplamalı masaya oturduk. Sarışın yosun rengi gözleri, gülümseyen yüzüyle bir Rum kızına kahvelerimizi söyledik. Karşımızda ki iki katlı ahşap ev bakımlı haliyle dikkati çekiyordu. Küçük arkaya doğru kıvrılan bahçesi vardı. Bahçede çalışan güler yüzlü ellisini geçmiş bir kadın çiçeklere çapa yapıyordu. Oturduğumuz masadan gözlerimizle kolay gelsin der gibi karşılıklı tebessüm ettik. Birinci katın balkon kapısı açık rüzgarın esintisiyle perde kıpır kıpırdı. İçerisinden Türk sanat müziğinden güzel bir parçanın nameleri bize kadar geliyordu.
Kahvelerimizi yudumlarken gömleğimin yakasında adeta yapıştırılmış gibi tutunan kelebeği parmağımın üzerine alarak, kahve altlığına koyduğum sudan içmesini istiyordum. Kelebek sanki beni anlıyordu. Önce parmağıma sonra da su dolu tabağa kondu. Eşim ve çocuklar ilgiyle onu izliyorduk. Kelebeğin çene ve gagası olmadığı için ince bir hortum ile suyunu içti. Sonra da bizden ayrılarak karşı evin balkon perdesine kondu. Hepimiz de üzülmüştük. Kısa zamanda nasıl da alışmıştık birbirimize. Demek ki uzun yolculuğu bu muhteşem eve kadarmış. Bizim şaşkın bakışlarımızı bahçede çalışan kadın da takip ediyormuş, bize dönerek “Solmuş renkler içinde çiçekler, bir günde olsa mutlu kelebekler” Diyerek bizlere teselli edercesine özlü bir cümle kurmuştu. Sonra da yukarı seslendi. “Gülnihal kızım bakar mısın”! Kısa bir aradan sonra önce çok tatlı bir kız sonra da annesi geldi balkona. Bize bakarak gülümsüyordu balkondaki kadın. Öyle bir gülüşü vardı ki, kelebek görse ömrü uzardı! Kadının bakışları bana hiç yabancı değildi. Bu aşina dolu bakışları tanıyordum ben! Ama bu güzel alımlı kadın kimdi!
Bu ürkek gizemli bakışlar mıydı! Beni buraya çeken. Küçük çocuk “Bak anneciğim perdemize bir kelebek konmuş” Diyerek perdeyi gösteriyordu. Ama Kadın bize olan bakışlarını kesmemişti. Belli ki oda sis perdesinin aralanmasını bekliyordu. Bahçedeki anne “Gülnihal kızım akşama misafirlerimiz var, sen salataya başlayabilir misin” Dediğin de Kalbe dolan o ilk bakışları hatırladım. Gülnihal ilk okulda sınıf arkadaşımdı. Ve okul bitince babasının tayini için doğuya gitmişlerdi. Bir daha hiç görüşmemiştik. Aradan uzun yıllar geçmişti, onu ilk defa görüyordum. Onu hatırlardım ara, ara. Ele avuca sığmaz bir çocuktu. Bir resmi yoktu bende, ama bana yazmış olduğu bir şiiri vardı! Avuçlarıma sıkıştırdığında ikimizde utanmıştık. Sararmış çizgili bir defter yaprağına yazılmış o şiiri, hala saklarım. Şiirin son iki mısrasını zaman zaman mırıldandığım da olurdu. “Bir tanem sen benden yana ferah tut kalbini / Ben seni herkesten çok dünyalar kadar severim.
Şaşkınlığım ve çaresizliğim tüm vücudumu sarmıştı! O da beni hatırladı mı bilemiyorum!. Sorgulayan bakışları sürüyordu. İsmi ve duygu dolu bakışları hatırlatmıştı bana. Yüreğe hapsedilen o ilk bakışlar kolay kolay unutturmuyordu. İkimiz de başka baharlara koşmuştuk. Yıllar çok şeyler alıp götürmüştü bizden. Ne diyebilirdim ki! Onu sağlıklı ve mutlu görmek çok güzeldi. Şimdi Bozcaadayı daha çok seviyorum.
Biz Polente’ye mehtabı seyretmeye giderken, Kelebeği düşünüyordum. Bir günlük ömrü vardı onu da bize harcamıştı.