Owl Creek Köprüsünde Bir Olay

Owl Creek Köprüsünde Bir Olay

Hikaye oku; Bir adam, kuzey Alabama’da bir demiryolu köprüsünün üstünde durmuş, beş altı metre kadar aşağıda hızla akan suya bakıyor. Elleri arkasında, bilekleri bir sicimle bağlı. Boynuna sımsıkı bir ip geçirilmiş. İp başının yukarısındaki sağlam payandaya bağlanmış, sarkan ucu ise dizlerine kadar iniyor. Adam ve cellatları –sivil hayatta şerif yardımcılığı yapmış olabilecek bir çavuşun komutasındaki iki Federal ordu askeri– demiryolunun raylarına destek veren traverslerin üstüne serilmiş birkaç oynak kalasın üstünde duruyorlar. Geçici olarak yerleştirilmiş bu platformun az ötesinde, üniformasından yüzbaşı olduğu anlaşılan bir subay, belinde kılıcı, dikiliyor. Köprünün iki ucunda birer nöbetçi ellerinde tüfekleriyle “destek” pozisyonunda duruyorlar; yani tüfeklerini sol omuzlarının önünde dikey tutmuşlar, dipçikler önkollarına dayalı, eller göğüste; bedeni dik durmaya zorlayan, yönetmeliğe uygun ama doğaya uygun olmayan bir duruş.

Köprünün ortasında olup bitenleri bilmeleri gerekmiyor gibi; köprünün bir
yanından öbür yanına uzanan tahta kaplamayı abluka altında tutuyorlar, o
kadar.

Nöbetçilerden birinin ardında kimseler görünmüyor; demiryolu yüz metre
boyunca doğruca bir ormana dalıyor, sonra kavislenerek gözden kayboluyor.

Belli ki, biraz daha uzakta bir ileri karakol var. Nehrin karşı yakası açık bir alan – tatlı bir eğimle yükselen bayırın tepesinde tüfekler için mazgal delikleri açılmış, dik kazıklardan oluşan bir tahta perdenin mazgallarından
birinden de köprüye hâkim bir pirinç topun namlu ağzı çıkıyor. Bayırın yarı yolunda köprü ile müstahkem mevki arasında izleyiciler var – bir hizada “rahat”a geçmiş bir piyade bölüğü; tüfeklerinin dipçikleri yerde, namlular hafifçe geriye doğru sağ omuzda, eller kundakta bitişmiş. Sıranın sağında bir teğmen duruyor, kılıcının ucu yerde, sol eli sağ elinin üstünde.

Köprünün ortasındaki dörtlünün dışında hiç kimse kıpırdamıyor. Bölüğün yüzü köprüye dönük hiç kıpırdamadan, taş kesilmişçesine öyle bakıyorlar. Yüzleri nehrin iki yakasına dönük nöbetçiler, köprüyü süsleyen iki heykel sanki. Yüzbaşı, kollarını kavuşturmuş, hiç sesini çıkarmadan astlarının yaptıklarını izliyor, ama hiçbir işaret vermiyor. Ölüm, geldiği açıklandığı zaman, onu en yakından tanıyanlar tarafından bile belirli saygı gösterileriyle karşılanması gereken bir komutandır. Sessizlik ve hareketsizlik ise askeri görgü kuralları kitabında saygı ve itaat anlamına gelir.

Asmaya hazırlandıkları adam otuz beş yaşlarında görünüyor. Haline tavrına bakılırsa bir sivil, hatta çiftçi olduğu söylenebilir. Güzel bir yüzü var – düzgün bir burun, muntazam bir ağız, geniş bir alın, dümdüz arkaya
taranmış, kulaklarının arkasından üstüne tam oturan ceketinin yakasına düşen uzun, koyu saçlar. Bıyıklı ve sivri sakallı, ama favorileri yok; iri ve koyu gri gözlerinde boynuna ilmik geçirilmiş birinden hiç beklenmeyecek, sevecen bir bakış var. Haydudun teki olmadığı açık. Bağımsız askeri yasalar her türlü insanın asılmasına elverir ve beyefendiler de bunun dışında tutulmaz.

Hazırlıklar tamamlanınca, iki er kenara çekildi ve her biri üstünde durduğu kalası geri çekti. Çavuş yüzbaşıya dönüp selam verdi ve hemen onun arkasına geçti; yüzbaşı da bir adım yana çekildi. Böylece, çavuş ile idamlık, köprünün üç traversinin üstünden geçen aynı kalasın iki ucunda kaldılar.

Kalasın sivilin güçlükle üstünde durduğu ucu dördüncü bir traverse erişiyordu. O ana kadar yüzbaşının ağırlığıyla yerinde duran bu kalas şimdi
çavuşun ağırlığına kalmıştı. Yüzbaşıdan gelecek bir işaretle çavuş bir adım yana çekilecek, kalas öbür tarafa yatacak ve idamlık iki travers arasından aşağıya gidecekti. Böylece infaz basit ve etkili bir biçimde yerine getirilmiş olacaktı. İdamlığın yüzü örtülmediği gibi gözleri de kapatılmamıştı. Bir an ayağının altındaki oynak kalasa baktı, sonra ayaklarının altında delice akan
nehrin burgaçlarına bir göz attı. Sularda döne döne sürüklenen bir ağaç dalını akıntı boyunca gözleriyle izledi. Ne kadar ağır sürükleniyordu! Nehir ne kadar durgundu!

Son düşüncelerini karısı ve çocuklarına odaklandırmak için gözlerini kapadı. Güneşin ilk ışınlarının altın rengine dönüştürdüğü sular, biraz uzakta nehrin kıyılarında dalgın dalgın dolanan pus, müstahkem mevki, askerler, demiryolundaki bir pim parçası, hepsi birden zihnini dağıtmıştı.

Şimdi de kendisini rahatsız eden başka bir şeyin ayırdına vardı. Sevdikleriyle ilgili düşüncelerine, hem duymazdan gelemediği hem de ne olduğunu anlayamadığı bir ses karışıyordu; tıpkı demircinin çekicinin örse indikçe çınlayışı gibi sert, belirgin, madensi bir ses. Ne olduğunu, kestirilemeyecek kadar uzaktan mı, yoksa yakından mı geldiğini merak ediyordu – ayırt etmek olanaksızdı. Düzenli bir biçimde, ama bir ölüm çanının çalmışı kadar ağır yineleniyordu. Her yeni vuruşu sabırsızlıkla ve nedense tedirginlikle bekliyordu. İki vuruş arasındaki süre gittikçe uzuyor, gecikmeler delirtiyordu.

İki vuruş arasındaki süre uzadıkça seslerin gücü ve keskinliği artıyordu. Bıçak saplanmış gibi acıtıyordu kulağını; çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu.

Duyduğu, saatinin tiktaklarıydı.

Gözlerini açtı ve yine aşağıdaki suları gördü. “Ellerimi bir çözebilsem,” diye düşündü, “belki ilmiği boynumdan çıkarıp nehre atlayabilirim. Suya dalarsam kurşunlardan kurtulabilirim; var gücümle yüzerek kıyıya ulaşır, ormana dalar, evin yolunu tutabilirim. Tanrı’ya şükür, evim hâlâ düşman hatlarının dışında; karım ve yavrularım hâlâ istilacının ileri kollarının uzağında.”

Burada sözcüklere dökülen bu düşünceler bahtsız adamın hızla aklından geçiyordu ki, yüzbaşı başıyla çavuşa işaret etti. Çavuş bir adım yana çekildi.

Peyton Fahrquhar, köklü ve çok saygın bir Alabamalı aileden gelen, hali vakti yerinde bir çiftçiydi. Bir köle sahibi olduğu ve öteki köle sahipleri gibi
bir politikacı olduğu için, doğal olarak tam anlamıyla bir ayrılık yanlısıydı, Güney’in davasına tutkuyla bağlıydı. Burada anlatılması gereksiz buyurgan
yaradılışı, Corinth’in düşmesiyle son bulan amansız muharebeler vermiş o yiğit ordunun hizmetine girmesini engellemişti; ama kendini dizginlemesinin verdiği utançtan büyük bir rahatsızlık duyuyor, gücünü gözler önüne sermenin, asker gibi yaşamanın özlemini çekiyor, kendini göstermek için fırsat kolluyordu. Bu fırsatın savaş dönemlerinde herkese geldiği gibi kendisine de geleceğini hissediyordu. Bu arada, elinden geleni yaptı.

Güney’in yardımına koşmak için verebileceği hiçbir hizmeti küçük görmediği gibi, kalkışılacak hiçbir macerayı da tehlikeli bulmadı; aşkta ve savaşta her şey mubahtır derler ya, işte yeter ki bu iğrenç özdeyişin en azından savaşla ilgili kısmını iyi niyetle ve bu konuda yeterli olup olmadığına bakmadan kabullenen ve asker yüreği taşıyan bir sivilin karakteriyle tutarlı olsun.

Bir akşam Fahrquhar ile karısı çiftliklerinin girişinin yakınındaki bir peykede otururlarken, gri üniformalı bir asker atının sırtında kapıya kadar gelip su istemişti. Bayan Fahrquhar ona pamuk elleriyle su getirmeye dünden hazırdı. O suyu getiredursun, kocası toz toprağa bulanmış süvariye yaklaşıp merak içinde cephede neler olup bittiğini sormuştu.

“Yankiler  demiryollarını onarıyorlar,” demişti adam, “yeni bir hamleye hazırlanıyorlar. Owl Creek köprüsüne ulaştılar, köprüye çekidüzen verip nehrin kuzey yakasına kazıklarla bir set çektiler. Komutanları bir emir yayınladı, her yere gönderdiler, demiryoluna, köprülere, tünellere ya da trenlere ilişmeye kalkışan bütün siviller yakalanır yakalanmaz asılacakmış.
Ben emri gördüm.”

“Owl Creek köprüsü buradan ne kadar uzakta?” diye sormuştu Fahrquhar.

“Kırk beş kilometre kadar.”

“Nehrin bu tarafında hiç birlik yok mu?”

“Bir kilometreye yakın mesafede, demiryolunun orada bir ileri karakol var yalnızca, bir de köprünün bu ucunda tek bir nöbetçi.”

“De ki adamın biri, asılmaktan korkmayan bir sivil ileri karakoldan sıyrıldı, hatta nöbetçiyi de alt etti, ne yapabilir sence?” demişti Fahrquhar gülümseyerek.

Asker biraz düşündükten sonra, “Bir ay önce oradaydım,” diye yanıtlamıştı. “Geçen kışın sellerinin köprünün bu tarafındaki ahşap payandaya kadar bir sürü ağaç dalı sürüklemiş olduğunu gördüm. Dallar artık kurudukları için inan olsun çıra gibi tutuşabilirler.”

Asker, hanımın getirdiği suyu içtikten sonra mesafeli bir tavırla teşekkür etmiş, Fahrquhar’i başıyla selamlamış, atını sürüp gitmişti. Bir saat kadar sonra, gece yarısını geçe çiftliğin oradan yeniden geçmiş, bu kez daha önce geldiği yöne, kuzeye doğru gitmişti. Federal ordunun casusluk yapan bir keşif eriydi.

Peyton Fahrquhar köprüden aşağı düşerken bayıldı, ölüden farkı kalmadı. Gırtlağındaki ağır bir baskının acısını izleyen bir boğulma hissiyle –sanki asırlar sonra– kendine geldi. Ensesinden başlayan keskin, şiddetli sancılar vücudunun, kolları ve bacaklarının her bir dokusuna kadar iniyordu sanki. Bedeninde dallanıp budaklanarak inanılmaz hızlı aralıklarla gelip gidiyorlardı. Ona dayanılmaz bir sıcaklık veren titrek alev ırmakları gibiydiler. Kafasında ise bir doluluk, yoğunluk hissinden başka hiçbir şey yoktu. Hissediyor, ama düşünemiyordu. Düşünme yetisi çoktan silinip gitmişti; yalnızca hissedebiliyor, hissetmek de azap veriyordu. Hareketlerin
ayırdındaydı. Parlak bir bulutun kuşattığı, cisimden yoksun, alev alev yanan bir yürekten başka bir şey değildi, salınımın akla hayale sığmaz burgaçlarında kocaman bir sarkaç gibi bir oraya bir buraya savruluyordu. Sonra birden, ürkünç bir çabuklukla, bir suya çarpma sesiyle birlikte çevresindeki ışık yukarı fırladı; kulaklarını korkunç bir uğultu kapladı ve her şey buz kesti, karanlığa boğuldu. Düşünme yetisi geri gelmişti; ipin koptuğunu ve nehre düştüğünü anladı. Bir de suda boğulmaya gerek yoktu; boynundaki ilmik onu zaten boğuyor, suyun ciğerlerine dolmasına engel oluyordu. Bir nehrin dibinde asılarak ölmek! Bu düşünce ona gülünç geldi. Karanlıkta gözlerini açtı ve tepesinde bir ışıltı gördü, ama o kadar uzak, o kadar erişilmezdi ki!

Işığın gittikçe zayıflayarak sonunda incecik, titrek bir pırıltıya dönüştüğüne bakılırsa, hâlâ batıyordu. Sonra ışık yeniden büyümeye ve parlaklaşmaya başlayınca yüzeye doğru yükselmekte olduğunun farkına vardı – ama gönülsüzce, çünkü artık o kadar huzurluydu ki. “Asılmak ve boğulmak o kadar kötü değil,” diye düşündü, “ama vurulmak istemiyorum. Hayır; vurulmayacağım, hakça değil bu.”

Çabaladığının farkında değildi, ama bileğindeki keskin acı ellerini çözmeye çalıştığını anlamasını sağladı. Tüm dikkatini bu çabaya verdi, tıpkı aylağın tekinin bir hokkabazın gösterisini sonucuyla ilgilenmeden izlemesi gibi. Ne müthiş bir çaba! Ne muhteşem, ne insanüstü bir güç! Ah, olağanüstü bir savaşımdı! Aferin! İp çözülüp gitti; kolları birbirinden ayrıldı ve yukarıya doğru süzüldü, gittikçe çoğalan ışıkta eller belli belirsiz görülüyordu. Önce bir eli, sonra öbürü boynundaki ilmiğe yapışırken onları yeni bir ilgiyle izledi. Eller ilmiği koparıp öfkeyle fırlattılar; ilmik bir su yılanı gibi kıvrıla büküle gözden yitti. “Geri takın, geri takın!” Ellerine böyle bağırdığını düşündü, çünkü ilmik boynundan çıkınca ömründe duymadığı müthiş bir sancı duymuştu. Boynu korkunç ağrıyordu, beyni yangın yeriydi; kuş gibi çırpınan yüreği ileri atılarak ağzından dışarı fırlamaya çalışıyordu. Tüm bedeni dayanılmaz bir acı içinde kasılıp kıvranıyordu! Ama asi elleri komutu yerine getirmiyordu. Suyu çabuk çabuk aşağı doğru iterek var güçleriyle yüzeye çıkmaya zorluyorlardı onu. Başının suyun üstüne çıktığını duyumsadı; gün ışığı gözlerini kör etti; göğsü kasılarak genişledi, ciğerlerinin son ve çok şiddetli bir acıyla içine çektiği havayı bir çığlık atarak anında dışarı boşalttı!

Artık fiziksel duyularının tümüyle ayırdındaydı. Duyuları gerçekten de  olağandışı bir biçimde keskinleşmiş ve ayağa kalkmıştı. Organik sisteminin altüst olması duyularını o denli arıtıp duyarlı kılmıştı ki, daha önce hiç algılamadıkları şeyleri bile hissedebiliyorlardı. Suyun yüzeyindeki küçücük
dalgacıkları bile yüzünde hissediyor, yüzüne çarptıkça her birinin sesini duyabiliyordu. Nehrin kıyısındaki ormana baktı, tek tek ağaçları, yaprakları, her yaprağın damarlarını görebiliyordu – dahası üstlerindeki böcekleri de:

çekirgeler, ışıltılı sinekler, daldan dala ağlarını ören boz örümcekler.

Milyonlarca çimen yaprağı üstündeki bütün çiy damlacıklarının ışık kırılmasıyla oluşan tüm renklerini ayırt edebiliyordu. Nehrin küçük burgaçları üstünde dans eden sivrisineklerin vızıltısı, yusufçukların kanat çırpışı, su örümceklerinin bacaklarıyla kürek çekercesine çıkardığı sesler –hep birden ahenkli bir ezgi oluşturuyordu. Balığın teki gözünün önünde süzülüp giderken, gövdesiyle suyu yarışının şıpırtısını işitti.

Su yüzeyine çıktığında yüzü nehrin aktığı yöne dönüktü; görünür dünya bir anda çevresinde ağır ağır dönüyordu sanki; köprüyü, müstahkem mevkiyi, köprünün üstündeki askerleri, yüzbaşıyı, çavuşu, iki eri, cellatlarını görüyordu. Mavi göğün önünde birer karaltıydılar. Bağırıyorlar, ellerini kollarını sallıyorlar, onu gösteriyorlardı. Yüzbaşı tabancasını çekmişti, ama ateş etmiyordu; öbürleri silahsızdı. Hareketleri acayip ve korkunç, gövdeleri dev gibiydi.

Birden keskin bir patlama sesi duydu, bir şey başının sekiz on santim yanında sert bir biçimde suya çarptı, serpintileri yüzüne sıçradı. İkinci bir patlama sesi duyduğunda nöbetçilerden birinin tüfeğini omzuna dayamış olduğunu, tüfeğin namlu ağzından ince bir mavi dumanın yükseldiğini gördü.

Sudaki adam köprüdeki adamın gözünün tüfeğin nişangâhından kendi gözüne baktığını gördü. Kendisine bakan gözün gri olduğunu fark edince, bir yerlerde gri gözlerin en keskin gözler, bütün ünlü keskin nişancıların da gri gözlü olduğunu okuduğunu anımsadı. Neyse ki bu ıska geçmişti.

Karşıdan gelen bir anafor Fahrquhar’i yakaladığı gibi yan çevirdi; yüzü yine müstahkem mevkinin karşı kıyısındaki ormana dönüktü. Arkasında tekdüze, tiz bir ses çınladı ve bütün öteki sesleri, küçük dalgacıkların kulaklarına çarpışını bile delip geçen, bastıran bir açık seçiklikle suyun üzerinden ona kadar erişti. Asker olmamasına karşın, ordugâhların eşiğini, bu buyurgan, vurgulu, sert teranenin korkunç anlamını bilecek kadar aşındırmıştı; kıyıdaki teğmen sabah sabah iş başındaydı. Şu zalim sözler o kadar büyük bir soğukkanlılık ve acımasızlıkla, askerlere huzur veren ve az
sonra olabilecekleri çağrıştıran öylesine dengeli, dingin bir tonlamayla, öylesine ölçülü biçili aralıklarla çıktı ki ağzından:

“Bölük!… Dikkat!… Tüfek omza!… Hazır!… Nişan al!… Ateş!”

Fahrquhar dibe daldı – elinden geldiğince derine. Sular kulaklarında Niagara çağlayanı gibi uğuldamasına karşın, yaylım ateşin gümbürtüsünü duydu ve yeniden yüzeye çıkarken, ağır ağır salınarak dibe inmekte olan yassılmış parlak metal parçaları çarptı gözüne. Bazıları yüzüne ve ellerine değip uzaklaşarak yoluna devam etti. Bir tanesi yakasıyla boynunun arasına takılıp kaldı; ateş gibiydi, çekip aldı, suya bıraktı.

Soluğu kesilip yüzeye çıktığında uzun süredir suyun altında olduğunu fark etti; akıntıyla epeyce aşağılara sürüklendiğinden biraz daha güvendeydi.

Askerler silahlarını yeniden doldurmayı nerdeyse tamamlamışlardı; namlulardan çıkartılan metal harbiler hep birden gün ışığında parladı, havada dönüp yuvalarına sokuldu. İki nöbetçi kendi başlarına yeniden ateş ettiler, ama boşuna.

Ateş açtıkları adam bütün bunları omzunun üstünden görmüştü; şimdi akıntıyı arkasına almış var gücüyle yüzüyordu. Kolları ve bacakları kadar beyni de çalışıyordu; şimşek hızıyla düşünüyordu.

“Subay kurallara katı bir biçimde bağlı kalma hatasına bir daha düşmez,” diye geçirdi aklından. “Yaylım ateşini savuşturmak tek atımı savuşturmak kadar kolay. Muhtemelen daha şimdiden canları istedikçe, rastgele ateş etmeleri emrini vermiştir bile. Tanrı yardımcım olsun, hepsini birden savuşturamam ki!”

İki üç metre kadar ötesinde sular dehşet verici bir biçimde havaya savruldu, ardından hızla gelen bir gümbürtü duyuldu, sonra ses gittikçe hafifleyerek havada müstahkem mevkiye geri döner gibi oldu ve nehri diplerine kadar sarsan bir patlamayla kesildi! Koca bir dalga yükselip tepesine devrilince önünü göremez oldu, soluksuz kaldı! Ava top da katılmıştı. Bir gülleyle savrulup altı üstüne gelen sulardan başını çıkarınca, yönünü şaşırmış bir top mermisinin havadaki uğultusunu duydu; az sonra da ötedeki ormanda ağaç dalları çatırdayıp paramparça oldu.

“Bunu bir daha yapmazlar,” diye düşündü, “bir daha ki sefere misket yüklü
gülle atarlar. Gözümü toptan ayırmamalıyım; dumandan anlarım, patlama
sesi ardından gelir, atışın arkasından duyulur. Sıkı bir top bu.” Birden topaç gibi fır fır döndüğünü hissetti. Sular, kıyılar, ormanlar, artık uzaklarda kalan köprü, müstahkem mevki, askerler, hepsi birbirine karışmış, bulanıklaşmıştı. Nesneler yalnızca renkleriyle görünüyordu; çembersi yatay renk şeritleri – bütün gördüğü buydu. Bir burgaca yakalanmıştı, burgacın fırdolanımına kapılmış dönüp duruyor, başı dönüyor, midesi bulanıyordu.

Çok geçmeden, nehrin sol yakasının –güney yakası– dibindeki çakıllı kumlukta, onu düşmanlarından gizleyen bir çıkıntının ardında buldu kendini.

Burgaçtan kurtulması, bir elinin kumluğa değmesi onu kendine getirdi ve sevinç gözyaşları döktü. Parmaklarını kumlara sapladı, çakılları avuç avuç alıp tepesinden aşağı boşalttı ve işitilebilir bir sesle kutsadı. Elmaslara, yakutlara, zümrütlere benziyordu bu çakıllar; benzeteceği daha güzel bir şey gelmiyordu aklına. Kıyıdaki ağaçlar dev bahçe bitkileriydi; belirli bir düzenleme içinde olduklarını fark etti, çiçeklerinin kokusunu içine çekti. Ağaçların gövdeleri arasındaki boşluklardan tuhaf, gülrengi bir ışık vuruyor, esintiler ağaçların dallarında rüzgâr arpı ezgileri gezdiriyordu.

Fahrquhar, oradan uzaklaşmak, kaçıp kurtulmak istemiyordu – yeniden yakalanıp teslim alınıncaya kadar bu büyüleyici yerde kalmaya razıydı. Başının yukarısındaki dalların arasından vızır vızır geçen gülle misketleri onu rüyasından uyandırdı. Şaşkına dönen topçu eri ona rastgele bir veda atışı göndermişti. Yerinden fırladığı gibi eğimli kıyıdan yukarıya tırmanıp ormana daldı.

Yolunu güneşe bakarak belirleyerek bütün gün yürüdü. Orman uçsuz bucaksız görünüyor, hiçbir geçit vermiyordu, ormancıların açtığı bir yol bile yoktu. Bu kadar yabanıl bir yörede yaşadığının o güne kadar hiç farkına varmamıştı. Artık biliyordu, ama bu hiç de hayra alamet sayılmazdı.

Gece indiğinde artık bitkin düşmüştü, ayakları yara bere içindeydi, açlıktan gözleri kararıyordu. Karısı ve çocuklarını düşündükçe cesarete gelip adımlarını açıyordu. Sonunda onu doğru yöne götüreceğini anladığı bir yol buldu. Şehirdeki bir cadde kadar geniş ve düz bir yol olmasına karşın ıssız görünüyordu. İki yanında tarlalar olmadığı gibi görünürde herhangi bir ev de yoktu. Oralarda insanların yaşadığını akla getirecek bir köpek havlaması da duyulmuyordu. Yolun iki yanında uzayıp giden birer duvar oluşturan ağaçların kara gövdeleri, perspektif derslerinde yaptırılan çizimler gibi ufuktaki bir noktada son buluyordu. Ormandaki bu geçitte başını kaldırıp baktığında, bildik gelmeyen ve tuhaf takımyıldızlarda kümelenmiş kocaman, altın sarısı yıldızların parıldadığını gördü. Belirli bir düzen içinde sıralanmalarının esrarengiz ve uğursuz bir şeyin alameti olduğundan emindi.

Yolun iki yanındaki orman garip seslerden geçilmiyordu, ikide bir bilinmeyen bir dilde fısıltılar geliyordu kulağına.

Boynu ağrıyordu; eliyle yoklayınca boynunun fena halde şişmiş olduğunu fark etti. İpin çürüttüğü yerin morardığının ayırdına vardı. Gözlerinin şişmiş olduğunu hissediyordu; artık kapanmıyorlardı. Susuzluktan dili de şişmişti; dilini dişlerinin arasından çıkarıp serin havayla hararetini söndürmeye çalıştı.

Çimenler kimselerin geçmediği yolu yumuşacık bir halı gibi örtmüştü – Fahrquhar ayaklarının altındaki yolu artık hissetmiyordu!

Şimdi gözlerinin önüne bir başka sahnenin geldiğine bakılırsa, onca acısına karşın yürürken uykuya dalmıştı – belki de hâlâ bir sabuklamanın içindeydi. Evinin bahçe kapısının önünde duruyor. Her şey bıraktığı gibi, sabah ışığında her şey pırıl pırıl ve çok güzel. Bütün gece yürümüş olmalı. Kapıyı itip açıyor, beyaz bahçe yolunu geçerken bir kadın giysisinin eteklerinin uçuştuğunu görüyor; hayat dolu, edalı ve güzel karısı onu karşılamak için verandadan iniyor. Merdivenlerin dibinde, tarifsiz bir sevinçle gülümseyerek, benzersiz bir zarafet ve vakarla durup bekliyor. Ah, o kadar güzel ki! Fahrquhar kollarını uzatarak atılıyor. Tam karısını kucaklayacakken ensesinde afallatıcı bir darbe hissediyor; çevresinde kör edici beyaz bir ışık top patlamış gibi parlıyor – sonra her şey karanlığa ve sessizliğe bürünüyor.

Peyton Fahrquhar ölmüştü; boynu kırılmış gövdesi Owl Creek köprüsünün kalaslarının altında bir o yana bir bu yana ağır ağır sallanıyordu.

Ambrose Bierce

Exit mobile version