Edgar Allan Poe Hikayelerinden
“BERENIKE”
Dicebant mihi sodales, si sepulchrum amicae
visitarem, curas meas aliquantulum fore levates. İbn Zeyyad1
ıstırapların kökeninde geçmişte yaşanmış olabilecek esrimeler vardır.2
Vaftiz adım Egeus,3 ailemin adındansa söz etmeyeceğim. Bütün ülkede ata mirası kasvetli konağımdan daha eski bir tek şato yok. Soyumuza ‘Vizyonerler’4 denir ve birçok çarpıcı ayrıntı da -bizzat konağın niteliğinde, başlıca salonların fresklerinde, yatak odalarının duvar örtülerinde, silah deposunun bazı direklerindeki işlemelerde, daha çok da antik resimler galerisinde, kütüphanenin biçiminde ve son olarak da kütüphanede bulunan tuhaf tuhaf kitaplarda- bu inancı pekiştirecek haddinden fazla karnt bulunmaktadır.
1) Ahbaplarım bana sevdiğimin mezarını ziyaret edersem acılanının azalacağını söylediler. Bibliotheque Orientale d’Herbelot (1697) adlı kitapta atıf yapılan “KitabülAgani” (Müzik Kitabı) adlı kitaptan. Muhammed İbn Abdül Melik İbnü’l Zeyyad, kısaca İbn Zeyyad 219 yılında ölen bir gramer kitabı yazarı ve şairdi. Bir Arap şairden niçin Latince alıntı yapıldığı ise bir sır.
2) İncil’ e ve İlahi Komedya’ya yapılan birçok göndermenin yer aldığı bir paragraf.
3) Egeus, Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı oyunundaki aşkın anlamını bilmeyen Hennia’nın babasının adıdır.
4) Vızyoner: Bilinci açıkken doğadışı ifşaatlar (vizyonlar) gören ya da gördüğünü sanan veya çılgın, tuhaf, aşırı fikirleri olan, sanrılar gören kimse. Poe, ailenin vizyoner olduğuna ve Deli Egeus’a atıfla öykünün inandırıcılığına zemin hazırlıyor. Okuyucu isterse bundan sonra olacakların tümünün hayal edildiğini düşünebilir.
Ömrümün ilk yıllarına ilişkin anılar bu odayla ve içindeki kitaplarla -bu sonunculardan daha fazla söz ettmeyeceğim-bağlantılıdır. Bu odada öldü annem. Ben burada doğdum. Ama daha önce yaşamamış olduğumu, ruhumun daha önce başka bedenlerde bulunmadığını söylemek boş konuşmaktan başka bir şey değildir. Yadsıyor musunuz bunu? Bu meseleyi tartışmayalım. Ben ikna olmuş durumdayım, kimseyi ikna etmenin de peşinde değilim. Bununla birlikte, hava benzeri görünmez biçimleri anımsıyorum-ruhani ve anlamlı gözleri, melodik ama hüzünlü sesleri-bunlar öyle kolay kolay unutulacak anılar değil -gölge gibi, belli belirsiz, değişken, kesinlikten uzak, kararsız anılar- ve aklımın güneşi var oldukça onlardan kutulamayacak olmam bakımından da bir gölgeyi anımsatan anılar.
Ben bu odada doğdum. Hiçlik gibi gözüken ama hiçlik olmayan uzun geceden uyanıp da kendimi bir anda periler ülkesinde, bir hayal sarayında, dinsel düşünce ve bilginin akıl almaz dünyasında bulduğumda çevreme korku dolu, ateşli gözlerle bakmış olmamda -çocukluğumu kitaplar arasında geçirmiş, gençliğimi düşler içinde harcamış olmam da- tuhaf bir yan yok; ama yıllar geçip de ergenliğe ulaştığımda hala atalarımın konağında yaşıyor olmam, işte bu tuhaf; hayatımın kaynaklarına çöken bu durgunluk hayret verici, en sıradan düşüncelerimin bile tam tersine dönmesi, işte bu hayret verici. Dünyanın gerçekleri bana hayal gibi, sadece ve sadece hayal gibi görünürken, buna karşılık, düş ülkesinin çılgınca fikirleri her günkü varoluşumun gıdası değil, bu varoluşun ta kendisi oldu.
Berenike ile kardeş çocuklarıydık ve atadan kalma konağımda birlikte büyüdük. Ama farklı şekillerde. Ben, sağlıksız, gama kedere dalmış, o ise cıvıl cıvıl, zarif ve capcanlı; onun payına dere tepe gezip dolaşmak, benimkine yalnızlığıma gömülmüş olarak incelemeler yapmak düşerdi; kendi yüreğinin içinde yaşayan ben, bedence ve ruhça en yoğun, en çetin düşüncelere dalmayı alışkanlık edinmiştim; o, yolunun üzerine düşebilecek gölgeleri ya da kuzgun kanatlı saatlerin sessizce akıp gitmesini aklına takmadan hayatın yollarında dolaşırdı. Berenike! Adını sesleniyorum-Berenike! Ve belleğimin külrengi yıkıntılarında binlerce karmakanşık anı canlanıyor! Ah! Şu anda, hayali tıpkı o eski kaygısız ve şen günlerindeki gibi bütün canlılığıyla gözlerimin önünde duruyor! Ah! Göz kamaştırıcı ama ne inanılmaz bir güzellik! Ah! Arnheim çalılıkları arasındaki Hava Perisi. Ah! Arnheim pınarları arasındaki Su Perisi, ve sonrası, sonrası esrar ve dehşet, anlatılmaması gereken bir hikaye. Hastalık -ölümcül bir hastalık- bir samyeli gibi kavurdu bedenini; gözlerimin önünde değişimin ruhu onu ele geçirdi, zihnine, alışkanlıklarına ve karakterine egemen oldu, en kurnaz, en dehşet verici bir şekilde kişiliğini paramparça etti! Heyhat! Yokedici gelip geçti. Ya kurban, ya gerçek Berenike, o neredeydi? Onu tanımıyordum, ya da onu artık Berenike olarak tanımıyordum.
Kuzenimin fiziksel ve ruhsal durumunda korkunç ve köklü bir değişime yol açan bu ana, bu ölümcül hastalığa eklenen bir yığın hastalıktan, en rahatsız edici ve en inatçı nitelikte olan bir tanesinden özellikle söz etmek gerekir: Çoğunlukla ölüm benzeri bir katalepsi ile sonuçlanan ve
sıçrayarak birdenbire kendine geldiği bir tür sara.5 Bu arada, benim kendi hastalığım -buna başka bir ad verilerneyeceği söylenmişti bana- hızla ilerleyip yeni ve sıradışı monomanik6
bir nitelik kazandı. Her geçen saat, her geçen dakika güçlenerek tuhaf bir şekilde üzerimde egemenlik kurdu. Bu monomani, eğer bu terimi kullanmam gerekiyorsa, metafizik bilimlerin dilinde dikkat gösterme yeteneği olarak adlandırılan, zihinsel yeteneklerdeki hastalık derecesinde aşırı bir hassasiyetten ibaretti. Çok büyük bir ihtimalle anlaşılmamaktayım, ama korkarım ki evrendeki en sıradan, en önemsiz meseleleri düşünürken bile düşünme gücünün (teknik bir dil kullanmamak için bu terimi kullanıyorum) benim durumumda nasıl yoğun bir ilgiyle bu meseleler üzerinde odaklandığı hususunda sıradan okuyucunun kafasında tam bir fikir oluşturabilmek gerçekte imkansız.
Bakışlarım bir kitabın metnine veya sayfa kenarına düşülmüş birkaç çocukça nota çivilenmiş olarak saatlerce bıkmadan usanmadan düşünmek; bütün bir yaz gününün büyük bir bölümünü duvar örtüsünün ya da kapının üzerine yanlamasına düşen tuhaf gölgelere dalarak geçirmek; bütün bir gece lambanın titreşmeyen alevini ya da ocaktaki korları seyrederek kendimi unutmak; günler boyu bir çiçeğin kokusuna dalıp düşler kurmak; hiçbir anlam ifade etmeyinceye kadar bir sözcüğü monoton bir şekilde tektar edip durmak; inatla sürdürülen uzun süreli bir hareketsizlik sonucunda hareket ve fiziksel varoluş duygusunu yitirmek-zihinsel yetilerimin içinde bulunduğu durumum yol açtığı, görülmedik cinsten olmamakla birlikte, tüm çözümleme ve açıklama çabalarına meydan okuyan en sıradan, en az tehlikeli saptırmalardan birkaçı işte bunlardı.
5) Katalepsi, epilepsi ve katatonikdurumlar “Usherlar’ın Çöküşü” ve “Diri Diri Gömme” öykülerinde de önemlidir. Katalepsi, kasların uzun süre katılaşıp kaldığı trans benzeri bir durumdur. Katalepsinin bir biçimi katatonik şizofreni ve bazı isteri biçimlerine has özellikler sergiler. Katalepsi, gelişmiş tıbbi cihazlar okmadan çoğu kez ölümle karıştırlırve kurban diri diri gömülür.
6) Monomani: Hastanın kendisine eziyet edildiği sanrısına ve sabit fikrine kapıldığı paranoya için kullanılan eski bir terim.
Yine de, yanlış aniaşılmak istemiyorum. Son derece önemsiz nitelikte şeylere gösterilen böylesine anormal, yoğun ve hastalıklı ilgi, bütün insanlıkta ortak olan düşüneceye daima eğilimiyle, özellikle de ateşli bir düş gücüne sahip kişilerin daldığı düşlerle karıştırılmamalıdır. Bu, ilk başta sanılacağı gibi, bu eğilimde aşırı bir durum ya da bu eğilimin abartılması olmayıp, kökten ve esas bakımından bunlardan büsbütün farklı bir şeydi. Bu durumlardan birinde, imgelem yetisi güçlü olan düş gören kişi, genel olarak önemsiz sayılmayacak bir konuyla ilgilendiğinde, bir yığın çıkarsamanın ve bunlardan kaynaklanan düşüncelerin ıssız çölünde konuyu gitgide gözden yitirir, öyle ki, çoğunlukla kösnül zevklerle dolu bu düşlerin sonunda düşüncelerinin incitamentum’u7 ya da ilk nedenleri tümüyle yok olur veya unutulur. Benim durumumdaysa, hareket noktası, hastalıklı imgelemimde çarpık ve gerçekdışı bir önem kazansa da hemen her seferinde önemsizdi. Yapsam yapsam birkaç çıkarsarna yapıyordum – bunlar da ısrarla, merkez aldığı ilk konuya geri dönüyordu. Daldığım derin düşünceler hiçbir zaman hoşa gider şeyler değildi ve düşlerin sonunda, o ilk neden, gözden ırak olmak şöyle dursun, hastalığımın başat özelliği olan doğadışı abartılmışlık düzeyine ulaşmış oluyordu. Kısacası, düş gücü bende daha önce de söylediğim gibi- dikkat, bir düşçüde ise tasavvur şeklinde harekete geçiyordu.
O dönemde okuduğum kitaplar, kötülüğü tam olarak azdırmadılarsa bile, düş gücünü ateşleyen ve usdışı nitelikleriyle, kolayca anlaşılabileceği gibi, hastalığının kendine has özellikleri üzerinde büyük ölçüde etkili oldular. Bu kitaplardan, özellikle, İtalyan soylusu Coelius Secundus Curio’nun De Amplitudine Beati Regni Dei adlı incelemesini, Aziz Augustinus’un büyük yapıtı Tanrı Devleti’ni ve Tertullianus’un haftalarca dur durak bilmeden inedeyip de hiçbir sonuca ulaşamadığım paradoksal tümcesi Mortuus est Dei filius; credibile est quia ineptum est; et sepultus resurrexit; certum est quia impossible est’in8 içinde yer aldığı De Came Christi adlı yapıtını çok iyi anımsıyorum.
Böylece, görülebileceği gibi, çok önemsiz şeylerle bile dengesi bozulan akıl sağlığım, Ptolemaeus Hephestion’un sözünü ettiği, insanoğlunun saldırılarına karşı da, ondan daha beter dalgalara ve rüzgarlara karşı bana mısın demeden direnen, ama çirişotu9 denilen bir bitkinin dokunmasıyla titreyen o okyanus kayalığına benzetilebilir. Bununla birlikte,
7) Dürtü, saik.
8) “Tanrı’nın Oğlu’nun öldüğü anlaşılır bir şeydir çünkü çok saçmadır; mezara girmiş olanın yeniden dirileceği doğrudur çünkü olanaksızdır” şeklinde çevrilebilir.
9) Çoğunlukla ölümle ilişkilendirilir.
dikkatsiz bir düşünür için, yakalandığı talihsiz hastalığın Berenike’nin ruhsal durumu üzerinde yarattığı müthiş değişikliklerin -niteliğini açıklamakta güçlük çektiğim- anormal ve yoğun düşüncelere dalmak için bana yeterince konu yaratmış olduğu son derece basit ve su götürmez bir şeydir, ama durum hiç de böyle değildi. Hastalığın etkisinden sıyrılarak bilincime kavuştuğum anlarda, onun başına gelen felaket beni gerçekten üzüyor, o tatlı hayatının mahvolmuş olması içime dert oluyordu ve, sık sık, bu kadar tuhaf ve köklü bir değişikliğin hangi yoldan böyle birdenbire meydana gelmiş olabileceğini acı acı düşünüymdum. Ama bu düşünceler hastalığımın niteliğinden kaynaklanmıyordu, benzer bir durumda hemen herkesin aklına gelebilecek türden düşüncelerdi bunlar. Hastalığıma gelince, karakterine uygun olarak, Berenike’nin bedeninde meydana gelen daha az önemli, ama daha çarpıcı fiziksel değişiklikerde, kişiliğindeki garip ve korkutucu çarpıklıklarda kendine gıda buluyordu.
Eşsiz güzelliğinin doruğundayken onu hiç sevmemiş olduğum kesindi. Sürdürdüğüm anormal hayatta duygularım asla yüreğimden doğrnazken, tutkularım her zaman zihnimin ürünüydüler. Sabahın alacakaranlığında, öğle vakti ormanın kafes kafes gölgeleri arasında ve geceleyin kütüphanemin sessizliğinde Berenike oradan oraya dolaşıp dururdu ve ben onu yaşayan, soluk alan Berenike olarak değil, bir düşün Berenike’si olarak; dünyaya ait, etten kemikten bir varlık değil, böyle bir varlığın soyutlaması olarak; hayranlık duyulacak değil, çözümlenecek bir şey olarak; aşkın nesnesi değil, birbirini tutmayan, muğlak düşüncelerin konusu olarak görüyordum. Şimdiyse onun varlığı içime korkular salıyor, yaklaştığını görünce sapsarı kesiliyordum; içine düştüğü acıklı duruma gözyaşı dökmekle birlikte, çoktandır beni sevmekte olduğunu anımsayarak, kötü bir anda ona evlilikten söz ettim.
Ve sonunda, düğün için saptanan gün yaklaşırken, bir kış günü öğleden sonra -güzel Halkyone’nin10 sütannesi olan o mevsimsiz sıcak, dingin ve sisli günlerin birinde- kütüphanedeki odada yalnız olduğumu düşünerek oturuyordum. Gözlerimi kaldırdığımda, Berenike’nin karşımda durduğunu gördüm.
10) “Çünkü, Jüpiter kış mevsimi boyunca iki defa yedişer günlük sıcak verir; insanlar bu yumuşak ve ılımlı süreye güzel Halkyone’nin sütannesi adını vermişlerdir.” Simonides. (Poe’nun notu.)
{Keoslu Simonides’ten (İÖ 556-468) yapılan bu alım “Morella”nın ilk baskısında da yer almaktaydı. Halkyon e veya Alkyone, Yunan mitolojisinde Aiolos ile karısı Keyks’in kızlarıdır.
Kocası boğulduğunda Halkyone umutsuzlukla kendini denize atar. Karı kocaya acıyan tanrılar, onları bir çift büyük uskumruya dönüştürürler (halcyon Yunanca’da büyük uskumru demektir) ve Zeus kış gündönümünden önce ve sonra birer hafta -büyük uskumruların üreme mevsimi-rüzgarların esmesini yasaklar. Bir başka efsaneye göre de, Alkyon, gündönümü sırasında su üzerindeki yuvasında yumurtaları üstünde kuluçkaya yatabilmek için rüzgarı ve denizi büyüleyip yatıştıran bir kuştur.]
Silnetinin böylesine titrekv e belirsiz görünmesinin nedeni aşırı uyarılmış düş gücüm müydü, havayı kaplayan sisin etkisi miydi, odanın her şeyi belirsizleştiren alacakaranlığı mı, yoksa bedenini saran koyu renkli giysilermiydi-bilemiyorum. Tek kelime etmedi, bense dünyaları verseler ağzımı açacak durumda değildim. Buz gibi bir ürperti bedenimi yalayıp geçti, dayanılmaz bir endişenin baskısı altında bunaldım, içimi kavuran bir merakla oturduğum koltuğa yığılıp, bir süre gözlerim ona çivilenrniş, soluksuz, kıpırtısız kaldım. Yazık! İyice zayıflamış, bir deri bir kemik kalmıştı; eski hatlarından eser yoktu. Yakıcı bakışlarımı sonunda yüzüne çevirdim.
Alnı yüksek, çok solgun ve son derece dingindi; bir zamanlar kömür gibi kara olan saçları kısmen alnını örtüyor, yüzüne hakim melankoliye yakışmayan sapsarı bukleler çökük şakaklarını gölgeliyordu. Gözlerinin feri sönmüş, ışıltısı kalmamış, sanki gözbebeği yok gibiydi; elimde olmadan bakışlanını bu cam gibi gözlerin bakışlarından kaçırarak inecelip büzülmüş dundaklarına çevirdim. Dudakları acayip bir anlam taşıyan bir gülümsemeyle aralandı ve yeni Berenike’nin dişleri yavaş yavaş ortaya çıktı. Keşke onlara bakmasaydım ya da baktıktan sonra ölseydim!
Bir kapının kapanmasıyla dalgınlığımdan sıyrılarak gözlerimi kaldırdığımda kuzenimin odadan çıkmış olduğunu gördüm. Ama, ne yazık ki, dişlerinin beyaz ve korkunç görüntüsü allak bullak olmuş zihnimden bir türlü çıkınıyordu, çıkacağı da yoktu. Yüzeyinde tek bir leke, minesinde tek bir karaltı, kenarlarında tek bir kırık olmayan dişleriyle gülümsediği o kısacık an belleğime kazınmıştı. Onları şu anda, onlara baktığım zamankinden bile net bir şekilde görüyorum. Dişler! Dişler! Gözümü çevirdiğim her yerdeydiler; biraz önceki gibi koruınç bir şekilde bükülmüş solgun dudakların arasından görünen uzun, dar, son derece beyaz dişler elle tutulacak denli somut, gözlerimin önündeydiler. O zaman monomaniam bütün hiddetiyle üzerime çullandı ve ben hiçbir olumlu sonuç elde edemeden onun o tuhaf ve karşı konulamaz etkisine karşı mücadele ettim. Dış dünyanın sayısız nesnesi arasında o dişlerden başka hiçbir şey düşünemiyordum. Onlara karşı çılgınca bir arzu duyuyordum. Onları kısacık bir an görmüş olmam tüm diğer meseleleri ve farklı ilgi alanlarını silip süpürmüştü. Aklım fikrim onlardaydı; başka hiçbir şeye benzemeyişleriyle düşünsel hayatımın özüne dönüşmüşlerdi. Onlara her yönden baktım. Onlara her açıdan yaklaştım. Niteliklerini inceledim. Ayırt edici özellikleri üzerinde durdum. Yapıları üzerinde düşüncelere daldım. Niteliklerinde meydana gelen değişiklikleri düşündüm. Onlara -hayalimde duyu ve duygu yeteneği ve dudakların yardımı olmaksızın bile-moral ifade gücü atfederken korkuyla titredim. Mademoiselle Salle hakkında, çok yerinde bir ifadeyle “que tous ses pas etaient des sentiments”11 denmiştir. Ben de Berernike hakkında daha inanarak şunu söyledim: “Que toutesses dentsetaient des idees.”12 Des idies! Ah, işte beni mahveden aptalca düşünce! Des idees! Ah, işte bu yüzden onları ele geçirmek için delice bir istek duyuyordum! Sadece onlara sahip olmanın beni huzura kavuşturacağını, akıl sağlığımı geri getireceğini hissediyordum.
Ve akşam böyle indi üzerime, sonra karanlık koyulaştı ve yeğnildi yeniden, yeni bir gün doğdu; ikinci gecenin karanlığı yeniden bastırırken ben hala kütüphanemde tek başıma, kıpırdamadan, derin düşünceler içerisinde oturuyordum ve odanın değişen ışıkları ve gölgeleri arasında olanca iğrençliği ve canlılığıyla yüzen dişlerin hayali beni etkilemeye devam ediyordu hala. Derken, korku ve dehşet dolu bir çığlık düşlerimi parçaladı, kısa bir aradan sonra acı ve hüzün dolu inlemelerle karışık tedirgin sesler çalındı kulağıma. Yerimden kalkıp kütüphanenin kapılarından birini açtığımda sofada gözyaşlarına boğulmuş bir hizmetçi kızın dikildiğini gördüm; kız ağlayarak Berenike’nin artık hayatta olmadığını söyledi. Sabahın seherinde sara krizi tutmuştu ve şimdi gece inerken mezar müstakbel sakinini bekliyordu; bütün defin hazırlıkları tamamlanmıştı.13
11) “Tüm adımları duyguydu.”
12) “Tüm dişleri fikirdi.”
13) Bunu izleyen aşağıdaki dört paragraf okuyuculardan ve editörlerden gelen itiraz üzerine Poe tarafından öykünün sonraki basımlarından çıkarılmıştır:
Elem ve korkudan kabarmış bir yürekle istemeye istemeye merhumun yatak odasına yöneldim. Oda çok geniş ve insanın içini afakanlar bastıracak denli karanlıktı, attığım her
adımda defin işlerinde kullanılan öte beriye rastlıyordum. Bir uşak, yatak perdelerinin tabutun etrafına çekilmiş olduğunu söyledi, sonra alçak bir sesle, tabutta Berenike’den kalanların yattığını ilave etti. Cesedi görmek isteyip istemediğimi kim sordu? Kimsenin dudağının kıpırdadığını görmemiştitm, ama yine de bu soru sorulmuştu ve son sözcükler hala odanın havasında yankılanmaktaydı. Reddetmeye imkan yoktu; boğulur gibi bir duyguyla kendimi yatağın yanına adeta sürükledim. Yatak perdelerinin ucunu yavaşça kaldırdım. Ama perdelerin ucunu yeniden bıraktığımda omzumun üzerine düştüler ve beni canlılar dünyasından kopararak ölümün yakın çevresine hapsettiler.
Odanın bütün atmosferi ölüm kokuyordu, ama tabutun kendine has kokusu beni tam anlamıyla hasta etti ve cesetten sağlığa zararlı kokular yükselmekte olduğunu hayal ettim. Oradan kaçabilmek, ölümün zararlı etkilerinden uzaklaşabilmek, bir kere daha sonsuz göğün saf havasını soluyabilmek için dünyaları verirdim. Ama hareket edecek gücüm kalmamıştı, dizlerim ritriyordu, bakışlarım kapağı açık tabutun içinde, karanlıkta kaskatı uzanmakta olan cesede çivilenmiş vaziyette, olduğum yere adeta kök salmıştım.
Göklerin Tanrısı, bu mümkün müydü? Yanılıyor muydum yoksa kefene sarılmış ölünün parmağı kendisini sarıp sarmalayan beyaz kefen bezi üzerinde hareket mi etmişti? Anlatılmaz bir korkuyla taş kesildim ve bakışlarımı yavaş yavaş cesedin yüzüne çevirdim. Bir bant çenesinin altından geçirilerek bağlanmıştı, ama nasıl olmuşsa bant gevşemişti. Morarmış duudakları gülümser gibi tuhaf bir şekilde kıvrılmıştı ve Berenike’nin gerçek olamayacak denli beyaz, parlak, korkunç dişleri etrafı saran koyu karanlıkta bir kere daha bana bakıyordu. Kendimi yataktan geriye atarak, dehşet, gizem ve ölüm dolu bu odadan tek kelime etmeden deliler gibi kaçtım.
Kendimi kütüphanede yine tek başıma oturur durumda buldum.
Heyecan verici, karmakarışık bir düşten yeni uyanmış gibiydim. Şimdi saatlerin gece yarısını gösterdiğini ve günbatımından beri Berenike’nin toprağın altında yatmakta olduğunu gayet iyi biliyordum. Ama aradaki iç karartıcı süre hakkında doğru dürüst bir fikrim yoktu. Bununla beraber, belleğim dehşetle-belirsizliği nedeniyle daha da dehşet verici, barındırdığı kuşkular yüzünden daha da korkutucu olan anılarla- doluydu. Bu, varoluşuma düşülmüş karanlık bir kayıt, iğrenç ve anlaşılmaz anılarla yazılmış korkunç bir sayfaydı. Onları gün ışığına çıkarmaya çabaladım, ama boşuna. Lakin, ara sıra, ölmüş birinin ruhu gibi tiz ve yürek paralayan kadın çığlığı kulaklarımda çınlıyor gibi oluyordu. Bir şey yapmıştım- ama ne? Ne olabilirdi bu? Soruyu yüksek sesle kendi kendime sordum ve odanın fısıldayan yankıları beni yanıtladı: “Ne olabilirdi bu?”
Yanımdaki masanın üzerinde bir lamba yanıyordu ve yanında küçük bir kutu vardı. Kutunun dikkat çekici biryanı yoktu, daha önce onu defalarca görmüştüm, çünkü aile hekimine aitti, ama oraya, masamın üzerine nasıl gelmişti ve ona baktıkça neden tir tir titriyordum? Bütün bunlara bir açıklama getiremiyordum, gözlerim sonunda açık bir kitabın sayfalarına ve oradaki altı çizili bir tümceye takıldı. Bunlar şair İbn Zeyyad’ın eşsiz ama basit sözleriydi: “Dicebant mihi sodales, si sepukhrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fare levates.” Peki ama bu satırları okurken neden saçlarım diken diken oldu, neden kanım damarlarımda dondu?
Kütüphanemin kapısı hafifçe vuruldu ve benzi bir mezar sakini kadar solgun bir uşak parmak uçlarına basarak içeri girdi. Bakışlarında dehşet okunuyordu, benimle titrek, boğuk ve çok alçak bir sesle konuştu. Ne dedi? Bazı bölük pörçük tümceler işittim. Gecenin sessizliğini bozan canhıraş bir feryattan, bütün hizmetkarların bir araya toplanmış olduğundan, sesin geldiği tarafta yapılan bir araştırmadan söz etti; sonra, bir mezarın açılmış olduğundan, hala soluk alıp veren, hala yüreği çarpan, hala canlı olan, kefene sarılı bir bedenden, şekli şemaili bozulmuş bir bedenden fısıltıyla söz ederken sesi açıkça korku verici bir hal aldı.
Uşak giysilerimi gösterdi eliyle – çamur ve pıhtılaşmış kan lekeleriyle doluydu. Sesimi çıkarmadım, o yavaşça elimi tuttu; ellerim tırnak izleriyle -bir insan tırnağının yaptığı izlerle- yara bere içerisindeydi.
Uşak, daha sonra, dikkatimi duvara dayalı bir nesneye çekti, ona dakikalarca baktım; bu bir kürekti. Bir çığlık atarak fırlayıp masanın üzerindeki kutuyu kaptım. Ama açmaya gücüm yetmedi; kutu titreyen ellerimin arasından kayıp yere düşerek büyük bir gürültüyle paramparça oldu; kutunun içinden takırtılarla yere yuvarlanan birkaç dişçilik araç gerecinden başka, fildişine benzeyen otuz iki adet küçük, beyaz nesne öteye beriye saçıldı.
Edgar Allan Poe
Edgar Allan Poe hikayeleri, Edgar Allan Poe, hikaye, hikaye oku, öykü, dehşet, dehşet hikayeleri, dehşet öyküleri, korku, korku hikayeleri, gizem, gizem hikayeleri, gizemli hikayeler, gizemli öyküler, ölü, mezar, sara, sara hastalığı, katalepsi, ölüm, şizofren, monomanik, ölüm benzeri bir hastalık, hastalık, Jüpiter, alacakaranlık, korkutucu,